KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKAR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
DİN
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
DİN

 

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Din nedir? Ken’an Rifâî dîni nasıl tanımlamaktadır?
(Öğrencileri diyor ki:)
“... Kenan Rifaî’ye göre din, ferdin diğer insanlarla ve ferdin vicdanı ile olan münasebetlerini (ilişkilerini) tanzim eden (düzenleyen) ve kontrol altına alan hayatî bir sistemdir…  YM.1983/s.134
…Din.. hikmet, insâniyet ve ahlâktır... SOH.2000/s.486
...O, dini ve imanı insanlığı huzur ve kemâle (olgunluğa) götürecek en kestirme, en doğru yol olarak görüyor, bir hakikate inanmış ve sevmiş olmanın beşeriyeti (insanlığı) bir gaye etrafında toplayacağına kani bulunuyordu (inanıyordu)…”  YM.1983/s.146

Ken’an Rifâî’nin din anlayışı hangi temel esaslara dayanmaktadır?
“... Onun din anlayışı, aşk ve iman esası üzerine kurulmuştur, diyoruz. Ahlâkını,  aşk ahlâkı, diye vasıflandırıyoruz. Talim ve tedris (eğitim ve öğretim) işinde hemen en kuvvetli metod olarak aşk motifini kullandığını görüyoruz. İlim, felsefe gibi tefekkür mevzularını (düşünce konularını), insanları aşk ve sevgi esası etrafında birleştirecek huzurlu bir dünyaya götüren mutavassıtlar (aracılar) olarak ele aldığını biliyoruz…”   YM.1983/s. 187 

Peygamber Efendimiz ve onu tâkip eden Ken’ân Rifâî gibi Hak âşıklarının dînin kolaylaştırıcılık yönünü ısrarla vurgulayışları hakkında bir iki örnek verilebilir mi?
Bu kolaylaştırıcılık Allâh’a karşı duyulan korkuyu sevgiye çevirmekte nasıl bir etkiye sâhiptir?
Korku ve sevgi nasıl bir dengede yer almalıdır?
“…Hazreti Peygamber konuşuyor: “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, uzaklaştırmayın”
“Din kolaylıktır.”, “Dinde müşkül (zorluk) yoktur ve her müşkül dinen haramdır.” …YM.1983/s. 145

... Dînimizde güçlük yoktur. Cenâbı Hak Habîb’ine: “Yâ Muhammed, Biz sana Kur’ân’ı meşakkat (güçlük) olsun diye göndermedik, Allah’tan korkanlara nasîhat olsun diye gönderdik (Tâhâ sûresi, 23. âyet)”, buyuruyor. Onun için İslâmiyet dâimâ kolaylık emreder...” SOH. 2000/s.534

...Bir gün Enes (r.a.); Yâ Resûlallah! Biz senin getirdiğin Kur’ân’a îman ettik, sana îman ettik. Sen de Allah’tan korkuyor musun? dedi. Resûlullah Efendimiz; Evet ben de korkarım! buyurdular Enes; Niçin yâ Resûlallah? diye sordu. Çünkü kalpler, Allâh’ın iki kudret parmağı arasındadır. Onları  istediği gibi evirir çevirir ve istediğini sırâtı müstakîme hidâyet eder de (doğru olan yolu gösterir de) onun için... buyurdular.
İşte bu sebeple Efendimiz dâimâ: “Yâ Rabbî, kalbimi sırâtı müstakîmin üzre tesbit et!...” Ve yine: “Ey kalpleri ve gözleri istediği cihete (tarafa) döndüren Allâh’ım, kalbimi sırâtıı müstakîm (doğru yol) üzere karar kıldır, tesbit et!” buyururlardı... ”SOH.2000/s.66

“İslâm dîni güzel ahlâktır” buyurulduğuna göre, güzel ahlâkı kazanmak için dînin şerrî hükümlerini yerine getirmek yeterli olabilecek midir?
“... Kenan Rifaî bir gün, içimizden birinin kendisine sorduğu “din nedir?” sualini “din ahlâkdır” diye cevaplandırmış ve aldığı bu kısa cevaptan biraz da şaşırmış olan muhatabına: “Niçin şaşıyorsun? Resûlûllah da her dinin bir ahlâkı vardır, müslümanlığın ahlâkı ise hayâ (kendini her an Hakk’ın huzurunda bilerek hatâdan kaçınma, utanma) ve edebtir diyor” diye ilâve etmişti… YM.1983/s.147

