KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD

TASAVVUF ANLAYIŞI

AŞK

(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
AŞK

 

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

İnsanı hayvandan ayıran en önemli özelliklerden biri ne olabilir?
İnsanı hayvanlardan ayıran ilk alâmetlerden biri: Tebessümdür! Bir çocuk yeni doğduğu vakit beşikte tebessüm eder. Çocuğun, kundaktaki tebessümleri âilenin saâdetine saâdet katar.
Aşk da, o kadar kanlı şanlı olan aşk da evvelâ tebessümle başlar.”
Sâmiha Hanım:
Hâfızı Şirâzî’nin: Aşk evvel kolay güründü, fakat, ona intisaptan (bağlandıktan)  sonra nice müşküller belirdi, dediği gibi...
“Öyledir. Aşkın bidâyeti (başlangıcı) tebessüm fakat nihâyeti göz yaşı ve yürek yanığıdır.
Tebessümün insanlık âlemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep muvaffakiyetler (başarılar) tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görürsen hasta zannedersin. Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabî… dersin.
Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mes’ut edemez  ve nihâyetinde de anlaşma hâsıl olmaz. Kezâlik (bu durumda) tebessümü bilmeyen bir kadın da kocasını mes’ut edemez.
Milletler arasındaki karakter farkında da tebessümün yeri büyüktür.
Şen bir millet, muvaffakiyet (başarı) ve refah içinde demektir.
Bir doktor tebessüm etmeyi bilmezse, mesleğinde muvaffakiyet  gösteremez.
İki balcı varmış. İkisi de yan yana küpler içinde bal satarlarmış. Balcının birine çok müşteri gelir, ötekine ise kimseler gelmezmiş.
Balını satamayan adam, oradan geçmekte olan bir ârif (bilge) kişiye dert yanarak: İkimiz de bal satıyoruz. Hattâ benim balım komşununkinden daha da iyi. Böyle olduğu halde niçin benimkini kimse almıyor da, herkes ona gidiyor, ondan alıyor? demiş.
Balcının sualine muhâtap olan ârif de: Oğlum, senin küpün bal satıyor ama yüzün de sirke satıyor! demiş.
Resûllah Efendimiz ekseriyetle mütebessimdirler (güleryüzlü idiler). Havvâ ile Âdem’in birbirleriyle buluştukları vakit tebessüm ettikleri söylenir.
Aşkın da başlangıcı öyledir, evet öyledir!”…”  SOH. 2000/s.151152

Hakîkî aşk demekle ne kastedilmektedir? Aşk nasıl tanımlanabilir?
“...Hazreti Mevlânâ buyurur ki: “İsteklerimi, arzûlarımı gönlümden uzak ettim. Gönlümü onlardan temizledim pâk ettim. Senin gönlün ne arzu ediyorsa ben onu talep ediyorum.”

İşte hakîkî aşk budur. Yâni cânânın (sevdiğinin) arzûsu ne ise senin arzun da o olmalıdır. Yoksa, senin, onun arzu ettiğinden başka bir şeyi istemen, kendi arzûna âşık olmam demektir. Mısrîi Niyâzî de bu yolda ne diyor :
“Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasın
Âr u ırzıyla gelip âşıklara bâr (yük) olmasın”
Onun için Necmeddîni Kübrâ Hazretleri buyurur ki: “Allâh’a giden yollar, mahlûkların nefesleri kadar çoktur.” Bunlardan bilhassa üç yol vardır : Biri tâatler (Allah’ın emirlerine uyan) ve ibâdetler ile meşgul olan kimselerin yolu; ikincisi, riyâzetler ve mücâhedeler (uğraşılar) ile meşgul olan kimselerin yolu; üçüncüsü aşk yoludur.
Birinci yoldan Hakk’a vâsıl olanlar pek azdır. İkinciden vâsıl olanlar ise evvelkilere nisbetle daha ziyâde (fazla) ise de yine nâdirdir (enderdir). Üçüncü yolun başlangıcı bunların nihâyeti olur.
İşte bu aşk yoluyle yol alanların istekleri de arzûları da mâşuklarının (sevgililerinin) arzûsudur.
Yine Mevlânâ Hazretleri buyurur: “Benim arzûlarım, bu cihânın (dünyânın) devlet ve debdebesi değildir. Benim arzum, dâimî bir ömür de değildir. Ben, arzûlardan gönlümü pâk (temiz) ettim. Senin isteğin ne ise ben onu isterim.”
İşte hakîkî aşk budur...” SOH.2000/s.463-464

Âşık kime denir?
“...Âşıkın düşüncesi ancak mâşûkudur (sevdiğidir). Mâşûku için vârını yoğunu, yâni nefsinin hattâ rûhunun bütün taleplerini fedâ eder. Aşkın evveli cünun (coşkunluk), ortası fünun (ilim), sonu da sükûndür (durulmak, suskunluktur). Bak Mevlânâ Hazretleri ne buyuruyor : “Nâydan (neyden, kamıştan)  işit ne söylüyor. Kanlı yolun, Mecnûn’un kıssalarını söylüyor” diyor. Kanlı yoldan maksat, uğrunda nice başlar giden aşk yoludur...
…Bu iş, akıl işi midir? Elbet değildir. Edep ise akla teklif olunur. Amma âşk erbâbının bîedepliliği (edepsizliği) de bambaşkadır. Çünkü onun kendine mahsus bir edebi vardır ve öyle bir edep ki cümle edeplerin üstündedir. Zîra âşıkın bilgisi, görgüsü, nefesleri ve hayâtı hep cânânıdır... SOH.2000/s.553-554

... Âşık, mâşuktan başka bir şey işitmediği ve görmediği için, onun gördüğü mihnet (zahmet) ve belâ dahi aynı sefâdır. Çünkü cânânı (sevdiği) vermiştir. Bu sebeple onu yârin hoşlaması da tekdir etmesi de (azarlayıp cezalandırması da) birdir. Bâyezîdi Bistâmî Hazretleri buyurur ki: “Eğer Cenâbı Hak beni cehenneme de koyacak olsa, cennette zevk sürenler gibi burada da aynı sûretle hoşluk içinde olurum. Bana lâzım olan, yârimin benimle olmasıdır.”…  SOH.2000/ s.552

... Bu dünyâda ne ile mükellef (sorumlu) olduğumuzu anlayarak, nereden gelip nereye gideceğimizi öğrenerek işin içinden sıyrılıp çıkmalıyız. Aldatıcı dediğiniz o dünyâda zevklere, safâlara dalıp nefsimize uymazsak, işte o vakit cennete girmiş oluruz. Evet onun için dünya büyük nîmettir. Cennet ise bu dünyâdaki gayret ve çalışma netîcesinde bulunur. Dünya, Allâh’ın bir imtihan mahallidir. Bir irfan mektebidir... SOH.2000/s.521

...Eğer cânan yolunda can ve baş fedâ ediyorsan, eğer sâdık ve eğer âşık isen sakın kendinde bir varlık görüp kendine güvenme… iftihar edip (övünüp) ne mutlu bana!. deme. Çünkü sana bu vazîfeleri veren, bu hayır yolunda vazîfeli kılan Allah’tır. Nasıl ki tiyatroda sinemada rejisör istîdatlara göre rol tevzî eylemiş (dağıtmış) ise, sen de ezelde üstüne verilmiş olan vazîfeleri îfâ eyliyorsun (yerine getiriyorsun), o kadar...   SOH.2000/s. 231

... Aşkın mânâsı ise, kendinde zerrece benlik kalmaması, varlığını tamâmiyle Hakk’ın istîlâ eylemesidir (kaplamasıdır). İşte bu dereceyi bulan kimse, elbet irfan sâhibi olur...”
SOH.2000/s.587

İnsana bu aşk, bu muhabbet nereden geliyor?
“…Allah’tan geliyor ve yine ona avdet ediyor (dönüyor). İnsan, kâinat kitabının fihristidir…” SOH.2000/s.582

Aşk vâsıta mı yoksa gâye midir?
“...Aşk, Allah’ın sıfâtıdır. Netîcesi, nihâyeti olmaz... SOH.2000/s.617
…Hem mebde (başlangıç), hem maaddır (dönülen yerdir). Bir dâire çevrileceği zaman nasıl bir nokta konur ve öyle resmedilirse ve avdet (dönüş) yine noktaya olursa, aşk da böylece aynı noktaya rücû eder (geri döner). Bu varlığın evveli de aşktır, sonrası da aşktır.
Beyazıdı Bestamî diyor ki: “Ben hakîkate erdikten sonra dört şeyi yanlış yapmakta olduğumu anladım. Birincisi, zannediyordum ki, ben Allah’a tâlibim, anladım ki Allah bana tâlip imiş.
İkincisi: Ben Allah’ı zikrediyorum zannediyordum, halbuki Allah beni zikrediyormuş.
Üçüncüsü: Benim yaptığım şeyler faydam içindir zannediyordum, fakat bildim ki, Allah benim hayırhâhımdır (hayrımı isteyendir).
Dördüncüsü: Nihayette Allaha’a kavuşacağımı zannederdim, bildim ki evvelden vuslatda imişim (kavuşmuşum)... YM.1983/s.407

