KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKAR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
DENGE
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
DENGE

 

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Mânevîyâta değer vermek ilâhî aşkla şekilleniyor olmak  dünyâ nîmetlerinden soyutlanmak mı demektir?
“…Kâinat(1) için büyük dayısı: Bu kız genç yaşında ne kadar tekâmül etmiş (gelişmiş), mânevîleşmiş. Korkarım dünyâdan nefret edecek uzaklaşacak, demiş.
1Ken’an Rifâî’nin küçük kızı
Bu söz, kaç bakımdan doğru değil… Allah selâmet versin bu adamcağız bir kere, hocasının evlâdına verdiği terbiyeyi beğenmemekle yolunda küstahlık etmiş oldu. Sonra şu, göz önünde bir hakîkat: Ben dünyâdan çekilmiş bir insan mıyım ki kızım çekilsin.
Bir insanın dünyânın mâhiyetini bilmesi, selâmetinin en esaslı rehberidir. Zîra dünyâda öyle oyuklar, çukurlar, girdaplar vardır ki, her an, insanın bunlardan birinin içine düşmesi beklenebilir. İşte mâneviyat, beşeri bu çukurlara, girdaplara düşmekten kurtaran mânevî bir gözlüktür ki bu gözlüğü takmış olanlar, nereye basacaklarını ve ne gibi tehlikeler karşısında olduklarını görür ve bilirler...  SOH. 2000/s.402-403
…Yalnız dünyayı, şekli, maddeyi görmek isteyenler için âhireti, mânayı, ruhu görmek mümkün olmuyor, yanlız âhireti görmek isteyenler için ise dünyayı görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalıdır ki dünyayı, yani zâhirî şekli görmesi mânayı görmesine  ve mânayı görmesi de şekli görmesine mâni olmasın...” YM.1983/s.179

Ağyârdan ve dünyâdan çekilmek ne demektir?
“… Fiiline şehvet, yalan karıştırma ve netîceyi tedbîrinden  bekleyerek çalışma. Ancak Allah’tan bekle! Ağyârdan (gayrıdan) ve dünyâdan çekilmek işte bu demektir...” SOH.2000/s.534

Dünyâdan el etek çekmek ibâdet midir?
“…Cevap olarak şunu söylemek îcap eder: Dünyâya esir ve mağlûp olmamak, mutlaka dünyâdan el yuğmak (yıkamak) ve riyâzatla bir köşeye çekilmek demek değildir. Her mülkün mâliki (malın sâhibi) ve her servetin sâhibi Allah olduğunu ve dünyânın da, senin de bir hiç ve bir mülâhaza (düşünme) âletinden başka bir şey olmadığını ve bu mevhum (varsanılan) varlıkların cümlesinin bir gölgeden ibâret bulunduğunu ve mevcûdun yalnız Allah olduğunu bilmek kâfîdir. Bu hâsıl olduktan sonra o debdebe ve varlıktan sana hiçbir zarar gelmez…” SOH.2000/s.193

Aşırı denebilecek bir taassubun mutlaka dengelenmesi gereği konusunda Ken’an Rifâî’nin tavrı, öğrencileri tarafından nasıl aktarılmaktadır?
“...Kenan Rifaî için taassup, tedavisi gereken bir illet kabul edilmiş olduğundan, terbiyesine el koyduğu kimselerin bu cephelerini tâkipçi bir alâka ile törpülemek hususunda âzamî dikkati gösterirdi. İşte onun için (örneğin) Aziz Efendi’nin de bu zaif tarafını derhal ele almıştır. Meselâ beraber yola çıktıkları ikinci Medine seyahatinde, tren Şam’a geldiği zaman Kenan Rifâî, (dönemin koşullarına uygun olarak giyinmiş olan) bu başı sarıklı, sırtı cübbeli yol arkadaşına:  “Haydi Aziz Efendi belki yolda lâzım olur, meyhaneye git de bir şişe konyak al.” der demez, Aziz Efendi sırtındaki o ilmiye kisvesiyle (kıyâfetiyle) yola düşüp bir meyhane bularak mürşidinin arzusunu yerine getirmiş, şişeyi cebine veya cübbesinin altına saklamaya bile lüzum görmeden halkın gözü önünde Kenan Rifaî’ye teslim edince o:  – “Bize lâzım olan konyak değil, senin meyhaneye gitmendir” diyerek şişeyi kaldırıp pencereden atmıştır…”YM.1983/s.67-68

Yaşamda hangi noktanın farkedilmesiyle dünyâya kapılmışlıktan kurtulup denge ile yol alınabilir?
“…varlık gösteren fânî dünya, kimi dost edinmiştir de sonunda fırlatıp atmamıştır? Kime bir şey vermiştir de onu fazlasıyle geri almamış, verdiği kimseyi boş elle bırakmamıştır? Kimi sevindirmiş ve zevki içine daldırmıştır da, sonunda ona elem ve keder vermemiştir? Bunlar iyi düşünülünce, dünyânın yalancılığı dahi bu sûretle meydana çıkar…”SOH.2000/s. 456