… Dînin vazîfesinin insanları ahlâka sevketmek olduğunu ve ahlâklı kimselerin ise dîne muhtaç olmadıklarını söyleyen bir kimsenin fikirleri üzerinde konuşuluyordu:
(Ken’an Rifâî şöyle dedi:)
“Dînin zâhir (görünür) yüzünden başka, bir de insanoğlunu kemâle (olgunluğa) eriştirmek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayâtı  kazandırmak için riyâzet,  mücâhede, tasfiye (arınma),  hâlini ıslâh potası içinde temizleme ve pişirme tarafı vardır. Ben ahlâk sâhibiyim, demekle cehil (bilgisizlik) ve gaflet cehennemlerinden kurtulmak ve hakîkî cennet olan ezelî yakınlığa erip aslî fıtratını (gerçek yaratılışını) bulmak kãbil (mümkün) değildir.
Resûlullah Efendimiz şöyle buyurur: “Allah, aklı kendisine kulluk husûsunda kullanmak için vermiş. Yoksa rubûbiyet (Rab) sırlarını idrak etmek için değil...
Onun için, aklın varsa, benim hiçbir şeye ihtiyâcım yok demeyip, kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve rûhundan cehil ve gafleti silip, onu aslî temizliği (gerçek yaratılışındaki sâfiyeti) ile meydana çıkarmaya bak!… SOH.2000/s.474

...Dâimâ ibâdet ve tâatler ile, riyâzatlar ile meşgul olan bir zâhidi (dinin şeklî yönüne fazla önem vereni) nazarı îtibâre (dikkate) alalım: Bunda bir takım kötü huylar var. Lâkin bunlar, tâat (Allah’ın emirlerini yerine getirmekten) ve ibâdetlerden sinmiş olduğu için meydana çıkamıyor; yâni o tâat kamçısı altında korkudan gizleniyor. Fakat fırsatı bulunca kuvveden fiile (düşünceden fiile) geçmeye hazır olarak bekliyor.
İşte bu huyların aslından mahvolması için, mutlak kâmil mürşidin terbiyesi kırbacına tevdî edilmesi (emânet edilmesi) gerekir. Ancak onun terbiyesi kırbacı o kötü huyları kökünden yok edip güzel ahlâkı hal ettiriyor…”   SOH.2000/s.202

Dînin hurâfelerden arınmış kâidelerine  harfiyen uyulması,  Ken’an Rifâî’nin düşüncesine göre bir zorunluluktur. Neden?
(Öğrencileri diyor ki:)
“... her dinin sâlikinin (yolcusunun) o dinin hurafelerden temizlenmiş kaidelerine harfiyen riayet etmesi (uyması) nizam (düzen) ve teşkilât fikrini ve ruh disiplinini sağlaması bakımından şarttır. Esasen samimî bir dindar, dinin mânasına olduğu gibi şekline de uymakla mükelleftir (sorumludur)…”  YM.1983/s.141
(Ken’an Rifâî şöyle diyor:)
“...Allâh’ın rızâsını kazanmayı herkes ister. Fakat nasıl kazanılacağını bilmez. Bunun iki yolu vardır: Maddî, mânevî. Maddîsi, dînî esaslara riâyet. Oruç, namaz vesâire gibi…
Mânevî kısmı da yine ikiye ayrılır. Göz ile Hak’tan başka bir şey görmemek ve dil ile Allâh’ın istemediği bir şeyi söylememek. Gıybet, yalan ve bütün kötü sözlerden çekinmek... SOH. 2000/s.410-411
...Dînî emirlere riâyet, senin menfaatin (çıkarların) îcâbıdır. Ve bunu yapmakla, insanlıktan maksut olanı (istenileni) hâsıl etmiş olmazsın.
Kezâ, iyilik yapmak da yine insanlığın îcâbıdır. Tabiî buna mukãbil (karşılık), Allah senin dünyâlığını arttırır ve karşılığını dünyâda verir. Fakat yine matlûp (istenen) hâsıl olmuş olmaz. Maksat kalbi selîmdir. Ya bizzat kendin bu kalbi selîme mâlik (sâhip) olacaksın, yâhut bir kalbi selîm sâhibi bulup onun gönlüne gireceksin…”SOH.2000/s.418