...Her şey aşkın fermânına tâbidir, buyuruluyor. Mecnûn’un etrâfında arslanların kaplanların, yılanların toplanması, hayvan oldukları halde aşka hürmet etmeleri gibi…
Hattâ hürmet hâli, cansız dediğimiz cemâdatta da (cansız cisimler de) vardır. Meselâ ateş, Rifâî dervişini yakmaz. Zîra Hazreti Pîr’in aşkı onda mevcut bulunmaktadır. Nasıl yaksın, nasıl hürmet etmesin ki aşk; Allâh’ın sıfatıdır!...  SOH.2000/s. 111

…Hazreti Ömer’in Resûlullah’a suikasta geldiği vakit mübarek  yüzünü görüp de şiddetle ağlamaya başlayarak ayaklarına kapanması. İşte İbrahim Edhem’in tâc ve tahtını terk etmesi.. Hallacı Mansur’un dâre boynunu vermesi, hep bu aşkın tezahürüdür (görünüşüdür).
Aşk, nasıl vasıta olur? O, sıfatullahdır. Ezelde Sahip, kime ihsan etmiş ise (bağışlamışsa) o yanar. Dünyada da, âhirette de zevk denilen şey aşktır. Hayvanlar bile aşka ihtiram ediyorlar (saygı duyuyorlar)…”        YM.1983/s.408

Herkes âşık olabilir mi?
“… Yusuf Ziyâ Bey:
Âşık olmak güç Efendim…
“Olmakla değil ki… Aşk seni seçer, kendine lâyık görürse çeker alır. Mâşuk seni sevecek ki sen âşık olabilesin. O seni sevecek ki, bu kıvılcım ondan sana geçip uyanacaksın. Yoksa bu hal, kendiliğinden nasıl olur? ...”  SOH.2000/s.560

İlâhî aşka, kâmil insanın giyindiği değerleri; aşkını, teslîmiyetini vs. giyinmeye çalışarak varmak, neden önemlidir?
“…en kısa, en kestirme yol bu yoldur. Çünkü her şey kâmilin kalbinden Allâh’a varır. Her şey, her şey  Hakk’a vuslatı (kavuşmayı) onunla, onun kalbine girmekle bulur. Nebat da, hayvan da, insan da hep aynı yoldan Hakk’a kavuşur…”  SOH.2000/s.116

Kur’ânı Kerîm’de aşkı nasıl sezeriz?
“…Aşkın karşılığı Arapça’da garamdır. Kur’ânı Kerîm’deki yeri şiddeti muhabbettir.  Aşk, lisâna sonradan girmiş bir kelimedir. Aşk, ışk kelimesinden alınmıştır. Yâni sarmaşık demektir. Hazreti Pîr’in kitabında da  “hubbı şedîd” şiddetli muhabbet ile zikrediliyor.  Aşk, Kur’ânı Kerîm’de sır olarak kalmış, açık açık söylenmemiş. Fakat hurûfı mukattaatta(1) beyan olunmuştur (açıklanmıştır)…” SOH.2000/s.569
1Müstakil harflerle

Âlemler niye yaratıldı?
a)  Niçin peygamberler, kutsal kitaplar gönderildi?
b) Beni yaratmayı istedin ki yarattın, âlemleri var ettin.
Beni seviyorsun ki bana peygamberler, kutsal kitaplar gönderip doğru yolu bulmamı istedin. Yol gösterdin. Bu düşünceler Cenâbı Hakk’ın aşkının bir göstergesi olarak kabul edilebilir mi?
c) Herkes aşkı aynı boyutta kavrayıp anlayabilme gücüne sâhip midir?
“…Gayei hilkat (yaradılışın amacı) aşktır. Biz o aşkı Allah’dan öğrendik. Ben gizli bir hazineydim, aşkettim ki bilineyim, diyor Allah.
İnsanın hilkati (yaratılması) mazharı aşk (aşk sıfatına zuhur yeri) olmak içindir. Fakat aşk herkesin istidadına göre bir surette tecelli etmektedir (görünür olmaktadır). Kimisine güzel kadın ve erkekler, kimisine servet, şöhret, ilim, ihl... asıl erbâbına ise Hakkın cemâli cihetinden (güzelliği yönünden) tezahür etmektedir (görünmektedir) ki bu da pek enderdir... YM.1983/s. 412

…Aşk ezeliyete ve Hakka mahsusdur. 
Allah ihsan etmezse âşıkta aşk zuhûr etmez (meydana gelmez)...YM.1983/s.407

…Aşk, ders ve tâlim ile olmaz, gayretle çabalama ile ele gelmez. Çünkü âşık, aşkın gereği üzere irâdesiz olarak yürür. Âşıklara, dostun güzelliği hoca olur, ders verir…”    SOH.2000/s.582

Hazreti Âdem ve yasak ağaç konusundan hareketle aşk nasıl açıklanmıştır?
İstemek, dilemek, arzu etmek (irâde etmek) aşkı doğuran bir özellik midir?
Aşk ve nefis arasında nasıl bir düzen kendini hissettirir?
Aşk, edebin hâl haline gelmesinde nasıl bir role sahiptir?

“…Kur’anı Kerîm’deki kıssalarda ne kadar benzerlik vardır. Bunlar, esâsen hep bir mânâdadır. Meselâ Hazreti Âdem’ın kıssasıyle Mûsâ’nınki birbirlerine ne kadar benzer.
Cenâbı Hak, Hazreti Âdem’e: Sana cenneti ihsan ettim. Maksadın cennet ise hâsıl oldu. Nîmetler de verdim. Gãyen bu ise o da oldu. Ye, iç, otur, eğlen, gez, yürü... Yalnız şu yasak ağaca yaklaşma... Çünkü sana ihsan ettiğim şeyler akıl ölçüsü içindedir. Yasak olan ağaç ise aşk’tır. Onun meyvesi gam ve mihnet (zahmet), gölgesi zulmet (eziyet) ve hayrettir (şaşkınlıktır). Süsü güzelin göz yaşıdır. Mihnet (zorluk)  muhabbetsiz olmaz, yakınlık belâsız olmaz. Cennet ise rahat köşesi ve sığınaktır. Aşkın kan bahası candır.
Hazreti Mûsâ’ya da Cenâbı Hak: “Nedir elindeki yâ Mûsâ?” deyince, “asâmdır yâ Rabbî...” dedi. Onunla ne yaparsın? buyurulunca, bu hitâbın zevkiyle mest olan Mûsâ, duyduğu zevkin lezzetini uzatabilmek için: “Onunla koyunlarımı sürerim, ağaçtan yaprak düşürürüm, yürürken dayanırım” (Tâhâ sûresi, 1718. âyet)... diye sözüne devam etti ve yine bu hitâbın mestliğinden dolayı: yâ Rabbî bana kendini göster! dedi  (A’raf sûresi, 143.âyet).  Cevap olarak: “Beni göremezsin” (A’raf sûresi, 143. âyet)  buyruldu.
Mûsâ’ya tecellî bir ağaçtan vâki oldu. Kezâ Âdem de memnû (yasak edilmiş) meyveyi bir ağaçtan yedi. Hazreti Mûsâ’ya: Beni göremezsin, yâni beni bu beşerî varlığınla göremezsin, buyurulduğu gibi, Âdem’e de muhabbet ve aşk dalına yapışmak ve yasak olan meyveden yemek isteyince: O burada olamaz; dünyâda gerektir. Oraya git ve mihnetlere sataş! buyuruldu. İşte onun için de Âdem, cennet bahçelerini iki tâne habbeye (tohuma) fedâ eyledi…
...
Münîre Hanımefendi:
Âdem’in bu hâli de kazâ ve kader îcâbı değil miydi?
“Tabiî... Fakat Âdem, kabâhati nefsinde gördü ve: “Yâ Rabbî nefsime zulmettim” (A’râf sûresi, 23.âyet) dedi. Cenâbı Hak: Yâ Âdem, bu hal benim kazâ ve kaderim îcâbı olduğunu bildiğin halde niçin kendini suçlu tutuyorsun? buyurunca: Biliyorum Yâ Rabbî... Fakat sendendir demeye edebim bırakmadı, diye cevap verdi. İşte Âdem’in bu kendisini hor hakir (değersiz) edip aczini bilmesi, onu tekrar kendine, âlâ (üstün) mevkiine yükseltti.
Şeytana gelince, Cenâbı Hakk’a: Bana dalâleti sen verdin! demek sûretiyle Hakk’ın dergâhından kovuldu.
Allah, iki cihanda da edebi tevfik etsin (üstün kılsın). Çünkü edepsiz kimse, iki dünyâda da hüsrandadır...”      SOH.2000/s.320-321

Tekâmül ederken (gelişmekte iken), insan nefsinin isteklerine karşı çıkar ona zulmeder, tekamül etmiş bir kişideyse nefsine zulüm onun isteklerini vermektir. Bu noktadan hareketle, aşkın nefis üzerindeki etkisinin sınırlı kalışı nasıl izah edilebilir?
“...Sabîha Hanımefendi:
Aşka her şey hürmetkâr da neden nefis değil?
“Çünkü nefsin vazîfe ve istîdâdı, uzaklaşmak, kaçmaktır. Onun kãbiliyeti çekmek değil, itmek, def eylemektir. Rûhunki ise câzibedir, yaklaşma ve çekmedir.
Fakat ruh da nefis de, vazîfe ve kãbiliyetleri cihetinden haklıdır. Birinden müsbet (olumlu), diğerinden ise menfî (olumsuz) kuvvet zâhir (görünür) olmuştur. Ancak bunlar birleştiği vakitte aşk nûru peydâ olur (ortaya çıkar). Nasıl ki müsbet ve menfî ceryanlar birleşmedikçe elektrik şûlesi (ışığı) hâsıl olamazsa… yalnız müsbet ve yalnız menfîden o şûle hâsıl olmadığı gibi, nefis ile rûhun birlik üzre anlaşması olmadıkça da o, dediğin hürmet ve muhabbet duyguları uyanmaz.” …” SOH.2000/s.112

Aşkın zorluğu nereden kaynaklanmaktadır?
“… Elbet aşk yolu güç yoldur. Can pazarıdır. Mîraç’ta, Cebrâil Aleyhisselâm’ın: “Ben geçemem, daha ileri gidersem yanarım...” dediği, Efendimiz’in ise: “Ko yanarsam ben yanayım!” buyurduğu yol bu yoldur…” SOH.2000/s.618

Hazreti Âdem ile Havvâ örneğinden de yola çıkarak, aşk ve nefis sãyesinde gelişebilmenin mümkün olabileceği fikrini değerlendirecek olursak...
“…Cenâbı Hak Hazreti Âdem’le Havvâ’ya: Siz, akıl mertebesinden aşk mertebesine çıkmaya çalışmayınız. Çünkü bu mertebede mihnet (zorluk) ve can pazarı vardır. Bu sûretle nefsinize zulmetmiş olursunuz. Amma öyle bir zulüm ki bütün adiller içinde, öyle bir cehil (bilgisizlik) ki bütün ilimler içindedir.
İşte bu sûretle Cenâbı Hak, kãbiliyeti olan kimseleri aşka haris (istekli) kılmış, âdetâ o mertebeye doğru arkalarından itmiştir. Bütün ... üstün fikirleri sayıp döken hüdhüt(1)  nihâyet: Bu yüce kimseler peygamber oldukları halde aldanıyorlar da benim aldanmamı nasıl çok görebilirler ey hükümdârı zîşân (şerefli hükümdar)! Kazâ ve kader ânı gelince kim aldanmaz ki ben aldanmayayım? diyor…” SOH.2000/s.467
1(Mesnevi de bir hikâye kahramanı)

Aşkın olgunluğa ulaşması hâlinde nasıl bir tablo ortaya çıkabilecektir? Hikâyeyle izahı mümkün müdür?
(Öğrenci naklediyor:)
“…Gece Mesnevîi Şerif (Hz. Mevlânâ’nın eserini) okuyorduk. Bu arada câmi ve misâfir hikâyesi de okundu. Hikâyede, geceyi câmide geçirenlerin sabahleyin ölü olarak bulunduğu yazılmakta idi. Günün birinde bu câmiye misâfir gelen bir kimseye, sakın burada kalma, yoksa sen de ölürsün! demişler. Fakat o: Ko ölürsem ben öleyim, demiş ve câmiye girerek kapıları örtmüş. Gerçekten de bir müddet sonra bir ses: Ey Âdemoğlu geliyorum! diye bağırmış. Fakat korkup telâşa düşecek yerde misâfir: Geleceğin varsa göreceğin de var! diye cevap verince, etraftan altunlar boşalmış. Meğer bu söz, o altunların tılsımı imiş…
Hikâye tamam olduktan sonra:
“Hakîkate âit sözler çabuk unutulduğu için bakınız bir hakîkat nasıl da şu hikâyenin içinde tatlı tatlı anlatılmış.
Misâfiri câmiye girmekten menetmek isteyen ses, şeytanın sesidir. Nitekim şeytan, insanı tarîkate girmekten alıkoymak için: Orada ölüm vardır, çilesi çoktur, diye türlü türlü tezvirlerde (arabozuculukta) bulunur. Fakat o kimse Hak erbâbı ise: Ko ölürsem ben öleyim... der ve girer.  Netîcede de mânevî saâdet altunlarına mâlik (sâhip) olur…” SOH.2000/s.300-301

Aşk herkes için bir ihtiyaç mıdır?
Zâhirî ve Bâtınî aşkla ne kastedilmektedir?
“…umûmî bir ihtiyaçtır. Bundan kimse baş çeviremez. Fakat aşkın dereceleri ve nevîleri (türleri) vardır. Yâni zâhiri (yüzeysel olanı) ve bâtını (derin olanı) vardır.
Zâhirî (yüzeysel) kısmı, zengin olmak, mâruf (bilinen), meşhur olmak, evlât yetiştirmek ve ilh... gibi şeylerdir. Zâhir aşkın  en üst derecesi de, bir kadınla bir erkeğin arasındaki muâşakadır (karşılıklı sevgi duyması hâlidir). Ama aşk nâmına lâyık ve uygun olan bir muâşaka, yoksa hayvâniyet değil.
Bâtınî (öz) kısmı ise yârin aşkı, cânânın (sevgilinin) aşkıdır ki ebedî (sonsuz), dâimî ve bâkî (kalıcı) olan aşk  budur. Mecâzî aşk müptelâları (tutkunları), hüsrâna mahkûmdurlar. Çünkü mâşukları (sevgilileri) fânîdir (ölümlüdür). Her fâni, yâni her değişikliğe mâruz olan, şüphesiz fenâya (yokolmaya) mahkûm olduğundan, netîce îtibâriyle elde kuru daldan başka bir şey kalmaz.
Zaman, dinlemiyor geçiyor. Günler birbirini tâkip ediyor. Tâ ki son durağa kadar. Karganın arkasından gidersen seni mezbeleye götürür. Bülbülün arkasından gidersen, elbette gülistâna (gülbahçesine) gidersin...  SOH.2000/s.182

...Dünya zevklerinin etrâfını dolananlar pervâneye benzerler. Uzaktan parlak aydınlık gördükleri bu ışığın ne yakıcı bir şey olduğunu, kanatları yandığı zaman anlarlar. Fakat aradan bir zaman geçince unutur, tekrar ona doğru atılırlar ve nihâyet böyle böyle yanıp kavrularak mahvolur giderler…”  SOH.2000/s.427

 

Beşeri aşk, nasıl bir düşünceyle ilâhî aşka geçişte basamak oluşturur?
Her zerrede Allah’ın nûru mevcut olduğuna göre, sevgilide de bu nurun gözlenmesi beşeri aşktan ilâhî aşka geçişe nasıl bir katkıda bulunabilir?
“…Bir dereye veya denize akseden, gökteki yıldızların ve ayın kendi midir? Hayır, aksidir. Elma ağacının suya akseden gölgesini tutabilir misin? Bunlardan maksat, Hakk’ın isim ve sıfatlarının bu dünyâda tecellîsidir (görünüşüdür). Bunlarda devam ve bekã (ölümsüzlük) yoktur.
Meselâ güzel bir şey yâhut güzel bir kimsede gördüğün o güzellik hep Hakk’ın süsleyişi, ziynetleyip giydirişleridir. Eğer Allah o füsûnu (tılsımı) etmese, ne haddine senin ona âşık olabilmen! Ama yine Allah sana acır ve lutfeder de o aksin (yansımanın) içinden kendini gösterip: O hayaldir, hakîkat benim! derse işte bu, Hakk’ın sana kudûm (ayak basması) ve teşrîfi (şereflendirişi), gönül hâneye ayak basmasıdır, seni ağırlaması ve ikram etmesidir. Nasıl ki Mecnun: Leylâ, Leylâ! diye sahrâlara düşüp de nihâyet karşısına Leylâ çıkarak: İşte bak ben geldim! dediği zaman; Sen hangi Leylâ’dan bahsediyorsun? Benim bütün vücûdum Leylâ kesildi, demişti.
İşte gönül ehli de bir yâr bir sevgili ister ki onunla izzet ve şeref bulsun. Bir gören, bir söyleyen, bir dildar (sevgili) ister. Yâni bir âşinâ ister.
Mânâda âşinâlık demek, kalplerde, rûhlarda, akıllarda benzerlik, yakınlık ve uygunluk demektir…”    SOH.2000/s.285

“…  Hüsniye Hanım:
... herkes de hakîkî aşka müptelâ (tutkun) olamıyor ki… Ya insana ya eşyâya âşık oluyor. Eşyâya âşık olmaktansa insana âşık olmak daha iyi değil mi?”
“Lâhûtî (ilâhî) olmak şartiyle evet... nerede o Mecnun ki:  Leylâ, Leylâ... derken Mevlâ’yı bulsun?”...                   SOH.2000/s.182
… Âşık olacaksan, güzelliği dâim ve bâkî (ölümsüz) olan bir dilbere âşık ol. Çünkü dünya aşkı, buz üstüne yazılan yazı gibidir. Fakat işte gaflet aldatıyor...”SOH.2000/s.165