Dînin şekil yönü Ken’an Rifâî’de neden bir amaç değil bir araç olarak değerlendirilmektedir?
“...Kenan Rifaî, bu şekil cihetinin dinin gayesi değil, vasıtası olduğunu ve bu vasıtanın insanı, ahlâkî ve bediî (güzel) değerlere götürme yolunda ve bir ruh disiplini temin bakımından kıymeti olduğunu kabûl eder…” YM.1983/s.141

“Din taassuba değil, Allâh’a götürmelidir” inancı Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinin gözüyle nasıl açıklanmıştır?
“... Kenan Rifaî dinin yalnız şekli ile alâkalı ve onu sadece muayyen (belli) ve mahdut (sınırlı) amellerden ibaret sayan bir din adamı değildi. Binaenaleyh kendisini tamamiyle rûhânîler sınıfına mâletmek  (katmak) hatâlı bir görüş olur. O her zerrede Allah’ın bir ismi ile alış veriş eden ve bu alış verişi bediî (güzel) duygularına içtimaî (sosyal) alâkalarına kısaca günlük hayatına mal eden tam bir mutasavvıftı (tasavvuf ehliydi). Böylece de daimî hayat faaliyetinde vardığı bir idrâkle insana, insandan öte bir yol göstermiştir.
Kenan Rifaî dinde, sadece amele (fiiliyâta) taallûk eden (ilişkin) ve her dine göre değişen formel müesseseleri değil, prensipleri anlıyordu ve bunu “fizik ve psişik âlemde görülen harikulâde intizam (düzen) ve gayeli, plânlı bir kâinat görüşü olarak ve insan idrâkine nâmütenahî (sınırsız) cüzüler hâlinde dökülen küllî varlığın, mâna dolu bir vahdet hâlinde idrâk edilmesi keyfiyeti diye vasıflandırıyordu.” Buradan hareket ederek, muayyen (belli) bir dinin üstünlüğü veya muayyen bir dinin dünyayı kurtarabileceği gibi, insanları din hegemonyasına götüren yanlış fikirlerden, ayrıca her türlü fanatik duygudan ve bilhassa patolojik taassup(hastalık haline varmış olan tutuculuk) krizlerinden temizlenmiş saf ve samimî bir iman anlayışını insanların manevî hayatına mâletmek (kazandırmak) istiyordu…”YM.1983/s.133

Hazreti Ali’nin ve Hazreti Pîr’in (Ahmede’rRifâî’nin) dînî farklılıklara bakışı hakkında, nasıl örneklere rastlamak mümkündür?
“… Bir gün Hazreti Ali yolda giderken bir kilise çanını dinlemek üzere durmuş ve zevkle dinlemeye başlamıştı. Kendileriyle berâber bulunanlar: Yâ Ali, bu kilise çanıdır, neden dinliyorsunuz? dediler.  Hazreti Ali cevâben: Evet kilise çanıdır, fakat Hak! diye bağırıyor, onu dinliyorum, buyurdu.
Her ne ki seni Allah’tan gãfil etmezse ve Allâh’ın aşkını sende ziyâde ederse (arttırırsa), onu can kulağı ile dinle... SOH.2000/s.557-558
… Hazreti Pîr,  ziyâretine gelen bir papazı kapıya kadar geçirince, etrâfında bulunanlar: Aman efendim ne yapıyorsun? diye hayret ettiler. Cevap olarak Hazreti Pîr:  Ben onun papazlığına değil, onda olan Hakk’ın nûruna hürmet ediyorum, buyurdu…”SOH.2000/s.613