Sevgilinin şahsında Allah’ın nûrunu seyreyleyerek hicrandan vuslata geçiş ne demektir?
“...âşık mâşûkunun (sevgilisinin) yanında iken de hicranda (ayrılıkta) sayılır. Zîra âşık, mâşûkunun hakîkatini bilmedikçe, aşk, sırf tene âit zevklerden ibâret kalır. Zîra o âşıkı, sevdiğinin kaşı gözü vücûdu avlamıştır ve kendisini avlayanın hakîkatte ne olduğunu anlayamamıştır. Bu anlayamadığı hakîkat ise Allâh’ın cemâli nûrunun pertevidir (parlaklığıdır). Dünyâda ne kadar güzel şeyler varsa hep Cenâbı Hakk’ın nûru pertevidir. Yine biraz evvel söylediğimiz gibi, mânâyı bırakıp şekilde güzellik görenler, her türlü şekil zevâle (tükenmeye, son bulmaya) mahkûm olduğuna göre, şüphesz hicran  vâdîsine atılırlar. Ama Mevlâ’yı buluncaya kadar Mecnûn’un Leylâ, Leylâ demesi tabiîdir.
Halbuki diğer mânâda hicran, âşıka cezâ ve ihtar olarak verilmiş olmayıp, vuslatın (kavuşmanın) kadrini bilmesi için lâyık görülmüştür ki bu ötekine benzemez. Çünkü bu hicran, vuslata ermek için, vuslat ile hicran arasındaki köprüden geçmek demektir...”  SOH.2000/s.186

Aşk ve âşıkta vefâ neyi anlatır?
“…İnsan, gönlünü o kadar temiz tutmalıdır ki; “ne düşünüyorsun?” sualine karşı: Şunu düşünüyorum! Cevabını verebilmelidir. Gönül bir dereye benzer. Ondan zehirli otlar, çer çöp, dallar, budaklar her şey geçer, yalnız bunları biriktirip taaffün ettirmemeli (kokuşturmamalı)! Gelse de geçip gitmelidir… YM.1983/s. 352

 ...kim neden vefâ umarsa ondan cefâ görür. Bu bir kãidei umûmiyedir (genel kaidedir, kuraldır). İbret olsun diye söylüyorum… SOH.2000/s.232

 ... Onun için bir kimsenin Allâh’ın aşkından gayri, arzuladığı ve sevdiği herhangi bir şeye karşı duyduğu, değil yalnız dünya sevgisi, âhiret muhabbeti de olsa, aşırı şekilde gönül verdiği bu mahbuptan (sevgiliden)  çekilmeyince, vahdet cemâlini (birliğin güzelliğini) görmesi mümkün değildir.
Bu türlü kendini gayriye bağlamış kimseler, öldükleri vakit hiç bilmedikleri ve ahâlisinden tiksindikleri diyarlara düşerler, bin türlü belâlara müptelâ (tutkun) olarak mahrum ve perîşan kalırlar…SOH.2000/s.407408
...Vefâ Allah’ta ve Allâh’ın sevgililerindedir...” SOH.2000/s.451

Kendini puta taparken yakalamakla ne kastedilmektedir?
“…herkes kendi istidadına göre düzdüğü bir puta, bir sevgiliye âşıktır. Her su denize yol arar, fakat bulabilir mi? Kimini güneş yükseklere çeker; bulut deriz. Kimisi buluttan düşer, yağmur deriz. Kimi karaların ortasında kalır, göl deriz, ilh… işte bunun gibi, bilerek, bilmiyerek her insanın gayesi de aşktır. Fakat bir damla suyun başına gelen maceralar gibi o da çok defalar bu gayeye pek karışık yollardan gider. Her insan kendi istidadı yaşına uygun bir sevgiliye gönül verir. Hakikî aşka varamayan insan yeryüzünde daimî surette vücudün zindanında kalmaya mahkûmdur…
…Aşkın mahiyetinde ayırılık ve ikilik yoktur; lâkin bâzı kimselerde küllî aşka varma istidadı olmadığından Allah bu kimseleri yine kendi aşkına istidat peyda etmeleri için bir surete (şekle), bir şahsa mukayyed eder (bağlar, kayıtlar). Yani kendi gibi bir beşerin aşkına mübtelâ (tutkun) eder ki böylece de mecazî aşk, hakikî aşkın köprüsü olur.
Esasında aşk, âşık ve mâşuk (sevgili) diye ayrılıklar yoktur, bunlar tek bir şeyi ifade eder. Mâşuk, aşıkın aynası, aşk ise her ikisinin mecmuudur (toplamıdır). Aynaya bakan kimsenin orada gördüğü nasıl kendisi ise âşıkın da mâşukuna incizap (çekilişi) ve meftunluğu (tutkunluğu) yine kendi sûretine râcidir (dönücüdür). İşte bunu idrâk edemeyenlerin aşkına incizâbı aşkı mecazî (aslında olmayan varsandığın aşka çekim) diyorum ki onlar hakikatte aşklarının kendilerinden kendilerine, daha doğrusu Hakka ve halka ait olduğunu bilmiyorlar… YM.1983/s.190-191

... Hani bir hikâyede âşık mâşûkuna: Ben senin için sabahlara kadar uykusuz kaldım. Göz yaşlarımdan ırmaklar hâsıl oldu. Hiçbir sabah beni uyuyucu görmedin.. gibi sözler söyledikten sonra mâşûku: Evet… diyor. Doğru… hepsini yaptın. Fakat asıl yapılacak olan şeyi yapmadın, kendini bende fânî (yok) etmedin, yok olmadın!
İşte, nûrânî hicaplar (perdeler), bu âşıkın mâşûkuna sayıp döktüğü benlik gösterici şeyler ve emsâlidir (benzerleridir)...  SOH.2000/s. 320

…çalışalım ki güneşe tapmayalım, Allâh’a tapalım. Çünkü âşık için yâr, gün için güneş gibidir. Âşığın günü ve güneşi cânânıdır. Bu maddî güneş ve güneşe benzeyen mecâzî  sevgililer, o cânâna perdedir. Kim ki perdeyi cânandan kaldırmadıysa, o güneşe tapıcı oldu…SOH.2000/s.291

 …Bir erkek yâhut kadın 1617  yaşlarına gelince, Hakk’ın bir tecellîsi (görünüşü), bu kadın veya erkeğin gözünden parlamaya başlıyor ve etraflarında, onları görüp beğenen ve sevenler alıp yürüyor. Fakat bu hayranlar, o tecellînin, Hakk’ın olduğunu bilmediğinden, bunu o kimseden, o kimsenin cismânî varlığından zannediyor. Halbuki  sevdiğin kimse ölecek olsa, buz gibi bir mermere dokunmuşcasına dehşet duyar ve kaçarsın. O güzelin karnını bıçakla yarsalar, içindekiler dışarı çıkınca iğrenerek uzaklaşırsın. Şu halde o ten perdesi altında neler olduğunu bil! Âşık olacaksan mânâya âşık ol, leşe değil. Sevdiğine, hayvâniyet duygusu ile bağlanmanın sonu elbet hüsrandır.
Maamâfih mecâzî aşkta bile, o ilâhî nûrun bir zerresini görmekle âşık ne coşkunluklar ne taşkınlıklar ne fedâkârlıklar ne ferâgatler (özveriler) gösterip bir sarhoşluk âlemi içinde yaşar ve muvakkat (geçici) bir zaman için de olsa, bir zevk ve lezzet dünyâsı içinde mest olur. Sonu hüsran ve hicran olan bir aşk bile insanı bu hâle getirirse ya hakîkî aşkı târif eylemek nasıl mümkün olur?…” SOH.2000/s.274

Âşıklığın ölçüsü ne olabilir?
Celâli ve cemâli, bize pozitif veya negatif gelen herşeyi Allah’tan geldi düşüncesiyle değerlendirebilirsek gerçek mânâda sevgiyi yakalamış olur muyuz?
Âşıklığın ölçüsünde bu konunun yeri nedir?
“...Esâsen âşıklığın ölçüsü, kahır ile lutfu bir bilmektir. Bâzı kimseler, sâdece lutfunu isterim, der, celâl tarafına gelince, ben paşamı bu kadar severim, der gibi kaçarlar. Mâdemki beni seviyorsun, seni okşamamı sevdiğin gibi, acılarıma  da katlanmalısın. Ancak o vakit beni sevdiğin sâbit olmuş olur. Böyle olmadıkça da, beni sevmekliğin, yalnız iltifat ve lutuflarına muhabbetten başka birşey olmamış olur, ki bu da bir nevi (çeşit) şirktir (Allah’a eş koşmadır)...”
Hâfız Rızâ Efendi:
Aşk mahlûk mudur (yaratılmış mıdır)?
“Ben gizli bir hazîneydim, istedim ki bilineyim (Hadîsi kudsî),” gereğince aşk, Cenâbı Hakk’ın sıfatıdır.
İşte yukarıda da söylediğimiz gibi, aşk çeşmesinden abdest alan kimse, dünyâyı terk, âhireti terk, varlığı terk, terki terk denen dört tekbîri bir etmiş olur. Kendi de o zaman lâ ilâhe (ilah yoktur) katarına katılıp gider. Geri kalan ise illallah (yalnız Allah) olur. SOH.2000/s.511

Gerçek aşk ve gerçek âşık kendini nasıl belli eder?
“…iş uzaklık ve yakınlıkta değildir, kalp râbıta (irtibâtı) ve yakınlığındadır... SOH.2000/s.121

…Dün câmide idim. Hoca vaaz ediyordu ve : “Gördün mü o kimseyi ki arzûsunu ilâh ittihaz (kabul) etmiştir. Sen o kimseyi o arzûsundan geri çeker ve men eder misin? Elbet hayır, belki sana lâzım olan, iblâğ (eriştirmen, tamamlamandır) ve inzardır (ihtarda bulunup, doğruyu gönlüne akıtman yerleştirmendir) (Furkãn sûresi, 43. âyet).” meâlindeki âyeti kerîmeyi okudu.
Elbette nefsinin arzûlarına hizmet eden, Allâh’ın men ettiklerinden kaçmayan kendi nefsine tapıyor demektir.
Seni seviyorum, diyorsun. Halbuki ben sana, gıybet etme, haset etme! diyorum. Sen bu dediklerimi tutmaz, arzûlarımı yerine getirmezsen beni sevdiğin nerede kalır? Senin istek ve arzûlarına göre ihsanda (bağışta) bulunduğum zaman memnun oluyorsun. Azıcık keyfine aykırı hareket eder etmez vaziyetin değişiyor. O halde sen kendi arzûlarını, kendi nefsini ilâh ittihaz etmiş (kabullenmiş) oluyorsun…”   SOH.2000/s.65

“Zül celâli vel ikram” ismiyle Allah kahırdan mı lutfun zuhur ettiğini anlatmaktadır? O halde celâl nasıl tanımlanabilir?
“… Meclisten birisi, herhangi bir kalbin çekirdeği aşk ola, nebâtı (yemişi) celâl ve cemaldir (kahır ve lutufdur), buyruluyor. Burada celâlin mânâsı nedir? diye soruldu:
“Celâl, Hakk’ın kahrı, bütün şekillerin, varlıkların ve vücûdun mânen eriyip, Allâh’ın tecellî (görünüşü) ve zuhûr (meydana çıkışı) yâni kendi yüce varlığının bekãsı (ölümsüzlüğü) demektir.” … SOH.2000/s.9

“...  Semîha hanım:
Celâlimiz bizim nikãbımızdır (perdemizdir), onu keşfetmedikçe hiçbir göz dîdârımızın (sevgilinin, Allah’ın) nurlarını görmeye lâyık olmaz, buyruluyor.
(Ken’an Rifâî şöyle devam etti:)
“... Celâlden (kahırdan) maksat nedir? Seni cemâle (Allah’ın lutfuna, güzelliğine) kavuşturacak olan nurdur.”
Semîha Hanım:
O cemâlin kudreti, güzelliği tecellîsi, varlık yakıcı nûru... celâl, o cemâlin  nikãbı (perdesi) olmuş... onu keşfetmedikçe cemal  görünmüyor!
“Celâlden maksat, kudret, heybet, kahır ve azameti kibriyâdır.”
Sabîha Hanımefendi:
Celâl, uzaklaştırıcı bir tecellî değil midir?
“Senin demek istediğin gazaptır (öfkedir, hiddettir). Burada celâlden maksat, cemâlin heybetidir. Maamâfih (bununla birlikte) cemal tecellîsi ve lutf u ihsan (bağış) sûretinde de celâl yâni gazap olabilir. Şöyle ki: Bir gün adamın biri, Hazreti Pîr’e kamçı ile vuruyordu. Kendileri de vuranın elini öpüyorlardı. Bu hâli gören bir kimse, Hazreti Pîr’den işin hikmetini sordu. Buyurdular ki: Biz onun elini öperek ondan kaçıyoruz. O ise bizi kamçılayarak bizden uzaklaşıyor.
İşte iki türlü uzaklaşma, iki türlü itiş...”SOH.2000/s.111

 

Yılan sokması hikâyesi celâl sıfatını nasıl açıklar?
“…Adamın biri yolda bir yılan görmüş ve yanına giderek tutmak istemiş. Yılan da onu sokmuş. Onun üzerine şeyhine: Sen bana herşeyin Hak olduğunu söylemiştin. Halbuki işte yılan beni soktu... diye şekvâda (şikâyette) bulunmuş. Bunun üzerine şeyhi: Evet Hak’tır. Fakat celâl libâsı (kahır elbisesi) giymiştir.  Onun için tutmayacak, yanına yaklaşmayacaktın. Zîra vazîfesi sokmaktır, demiştir.
Evet insanın kendi esmâsından (isminden) olmayan kimselerle bağdaşamaması anlaşamaması tabiîdir. Zîra bir zıt isim diğer zıt isimle muhârebe (savaş) hâlindedir. Zeytinyağı ile su karışır mı? Halbuki esâsa gelince, zeytinyağının da aslı sudur... Ancak taayyün âleminde yâni bu yaratılış dünyâsı içinde bağdaşamazlar. Zîra aralarında isim ayrılığı vardır.
İnsanların, aralarında velev azçok bir cinsiyet bir benzerlik damarı olan kimseler ile anlaşmaları kolay olur. Fakat anlaşamadığın kimselere de saygı göstermeye mecbursun. Daha ileri düşünürsen seversin de.
Görmüyor musun, sarhoş çamurda yatıyor da kendini kaba döşekte zannediyor. Yüzünü köpek kirletiyor da, gülsuyu zannediyor. Neden? Çünkü sarhoş. Yâni kendinden geçmiş. “Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyar (Hakk’tan gayrı) kalmamış,” sırrı zuhûra gelmiş. Fakat mâdem ki taayyün âlemindesin, dünyâdasın, ayıksın sokucu olan yılanın yanından kaç! …” SOH.2000/s.424-425

Aşk ehli için celâlde de cemâl tadı mevcuttur demekle ne kastedilmektedir? 
“…Kış, yâni celâl (kahır) dediğimiz bu mevsim, bir sınıf halk için yâni servet ve kudret sâhibi zümre için bir nevi (çeşit) eğlence ve zevk zamânıdır...
…fakirler için sefâlet, yokluk ve ölüm mevsimidir. Neden?  Çünkü bunların o celâle karşı korunacak iktidarları (gücü kuvveti) yoktur...
...serveti aşkı olan kimseler için de celâl, aynen böyledir. Celâl onlara bir nevi zevki diğer olur. Aşktan yoksul, fakir halliler için ise ölüm ve helâk olur, dehşet ve ıztırap olur.
Halbuki aşk ganîsine (aşkı çok olana) celâlden korku yoktur. Nasıl ki Bâyezîdi Bistâmî: “Allah’ım benimle olunca, cehennemde de olsam, cennet zevkini duyarım!” buyuyur...
...İşte kahır ve lutfun ikisine de aynı zamanda mazhar (zuhur yeri) olan bir numûne (örnek)… Yâni kışta da yazda da aynı tarâveti (tazeliği) muhâfaza eden (koruyan)  bir güzellik! …  SOH.2000/s.5

...Yâ Rabbi! Sen cehenneminde azab edeceğim, diyorsun. Senin olmadığın yeri göster ki cehennemini göreyim diyen şair ne güzel söylemiş…” YM.1983/s. 185

Nefsin terbiyesi...
Riyâzat ve aşk arasında nasıl bir bağ mevcuttur?

“…Bir Hak yolu yolcusunun yaptığı birçok riyâzatlar ve mücâhedeler  ateş değil de nedir?  Nefse göre bunlar yakıcı şeylerdir. Meselâ bir sarhoşu rakısından menetmek (uzaklaştırmak, yasaklamak), bir tiryâki için içtiği bir paket sigarayı yarıya indirmek bile ne müşküldür. Duman için edilen riyâzat bile ateştir. Kezâ, nefsi zevk aldığı herhangi bir şeyden meneylemek de ateş tesîri yapar. Fakat nefs bu ateşten sakınmayınca nûru bulamaz.
Aşk ehline gelince, zâhir ehli (dünyâ ehli) için ateş olan aşk, bunlar için nurdur. İbrâhim’i ateşe attılar. Fakat bu ateş ona gülistan (gülbahçesi) oldu. Halbuki aynı nur başkası için ateştir.
Âşıka ateş, hicrandır (ayrılıktır), cemalden  uzaklıktır…” SOH.2000/s.221

İbâdet…
Aşkla yapılan ibâdet ne demektir?
“…Aşk her şeyin, zikrin ve ibâdetin de fevkindedir (üstündedir). İbâdet de aşksız olursa bir işe yaramaz, cemâli  görerek aşkla yapılan ibâdetle, Allah’ın emri diye yapılan ibâdet arasında ne azim (büyük) fark vardır…” YM.1983/s. 190