İslâm dîni gelişme ve yeniliklere açık mıdır? Bu konuda öğrencilerinin yorumu ne olmuştur?
“...Daimî bir değişme ve tekâmül (gelişim) içinde olan dünyanın içtimaî (sosyal), hukukî, bediî (estetik), ilh.. nâmütenahî (sonu olmayan) hareketlerini, dinin değişmiyen ve mahdut (sınırlı) olan bu doğmaları nasıl karşılayıp, düzenliyecek ve cevap verecektir?...
… Halbuki İslâm dininin kurucusu bizzat bu değişme, bu inkılâp lüzum ve zarûretini (zorunluluğunu) tâ başlangıçta görerek, ümmetine (inananlarına), her vesile ile beyan ve telkin etmiştir. Kendisi bizatihi beşeriyete  bir yenilenme, tazelenme ve düzen getirmiş olan bu büyük insan, yapmış olduğu bir inkılâbın devam ve bekasını kendisini takip edecek olanlara nasıl tavsiye etmemiş olabilir? O iyice biliyordu ki ilâhî olduğu kadar beşerî de olan dinin ilk ihtiyacı, yumuşaklığını kaybetmemesi esasına dayanmaktadır. Zira, inkılâp demek bozulup yenilenmiş olan bir kıymetin değişmezliği ve ölmezliği demek değildir. Eğer ona “değiştirilemez” damgasını vurursak kendi elimizle öldürmüş oluruz. Zamana, şartlara ve aklı selîmin (sağduyunun) icaplarına göre yumuşaklığından istifade olunamayan inkılâp, derhal faydalı plândan zararlı plâna geçmek suretiyle fonksiyonunu kaybetmiş olur...” YM.1983/s.144-145

Peygamberliğin bitmesiyle din yüzyıllara nasıl yansımıştır?
(Öğrenciler:)
“...Hazreti Peygamber diyor ki: “Allah her yüz senede bir insanlara dinini yenileyecek bir müceddit (yeni bir çehre kazandıran) gönderir.” …     YM.1983/s.145

... Kenan Rifaî, belki de Hazreti Peygamber’in, her yüz senede bir, insanlar arasından çıkacağını müjdelediği bu asrın İslâmiyette en büyük inkılâpçı insanıdır…”YM.1983/s.146

Öğrencilerinin kaleminden Ken’an Rifâî’nin din ve tasavvuf ilişkisine dair görüşleri...
“.... Ona göre tasavvuf herhangi bir din kaydından müstakil (bağımsız) olarak mevcut olup insanla beraber başlayan ve insanla beraber tekâmül eden bir tefekkür silsilesi (düşünce zinciri), bir hayat tecrübesidir. Daima dinle yan yana görülmesi, dinin onun yardımına, şerh (açıklama) ve tefsirine (yorumuna) muhtaç olmasından dolayıdır. Bir yazısında (Ken’an Rifâî:) bu fikri şöyle anlatıyor: “İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihalelerini (değişimlerini) İslâm dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi (birleştiren) ve onların zemini üstünde âbideleşmişse (anıtlaşmışsa) İslâm tasavvufu da böyledir. İndifa eden (püsküren) bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur.”
İlâhî ile beşerîyi bir plân üstünde birleştiren İslâm dini nasıl ki tabiatle el ele verip bağdaşmışsa, şüphesiz hayatın kendinden evvelki verimleri olan geçmiş tasavvuf sistemleri de yuvarlanıp büyüyen kar yığınları gibi gele gele İslâm câmiasının kolları arasında beşerî  ile ilâhî arasındaki formülü mükemmel bir solüsyon (karışım) halinde ifadelendirmiştir…”YM.1983/s.180

Dinler arası farka bakış açısı ne olmalıdır?
(Öğrenci:)
“…  Geçen gün bir hıristiyanla görüşüyordum. Bana: Siz de bize benzediniz, dedi. Müslümanlık nâmına müteessir oldum (hüzün duydum).
“Niçin müteessir oluyorsun? Hıristiyan nedir? Sen onu gayrı mı görüyorsun? Cenâbı Hak yalnız müslümanların Rabbi değil, cümle âlemin Allâhı’dır. Sen Îsâ’ya da inanıyorsun, Mûsâ’ya da. Onlara îman etmeyecek olursan müslüman olamazsın. Onları tasdik etmiş, fakat fevklerine (üstlerine) yükselmişsin. Onlardaki sende var, fakat sendeki onlarda yok!
İşte irfan sofrasına dâhil olan böyle şey söylemez. Gördün mü âlem aynasında temâşânın (seyrin) nasıl olduğunu? Hiçbir şeyi Hak’tan gayrı görmeyeceksin... SOH.2000/s.9-10

...Sen Îsa’yı inkâr etsen müslüman olamazsın. Resuller arasında fark gözetmeyin... (Sûrei Bakara, âyet:285) diyor Allah…
...Bir müslüman hem yahudidir, hem hıristiyandır. Fakat tekâmül etmiş (gelişmiş) yahudi, tekâmül etmiş hıristiyan; yâni müslümandır. Ahmed dediğin zaman yahudisi de, hıristiyanı da, müslümanı da dâhildir.”…”  YM.1983/s. 391