... Doktor Ziyâ Cemal Bey:
Kendilerini ibâdet ve tâate tahsis edenler aşk erbâbı mıdır?
“Onlar da aşk erbâbıdır. Amma aşkın teferruâtına (ayrıntısına) âşıktırlar. Yâni ya cenneti arzu ettiklerinden veyâhut da cehennemden korktuklarından korku veya ümit üzerine Hakk’a ibâdet edenlerdir ki, bunda yine nefsin parmağı vardır.
İşte aşk erbâbı ile zevk erbâbının farkı, birinin Allâh’ın cemâlini istemesi diğerinin ise Hakk’ın sıfatları ile iktifâ etmesidir (yetinmesidir). Şeker şeker demek ve onu sâde görmekle iktifâ edenler ile şekeri yiyerek tadını anlayanların arasındaki fark gibi... Yâni sûretle (şekille) mânâ gibi ve bayraktaki aslan ile hakîkî aslan gibi...” ...”   SOH.2000/s.577-578

Vahdet...
Âşıklık laubalilik getirir mi?
“…vuslata erenler (kavuşabilenler) ve Allâh’a yakın olanlar ile, zâhirde o huzûra alışkanlık hâsıl ederek lâubâlîleşen ve evvelki parlak tecellîleri (görünüşleri) sükûna eren  kimseler arasında fark vardır. Vuslat erbâbındaki sükûnet ve hal, cânânın (sevgilinin) yakınlığının ve zuhûrunun şiddetindendir, yoksa lâubâlîlik îcâbı değildir…”       SOH.2000/s.217

Sorumluluk, cüz’î irâde...
Aşk ilâhî bir lûtuf ise, kişiden beklenen nedir?
“...O aşkın hil’ati (kıymetli kaftanı elbisesi) senin üstünde olduğu müddetçe bu hil’atin şekliyle  şekillenmek hâliyle hallenmek lâzım gelecekti. Eğer sen o şekli iktisap etmez (kazanmaz) o şûle (ışık) ile pişmezsen kabahat sâhibin değil ki...
Gün olup cünûn (coşkunluk) devri geçerek o hil’at senden alınınca, altında pişmemiş olan kimsenin dilinden: “Kül olunca yanmaz olur nârı sûzânım (yakan ateşim) benim...” sırrının zuhûru tabiîdir...”
(Öğrenci soruyor:)
Bu aşk hil’atinin alınması bir suç karşılığı mı vâki olur (ortaya çıkar)?
“Hayır. Bu, muvakkat (geçici) bir imtiyazdır (ayrıcalıktır) ve senin içinde yanıp nefsânî ve hayvânî vasıflarını yok etmen için verilir. Zamânı taman olunca tabiî ki alınır.
Bir de bâzısına bu hil’at sırf ihsan (bağış) olarak giydirilir. Meselâ Celâl Hoca gibi, Rifâî evlâdı olduktan sonra cezbe (çekiliş) verildiği halde tahammül edemeyip (dayanamayıp): Alın bu hâli benden... kitaplarım iki parmak toz tuttu, okuyamaz oldum! diye, daha bu aşk hil’ati alınmadan, alınması için: Alın, alın! diye şikâyet edenler de olur.
Halbulki yalvarmaya hâcet (gerek) yoktu. Zîra  nasıl olsa alınacaktı...
...Herkese aşk verilir mi? Sana verilmiş olduğu halde kadrini (kıymetini) bilmemişsen kime ne ? Kıymetini  takdir et de pişmeye bak!…
Bunun için ihsan sâhibine serzeniş (şikâyet) ve sitem doğru değil ki… kendi gayret ve kãbiliyetine küssün.
   Maamâfih (bununla birlikte) o tecellî içinde pişme yolunda bir yanma hâdisesi başlamış ise ağır ağır da olsa içten içe yanmakta devam ederek bu ateş gittikçe ilerleyip nihâyet sâhibini temizler.
Aşk ihsan olunan kimselere onun kadrini bilmemek ayıptır, hattâ yazıktır.
Bu ihsandan maksat ne idi? Mâşuktan (sevgiliden) başka bir şey görmemek, zamânı gelip o hil’at kalktığı vakit de hep aynı şeyi görmek yâni her fiili her hareketi Allah’tan bilmekti.
Aşk hâlinin cünûnu ve zevki üzerinde iken ne para, ne mevki, hattâ ne evlât gözünde oluyor. Kibirlerden, kinlerden, yalanlardan, hîlelerden eser  kalmıyor. İşte o hil’at alındığı vakit de böyle olman lâzım gelir. O zaman niçin değişiyor, beşeriyet (insanlık) hâliyle baş başa bırakılınca aynı hâli muhâfaza edemiyorsun? Halbuki aşkın verdiği irfan sende görülmek isteniyor...” SOH. 2000/s.155-156

İstîdat, nasip...
Aşkın ortaya çıkışı ve gelişim göstermesi zamâna bağlıdır denebilir mi? Aşka istîdatlı oluşun önemi nedir?
“…Aşkın tezâhür (meydana çıkma) ve tekâmülü (gelişimi) zamanla kayıtlı değildir. Yalnız, kãbiliyetlerin gelişmesi nisbetinde kendisini gösterir. Âdem’le Havvâ’da aşk nasıl zuhur etmişse, el’an (her an) bu budur. Yalnız sûret ve şekil başka... Öyle ki senin ana karnındaki hâlin ile rüşte erinceye kadar geçtiğin ve daha sonra geçmekte olduğun yolları düşün... Bunların hepsi bir midir? İlim, meyil, muhabbet tâ aşka gelinceye kadar birer mertebedir. Ana karnından bu zamâna kadar geçirdiğin hayat safhalarını dikkate alırsan, aşkın da kãbiliyet ve istîdâda göre tezâhür, cilve, şekil ve sûretlerini anlayabilirsin... SOH.2000/s. 569

… Maamâfih Hak yolunda bulunanların ve Hak âşıklarının bir kısmı... gösterdiği irfânı söz ile dile getirmeye muktedir (gücü yetiyor) olmasalar bile anlayıp zevk duymaktan uzak değillerdir. Yâhut bu türlü bir anlayışları olmasa dahi, sadâkat, hizmet, kulluk vesâire gibi meziyetleri vardır. Herkesin bir seviyede olması mümkün bulunmadığına göre, bir yüksüğün alabileceği su ile bir bardak, bir sürâhinin, bir havuz ve gölün ve nihâyet bir denizin aldığı suyun aynı hacimde olması beklenemez.
Hâsılı aşk başka, meşk başkadır. Biri güneşin kendisi, diğeri ise idâre kandilidir! ...                          SOH.2000/s.391

…Her âşık sâdıktır. Lâkin her sâdık kimse âşık değildir. Her nebî velîdir. Fakat her velîde nebîlik yoktur...”         SOH.2000/s. 621

Akıl…
Akıl kıymetli olsa dahi, aşktan yoksunluk hâlinde bir işe yarar mı?
Örneğin deveci ve dilenci hikâyesine ait aşağıdaki sorularımızı yanıtladığımızda konuya ilişkin nasıl bir fikre sâhip olabiliriz?
a) Belki yük taşıyan devecinin, dilenci kadar aklı yoktur ama, hiç olmazsa kendiyle de rızkıyla da barışık, mutlu, huzurlu bir hayat sürmektedir. Neden? 
Kanaatkâr olmak, tevekkül olmak onu hangi noktalara taşımış olabilir?
 b) Öte yandan, dilenci acaba hangi hatâsından dolayı kendini nasipsizliğe mahkum etmiştir? 
Allah aşkıyla hayatı, olayları değerlendirmek varken, niçin kahırları kahır olarak değerlendirip kendiyle de, kaderiyle de, Allah’la da barışık değildir?
Böylesi bir barışkınlık onu kanaatkâr etmiyecek midir?
Üstelik dilenmenin, hakksız emeksiz para kazanmak olduğu düşünüldüğünde hangi kanaatten, hangi tevekkülden, hangi aşkın uğruna insan olma gayreti içinde bulunmaktan bahsedilebilinir?
c) Sonuç itîbâriyle hikâye incelendiğinde niçin akılsız deveci kıymetlidir?
“… Mesnevîi Şerif hikâyesidir: Adamın biri, devesine bir çuval un yüklemiş. Fakat denk gelmesi için devenin bir tarafına da kum koymuş arkadan da yalın ayak başı kabak biri geliyormuş. Deveciye: Efendi, bu devenin üstünde ne var? diye sormuş. Deveci: Bir tarafında un, öteki tarafında kum var! demiş. Pejmurde kıyâfetli adam: Unu anladık, fakat kum ne olacak? diye tekrar sorunca: Deveci denk gelmesi için... cevâbını vermiş. Bu karşılığa hayret eden adam:  Onun yarısını bir çuvala yarısını da ötekine koysaydın olmaz mıydı? diye sormuş. Bu tavsiyeye hayran olan deveci: Kuzum bu akılla sen nesin? Elbet varlık dirlik sâhibi büyük bir adamsın... deyince yolcu cevâben: Yanıldın, pek fakir bir adamım, kapı kapı dolaşır dilenirim... demiş. Deveci hayretle: Bu akılla dileniyorsun? Öyle ise çekil yanımdan… uğursuzluğun bana da dokunmasın uzak ol benden! demiş.
Kazancın, yalnız akıl ve ilimle olmadığına bu hikâye güzel bir misaldir. Evet, kazanç yalnız akıl işi olsaydı, bu adamın hiç değilse, o akılsız deveci kadar bir varlığı olması îcap ederdi...” SOH. 2000/s.114-115