Tevhîd inancının dinler üstü oluşu hakkında, Ken’an Rifâî’nin kişiliği nasıl bir  örnek oluşturur? Allah’ın Rabbü’lMüslimin değil, Rabbü’l Âlemin oluşu bu konuyu nasıl açıklar?
“...onun çok cepheli varlığından sızan tılsım, muhitleri, seviyeleri, istidatları, görüşleri ve kültürleri tamamen biribirinden ayrı olan her sınıf insanı tek merkezde birleştirmek kudretini göstermiştir…YM.1983/s.119

...Onun gayesi, insanların kalbine Allah’a imanı akıtmak, kâinatın sevgi ile dolu olduğuna onları inandırmaktı. O her zaman, Allah’ın “Rabbü’lMüslimîn” değil “Rabbü’l Âlemîn” olduğunu söylemiş, ehli kitaba riayet edilmesini (uyulmasını) öğretmiş, Hazreti  İsa’ya inanmazsanız, Müslüman olamazsınız telkininde bulunmuştur... YM.1983/s. 275

(Ken’an Rifâî:), “Kur’an insanları sevip onlara hayır ve iyilikte bulunmak ve adl ü ihsan (adâlet ve iyilik) ile muamele etmek lâzım geldiğini, peygamberler de insanların, Allah’ın ailesi olduğunu ve onlara şefkat ve merhamet edenlerin Allah indinde makbûl (istenilen) olduğunu beyan ediyor.
Halbuki şimdi, radyo düğmesini çevirdiğim zaman, her istasyonun düşman memleketine yapılan hücumları ve yapılan tahribatı sayıp döktüğünü duyuyorum. Roma, Filistin, Mısır, Londra ilh.. hep o! Sonra da bize bir şey olmadı, kaybımız yok diye iftihar ediyorlar. XX. asırda insanlık için bu ne elîm (acı) bir netice! Bu hesapça dost kalmamış. O halde dost kim?” diye soruyor. İşte bu konuşmada Kenan Rifaî bu suale cevap verirken din ve imanın da cemiyetteki yerini belirtmektedir. O diyor ki: “Bir insan kendi vücudu memleketinde sulh ü salâhı (sükuneti ve barışı) temin edemezse cemiyete karşı sulh ü salâh ve adâleti temin edemez. Bunun husûlü de (meydana çıkışı da) nefsin ıslahından, rûhun tekâmülünden (gelişiminden) başka bir yolla olamaz. Bu olmadıkça dünyadan rahat ve sükûn beklemek beyhude (boşuna) ve abestir. İnsan ancak Allah’la biliş tutup onunla dost olduğu zamandır ki hem kendi için, hem de cemiyet için kazanılmış bir varlık olur...”YM.1983/s.135

Genel anlamda dinler insanoğlundan neyi talep eder?
“… Şerîat esasları (dînî kâideler), hep insanın kemâle ermesi (olgunlaşabilmesi)  içindir. Dinler, esas îtibâriyle birdir. İptidâî (ilkel) dinlerden tutunuz, İbrâhim’den, Mûsâ’dan, Îsâ’dan İslâmiyet’e kadar bütün dinler mânâ îtibâriyle hep birdir. Maksat içini temizlemek ve Allâh’ın istediği ahlâkı bilmek ve hal etmektir...”    SOH.2000/s.502-503

Din anlayışının tekâmül etmesi ne demektir?
Dînin İslâmiyet’te en olgun noktasına ulaşmış olduğunu kabul etmek demek, tekâmül durmuş demek midir?
Din anlayışının tekâmülü, insanın kendini yetiştirmesine mi bağlıdır?
“... Bugün her şeyin, maddenin de canlı olduğu ve câmit (cansız) bir şey bulunmadığı isbat olunmakla, maddecilik nazariyesi (teorisi) çürütülmüştür. Senin madde dediğin de hareket ve tekâmüldedir (gelişimdedir)...     SOH.2000/s.254