Hizmet...
Aşkın tevhîd noktasına tırmanışta akla sunduğu hizmet nasıl izah edilebilir?
(Öğrenci:)
“…Ken’an Rifâî .... “aşkı olmayanın huzur ve safası da olmaz, safa bulmuş insan bütün mevcudatta Hakkı gören insandır” der.
İnsanı ferdî ve fâni varlığından kurtararak, beşeriyete (insanlığa) ve kemâle (olgunluğa) doğru yükselten aşk, onca,  “akıl gözünün dürbünüdür, ileriyi gören bir  adesedir (dürbündür), aşkla kuvvetlenmiş bir göz için varılamayan hiçbir güzellik yoktur…”YM.1983/s. 191

Tevhide götürücülük...
Hakk’ın cemâli nasıl görülür? 
“…Cemâli gören, aşkın nûrudur, aklın nûru değil. …” SOH.2000/s.615

“... Aşkın nûru ne demektir? Aşkın nûru ilâhî tecellî demektir. Akıl, ancak aşk nûriyle Allâh’ın cemâlini görebilir. Vakıâ maaş aklından da nur vardır. Ama o, bütünü görmeye muktedir (güç sâhibi) değildir. Bu yüzden de onu, aşk nûru görür ki bu da Sübhân’ın (Allah’ın) tecellîsidir. İşte bu aşk nûru maaş aklına göz olursa o vakit “çeşmi tîz” parlak görücü olur...” SOH.2000/s. 287

Sınırların ötesine taşıyış, coşkunlukla ilerleyiş...
Akıl, aslını arayıcılıktan uzaklaşırsa,  kendini, kendi sınırları içinden ifâde etmeye mahkûm kalır. Ulaştığı her noktada ben yaptım der ve yaptıranı asla görmez, algılayamaz. 
Böylesi bir durumun ötesine, insanoğlu ancak kendi benliğini Hakk’ın varlığında eritecek olan aşkıyla mı geçebilir?
Sâmiha Hanım:
“…  Mesnevîi Şerif’te, akıl ve aşk hakkında çok hoş bir beyit var. Buyruluyor ki:  Ruh deryâsına atılmakta ve hakîkat âleminde sefer eylemekte  yüzücülüğüne güvenme. Akıl ile yol almak, yâni ümîdi aklın fetvâlarına bağlamak hiç mi hiçtir. Bu yolda Nûh’un gemisine girmekten gayri çâre yoktur...
(Ken’an Rifâî:)
“…nice akıl sâhipleri, eserden eser sâhibine sebepten sebebi yaratana varmak isterler. Sâdece dünya işlerine eren o küçücük akılları ile: Biz Allâh’ı buluruz, derler ve tabiî ki ne bilirler ne bulurlar.
Halbuki aslını arayan akıl, Cebrâil’in Hazreti Meryem’e nefhettiği (üflediği) ilâhî sır, ilâhî emânettir ki, buna izâfî ruh denir. İşte bu cezbe (çekim) bu aşk olmayınca hiçbir şey anlaşılamaz. Hakîkat, ancak bu cezbe içinde kendini gösterir. Yoksa cüz’î akıl ile hakîkati anlamak mümkün olamaz.
İbrâhim Hakkı Hazretleri’nin buyurduğu gibi,
“Lâ ilâhe tîgın al ağyârı dilden kat’ kıl
Hoş hırâm eyle cihânı pâki illallâha sen”
Cüz’î akıl erbâbının söyledikleri hep zandan (zannetmekten) ibârettir. Zan ise mahlûktur, yâni yaratılmıştır. Onun için Hazreti Ali: “Akıl mahlûktur, yaratılmıştır, onun tasavvur ettiği ne varsa tabiî ki o da mahlûktur, o da yaratılmıştır,” buyurur.
Hâsılı kelâm, Nûh’un gemisinden maksat, kâmil insanın nefh ettiği bu cezbe, bu izâfî ruhtur. O hâsıl olmadıktan sonra, insanın kendi cüz’î aklı ile ruh deryâsına ve hakîkat âlemine sefer kılmasına imkân yoktur. Bu yolda emniyet ve aman yâni kurtuluş, o aşk ve cezbe gemisine sığınmaktan ibârettir…” SOH.2000/s.144

Cezbe hâli...
Cezbe hâline  ilâhî çekilişe  yenik düşen, dünyâ ve âhiret dengesi konusunda tehlikelere sürüklenebilir mi?
Cezbe hâlinden istifâde etmek mümkün müdür?
(Öğrencileri diyor ki:)
“…Beşerî mefhumlar (kavramlar), daima bir meçhulün (bilinmeyenin) bir malûma (bilinene) teşbihi (benzetilmesi) ile hasıl olan tedaî (çağrışım) zincirlemeleridir. Mistik adam, umumî mefhumlar (genel kavramlar) silsilesinden hiçbir cüze (parçaya) benzetilemeyecek bir suret gördüyse, müsbet denilenin de, menfî denilenin de ötesine geçti, hayır ve şer sıfatlarının çehre değiştirdiğini, elele verdiğini, tek vücut olarak cevelân ettiğini (dolaştığını)  müşahede etti ise bu tabloyu nakletmeğe elbette ki muktedir (gücü yetici) değildir. Cezbe (çekiliş), tehlikeli bir yoldur. Ayak basanların çoğu geri dönmez, geri dönenlerin çoğu hakikatte geri dönmüş değildir, benliklerinin sıklet merkezi (ağırlık merkezi) meçhul bir mıntıkada unutulmuştur, ne ileri, ne geri artık yol bulamayarak bocalamada kalırlar. Cezbenin çok az muzaffer (başarılı) gazileri olur. Bu mertebeye erişenlerin, ne şekilde olursa olsun, sazla, sözle, ilimle, amelle, insanlığa söyleyecek bir çift sözleri vardır. Cemiyet bünyesine çeki düzen veren büyük pederşahlar (baba hakim aileler), din müessisleri (kurucuları), san’atkârlar, hattâ ilme yeni istikametler açan büyük kâşifler bu muzaffer  gaziler zümresindendir…
... Eski Şark (doğu), cezbeyi dinî zaviyeden (açıdan) mütalâa etti (değerlendirdi) ve cezbe yolunun gayesini tahakkuk ettirmiş (gerçekleştirmiş)  bulunan Mevlânâ ve emsâli (benzeri) dâhîleri, cihangirlerden (fetih sâhiplerinden) üstün tuttuğu gibi aynı yolun kazazedelerini de hor görmedi: Eski Şark’ın  nazarında olanlar, takatlarının yetmeyeceği büyük bir maksada hamle ederken çarpılıp sakatlananlar oldu…” YM.1983/s. 209

Âşıklık öğrenilebilir mi veya öğretilebilir mi?
“…idrak seviyeleri daha üst mertebelerin (mevkilerin) hâlinden anlamayan çocuk ruhlu kimselere, oyalayıcı hikâyeler tarzında sözler söylersen dinletebilirsin. Bu arada da mânâya âit bâzı şeyler öğretebilirsen ne âlâ. Fakat sırf mânâdan bahsedecek olsan tahammül edemez, kaçarlar.
Aşk, Cenâbı  Hakk’ın lutfudur, nasip iledir. Her yiğidin kârı değildir. İşte bu gibi kimseler ak sakallı da olsalar, başlarına babadan kalma bir taç da giyseler, aslı bırakıp teferruat (ayrıntı) ile uğraştıkları için çocuk mesâbesindedirler (konumundadırlar)…” SOH.2000/s.512-513

Aşk, âşıkta nasıl bir görünüş bulmaktadır?
“…Aşk ile giden, orada her şeyi kendine zevk edecek, akrebini, yılanını her şeyini sevecektir. Amma bu hal kendinden gelmeli... İllâ da yapayım, demekle olmaz... SOH.2000/s.500

… Kendi hakkında istediğin hayrı, güzelliği, gönül zevkini, aşkı ve nûru başkaları için de iste ki tam âşık olasın...”     YM.1983/s. 190
Sâmiha Hanım:
Kalp kandili uyanırsa onun nurları insanın duygularından ve hâlinden de zuhur eder, diye bir söz gördüm.
“Tabiî değil mi ya... Meselâ bir havuzun suyu temiz, berrak olursa, musluklarından akan su da saf olur. Çamurlu olursa, akan su da çamurlu olur… Bir aynayı da yere atsan, yüz parça olur, yüz parçasından da aynı şey görünür... ” SOH.2000/s. 163

Mârifet olarak, hizmet olarak aşkın hayata yansımasıyla ne kastedilmektedir?
“...Bir odunun sobada parlak alevlerle çatır çatır yanması zevkli ise de o çatırdı ile o halde kalacak olsa ondan matlup (istenilen) hasıl olmaz, yani oda ısınmaz. Halbuki ondan istifade lâzımdır. Bunun gibi sen de yanlız kendin için değil, âlem için olmalısın. Odunun gürültü patırdıdan sonra kor hâline gelmesi nasıl lâtif ise, âşıkın da iptidaî (ilkel) hâlinden geçerek sükûna ermesi ve kendini beşeriyetin (insanlığın) emrine vermesi zevk ve gayedir...”  YM.1983/s. 190

Aşktan nasıl istifâde edilebilir?
“...Aşk zehirinden daha güzel ve daha leziz hiçbir şerbet içmedim. Aşk hastalığından daha hoş bir sağlık bulmadım.
Hastalık… dedim. Çünkü aşk, dünya işlerini idâre eden aklı, cismin arzûlarını ve hayvânî rûhu mahveder, hasta eyler de onun için hastalık diyorum.
Nice seneler, nice günler ve aylar, bu aşkın bir ânına nisbet, bir saat gibidir.
Aşk ateşinin mâdeni lâmekândadır (mekânsızlıktadır). Yedi cehennem bu aşk ateşinin bir kıvılcımıdır. Var seyret ne imiş kendisi! Bütün güzelliklerin ve lezzetler harmanının sâhibi olan kâmil insan (olgun insan), ormanda arslan nasıl gezinirse, öylece gönüllerde ve düşüncelerde dolaşır... SOH.2000/s. 294

…aşkı benlik yakıcı bir hil’ata (değerli kaftana, elbiseye) benzetmiştik. O hil’atin sâlike (Hak yolu öğrencisine) ihsan olması ise onda mevcut olan bütün nefsânî sıfatları yakması içindir. Nasıl olsa bir gün gelecek bu hil’at o kimsenin üstünden kaldırılacaktır. İşte o zaman içinden ham olarak değil, pişmiş ve kâmil olarak çıkabilsin...
…aşkı olmayanın safâsı da olmaz… Yâni safâ demek, safvet (saflık, temizlik) bulmuş olmak demektir. Hakîkat ehli indinde safâ, yüksek bir mertebedir. Bu, bütün mevcûdatta (yaratılmışta) Hakk’ı gördüğün vakit hâsıl olur. Çünkü bütün mevcûdatta Hakk’ın bir ismine mazhar (zuhur yeri) olmamış bir şey yoktur. Hazreti Ebû Bekir: “Hiçbir şey görmedim ki onda Hakk’ı görmeyeyim” diyor. Eğer Hak’tan ârî (başka) bir şey görürsen o bâtıldır (boştur)... SOH.2000/s. 255

…Aşk demek, başka sevgiyi, Allâh’ın sevgisine üstün tutmamaktır.
Aşk hangi vücutta karar ederse, orada Hak’tan gayri ne varsa yakar, yıkar. Onun için aşk yoluna, kanlı yol denir…SOH.2000/s.589

 … O aşk şûlesi senden çekildiği zaman, altından, onu sana verenin boyasına boyanmış, o aşkı hal etmiş ve seni aşk kesilmiş bulmak gerek. Bu dereceden sonra ise, senden aşkın kendisi zuhur eder. Çünkü artık sen aşk oldun demektir. Halbuki o cünûnun (coşkunluk), o ateşin seni sarması muvakkat (geçici) idi, bir an gibi idi, tâ ki yanıp kül olacak ve üstüne giydirilmiş olan bu hil’at (kaftan) senden alınınca aşk olacak ve yanarak, yalan, riyâ, kibir, kin, hîle, şirk ve benlik gibi nefsine müteallik (ilişkin) hiçbir kötülüğün kalmayacaktır… SOH.2000/s.154

… İnsanlarda şehvet, hırs, benlik, kibir, garez, gazap haset ve emsâli kötü ahlâklar bulundukça, insanın nefsini ıslâh eylemesi ve vücûdu memleketini refah ve adâletle idâre edip kullanması imkân dâhilinde değildir. Bu çeşit huyların pençesi altında bulunan insanlar için dünya bir mihnet (zahmet) hânesi olduğu gibi, âhiret de bir zulmet ve azap hânesidir... ”  SOH.2000/s.447

Neml sûresi 34. âyetin izahı aşktan nasıl istifâde edilebileceğine mi işârettir? Bu istifâde kişiyi hangi noktalara taşıyabilir?
“... “…Mülûk yâni hükümdarlar bir şehre dâhil olduğu vakit, o şehrin eşrâfını (sakinleri) zelil (aşağlanmış) ve hakir (değersiz) kılar (Neml sûresi, 34. âyet)...” Bu âyeti kerîmenin bâtın (öz) mânâsı, aşk sultânı kalp memleketine dâhil olduğu vakit, o memleketin ileri gelenlerinden olan benlik gibi, gurur gibi, öğünme, kibir ve şehvet gibi nefsin büyüklerini ya öldürür veya kendine boyun eğdirir. Yâni o kalp evinde hükmünü yürütenleri, Resûlullah Efendimiz’in Beytullah’ta (Kâbe’de) putları kırdığı gibi kırar.
İşte aşk çeşmesinden abdest alıp dört tekbir ile er kişi niyetine dedin mi o vakit senin bu mevhum (var sandığın) vücûdun gidip, yerine ilâhî bir vücut  gelir ki, işte bu vücûdun nazarında, kahır da lutuf da bir olur. Etlerini cımbız ile koparsalar, ateşle yaksalar, yâhut gülistan (gülbahçesi) içinde bulundursalar senin için hep birdir…” SOH.2000/s.511

Âşık ve mâşuğun aşkta yok olması derecesi vahdet demekse, Allah aşkını hâl edinmek bu noktaya ulaşmakta tek yol olarak kabul edilebilir mi?
“…Eğer vahdet nûru (birliğin nûru) tecellî ederse o kimse, cümlede Hakk’ı müşâhede eder (gözler). İşte edebin mânâsı da budur. Vahdet galebe edince âşıklık, mâşukluk, sizlik bizlik kalmaz. Âşık, mâşuk ve aşk bir olur...   SOH.2000/s.162

...Sevgiyi meyveye benzetirsek, yeşil kabuğu, dış kabuğu, iç kabuğu ve bir de zarı olduğunu görürüz. Eğer sen de cevizin yeşil kabuğunda isen, isteyebilirsin. Ama lübbe (kabuğun altındaki öze) ermişsen isteyemezsin. Çünkü gerçek âşıkta arzu kalmaz. Çünkü kendi kalmamıştır. Mâdemki âşık olmuştur, bu aşkın içinde sevilmek de mevcuttur. Zîra senin sevmekliğin aynı sevilmekliğindir. Eğer sen sevilmeseydin, sevemezdin... SOH.2000/s. 632

… Cenâbı Hak, âşıklardan tecellî etmiştir. Âşıkların çokluğu ona perde olmuştur. Eğer sen Hakk’ı görmek istersen benliğini ortadan kaldır. O vakit, yalnız onu görürsün. Çünkü aşkın sırlarından biri de budur ki ona ikilik sığmaz ve ayrılık gayrılık olmaz. Elektirikte bile piller birleşmedikçe şûle çıkmıyor...SOH.2000/s.311

…Öyle ya… âşık mâşûkun boyasiyle boyanıp kendi vücûdu katresini, mâşûkun deryâsına saldıktan sonra ve mevhum olan  (var sandığın) vücûdu (lâ) sını ifnâ (yok)  ederek İllâllah’ı bulduktan sonra elbet o da mâşuk olur.
Mâşuk, kesreti (çokluğu) kendini görmek için îcât eylemiştir. Sorarım sana, şu camda kendini görebilir misin? Muhakkak arkasına sır vurmak lâzımdır ki yüzünü görebilesin. O sır da işte vücuttur, beşeriyettir (insanlıktır), taayyündür (vücud bulmuşluk, şekle bürünmüşlüktür)... ” SOH.2000/s.47-48

İlâhî aşkı talep etmek demek, dünya nîmetlerinden soyutlanmak mı demektir? Yaratılmış her zerrede Hakk’ı görebilen için bu durum neyi ifâde eder?
“… Hâkim Rızâ Bey:
İnsan hiçbir şeyi sevmemeli...dedi.
“Niçin? Dünyâda sevilecek pek çok şey vardır. Fakat hakîkî aşk, bu sevilecek şeylerin her birinin üstündedir. Gerçek âşık, mâşukundan bir hitap bir dâvet duysa, bütün diğer sevilecek şeyleri bırakıp gidebilen kimsedir… SOH.2000/s.464

...Bu dünya, ona rağbet ve îtibar eden için mihnet evi (zorluk mekânı), lezzetlerini terkedenler için nîmet evidir. İbretle nazar edenler (bakanlar) için hikmet ve mânâsını idrak edenler için selâmet evidir. Ana rahmine nisbetle cennet misâli ve bekã (ölümsüzlük) âlemine nisbetle zulmet evidir.  SOH.2000/s..435
…yaşamak ve hayat, mârifet ve aşk demektir.”…” YM.1983/s. 428

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...