...Nasıl ki iptidâî (ilk) mektepten üniversiteye varıncaya kadar bir talebe bilgi kazanma safhalarını geçirirse, din dahi bu safhaları geçirmiş ve İslâmiyet’te son tekâmülünü bulmuştur. Onun için İslâmiyet denince, tekâmül etmiş Mûseviyet, tekâmül etmiş Îseviyet demek olur. İslâmiyet’ten öte bir tekâmül yoktur. Yalnız bizim noksanımız ilimdir. Onun için cehâletimiz (bilgisizliğimiz) her bir yanlışa sebebiyet veriyor. Meselâ din bilgisi olmayan hattâ din hakkında fikri bulunmayan bir kimse, senden îmâna ve dîne âit mâlûmat (bilgi) istiyor, sualler soruyor. Amma onun bu araştırıcılığına karşılık: Sus, kâfir oldun, der, fikrî ve ilmî seviyesine  çıkıp onu iknâ ve tatmin edemezsen elbet senden kaçar. Onun için bir mürşit, zamânın ilmine ve fennine vâkıf olmazsa, kuş dili bilici Süleyman olamaz…”  SOH.2000/s.502-503

İnsanlık tarihine bakarak gözlenebilen gelişim, dinin mânâsının algılanışına da yansımış mıdır? Öğrencilerin yorumuyla...
“... Din fikri de beşerî tekâmülle (insanlığın gelişimiyle) beraber gitmektedir. Çocukluğunu fetişizm veya totemizm gibi dinlerin kucağında geçiren insanlık, ilk gençlik günlerinde senbollerin şahıslandığı mitlerle (mitolojilerle) avunmuş, böylece devir devir konukladığı çeşitli inanış duraklarında birçok alış veriş yapmış, döğüşmüş, güreşmiş, yenmiş, yenilmiş, nihayet insan topluluklarına yine kendinden gelen mutavassıtlar (aracılar) kütleyi tek Tanrı fikrine doğru sevkeder olmuşlardır. Bu mutavassıtlar, içinden doğdukları cemiyetin şartlarına, ve seviyesine göre toplumu bir iman havası ile sarmaya çalışmışlardır. Mühim olan şu ki, doğumundan bugüne kadar hiçbir devrinde beşer nev’i (insan cinsi), din fikrinden müstağnî (uzak, kayıtsız) kalamamış, salâh (barış) ve selâmet için onun kollarına atılmaktan gayrı çare bulamamıştır…”YM.1983/s.134

İslâmiyet kendinden önceki dinlerin tekâmül etmiş hâli olduğuna göre, Hıristiyanlık örneğin Hıristiyanlık’taki riyâzat anlayışı, tekâmül görerek yerini, İslâmiyette nasıl bir riyâzat anlayışına bırakmış olabilir?
“…Oğlum, râhipler,  papazlar, sörler birçok riyâzat yapar, hattâ ölümü unutmamak için geceleri tabut içine girerek yatarlar ve birbirleriyle selâmlaştıkları vakit:  Ölüm var unutma! derler. Dağlarda kovuklarda yaşarlar, hattâ bu kovukların önünü duvar ile örüp kendilerini insanlardan ayırırlar. Fakat netîce nedir?  Hiç!  Çokluk içinde Hakk’ı  bulmak gerek. Zîra az evvel söylediğimiz gibi,  o çokluk da Hak’tır. Farazâ, oruçlu bir kimsenin elini ayağını, ağzını bağladığın için mi yemek yemez su içmez ve harama bakmaz. Bilâkis (tersine) işi ile gücü ile meşgul ve her türlü dünyevî nîmetler önünde iken onlara el uzatmaz. Nefsin terbiyesi ve kötülüklerden uzak kalması için de râhip  olup nefsini hapse koymaya ne lüzum var?
Ruhbâniyet (râhiplik, keşişlik) için şu yüzden teslîmiyet de denemez. Çünkü Kur’ânı Kerim zuhur etmiş, Hazreti Muhammed beşeriyete (insanlığa) hitap ederek bütün dinlerin hükümsüz kaldığını, çünkü İslâmiyet’in bunların hepsini içine aldığını beyan eylemiştir...
… Hıristiyan, Îsâ zamanında mü’min sayılırdı. Hazreti  Peygamber hıristiyanlığı İslâm ile tekmil etti (tamamladı). Bunu anlamamakta direnen hıristiyanlar bâtılda kalıcı oldu…”SOH.2000/s.515-516

hâdisesidir… SOH.2000/s.355

 

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...