Mânevî terbiye yoluna baş koymuş bir derviş, dünyânın bütün yalancılığına rağmen niçin ona minnettardır?
“…sen henüz yaşamak zevkini tatmadın. Yaşamak zevki, asla kavuştuktan sonra olur ki, işte şimdi sen bu sermedî (ebedî) zevki bulmak için yaşıyorsun.
… Hakîkat cihetiyle muhîtin (çevrenin, sosyal hayâtın) hâricinde kalmak nasıl kãbil olabilir? Bir münevver (aydın) insan olarak her şeyin bu muhit dâhilinde olduğunu okuyup öğrenmedin mi? “Ya mâ’şere’l cinni ve’linsi in’isteta’tüm!. ” âyeti celîlesi de buna işâret değil midir? Bâhusus ki sen, ilâhî nûrun ışıklarından bir ışık olmasaydın bu zevki, bu âlemi, bu çekilişi hissedebilir miydin? İş, mânevî tesir ve incizaptadır (çekiliştedir).
Çekilen bir şeyin mutlakã maddî ve görülen kuvvetlerle mi çekilmesi lâzım gelir? Görülmeyen kuvvetlerle olan incizâbı nasıl inkâr ederiz?
Yakınlığın uzaklığın alt ve üstün sağ ve solun bu hususta bir tesîri olamaz. Yanımda olsan Yemen’desin; Yemen’de olsan benimlesin… Sandığın gibi ayrılık elemi hayâtına kastetmez. Her şey hayatta kazanılır. Bu elem senin hayâtını imhâ etmeyecek, belki yapma  benliğini, beşerî pürüzlerini imhâ edip hakîkî vücûdunu ortaya koyacaktır.  Bu hayat mânâsız değil çok mânâlıdır. Eğer buradan hakîkatini bulamayarak gidersen o gittiğin yerde şimdiki nedâmet ve sûzişten (pişmanlık ve yanıştan) daha fazlasını görecek, yağmurdan kaçarken doluya tutulacaksın.  …Ah aslım, maksûdum orada imiş, ben buraya niye gelmişim, diyeceksin...”  SOH.2000/s.305-306

Tevhîd üzere yaşamda denge niçin önemlidir? Denge; gayret ve tevekkül arasındaki ince çizgide saklıdır diyebilir miyiz? Bir kaç örneği hatırlayalım...
“… Birgün, Şîrin ile Ferhat oyunu oynanırken, cadı bunları biribirinden ayırdığı zaman Arnavud’un biri kızmış ve piştovunu çekerek cadıya sıkmış. Etraftan: Ne yapıyorsun, o bir deri parçasıdır… diye müdâhale edenler, gülüp alay eyleyenler olmuşsa da, kimse Arnavud’a lakırdı anlatamamış.
İşte bu câhil adamın hâli ne kadar gülünç ise, dünya perdesinde de aynı hal vâkidir. Şundan bundan, nefsine hoş gelmeyen ve arzûna aykırı olarak zuhur eden şeyler için, bu şeylerin fâillerine (yapanlarına) hiddet edip düşman oluyorsun ve hâdiseyi, asıl sâhibinden, oyunu oynatandan bilmiyorsun. Şu halde Arnavud’un yaptığı hareket nasıl gülünç ve akılsızca bir iş telâkkî (kabul) ediliyorsa, fâili Hak bilenler indinde de senin hiddet ve şiddetin öylece acınacak bir hal olarak görülüyor...
...Yalnız burada, îtidalli (dengeli) bir cebir anlayışından ayrılmamaya çalışmalıdır. Sırf cebrîliğe (cüz’i irâdeyi kabul etmeyen kaderciliğe) gidersek âlemin intizâmı (düzeni) bozulur ve bu türlü düşünen kimse dalâlete düşüp yolunu şaşırır.
Adamın biri, gelişi güzel bir bahçeye girmiş ve bir hurma ağacına çıkarak hurma yemeye başlamış. İşi farkeden bahçe sâhibi, ağacın altına gelerek orada ne yaptığını sormuş. Adam ise gãyet rahat: Allâh’ın bahçesinden, Allâh’ın hurma ağacından, Allâh’ın hurmasını yiyorum! cevâbını verince, bu defa bahçe sâhibi: Âfiyet olsun, ye kardeşim… diyerek gidip bir ip ile bir kamçı alarak gelmiş ve adamı ağaca bağlayarak döğmeğe başlamış. Canı yanan adam bu defa feryat edip, hiddetle haykırmaya başlayınca, bahçe sâhibi: Allâh’ın ipi ile seni bağladım. Vur dediği kamçı ile de nerene rast gelirse indiriyorum işte… diye cevap vermiş.
Ehli sünnet ve’lcemaat anlayışına göre îtidâl üzere olan cebirde cüz’î irâde vardır ki dünyânın nizâmı, işte bu gayret ile tevekkül (işini Allâh’a bırakmak, güvenmek) arasındaki ince bağlantıyı muhâfaza eden anlayış noktasını hayâta tatbik eyleyebilmekle (uygulamakla) mümkün olur…” SOH.2000/s.490

İstikâmet fikriyle ne kastedilmektedir?
Dengeyle yol alabilmek  konusunda aklı maad (mânevî konuları idrak eden akıl) neden önemlidir?
“... Çünkü akıl cevher, ötekiler arazdır (görünmesi için cevhere ihtiyâcı olan nesnedir). Akla sahip olan insan da elbet elinden teraziyi bırakmaz. Kavillerini (sözlerini), fiillerini ve hâllerini itidal (aşırılıktan uzak olmak) üzere bu terazide tartmaktan geri durmaz. Çünkü tarîkı itidal (denge yolu) istikamettir. İstikamet yolunda giden için de âyeti kerîme’de buyurulduğu gibi, korku ve hüzün yoktur. Bilcümle ilimlerin gayesi tevhid olduğu gibi, amellerin gayesi de istikamettir.
Binaenaleyh akıl ve hüsni hâl (güzel davranış) sahibi olan kimseler, gündüzleri oruç tutan ve geceleri sabahlara kadar ibadet eden kimselere müreccahtır (tercih edilendir)… YM.1983/s. 388 

… Cenâbı Hak herşeyi kendi istîdâdına göre halk buyurmuş (yaratmış), kãbiliyeti ne ise, onu o yola sevketmiştir ki bu yol, o kimsenin sırâtı müstakîmi olmuştur. Elestü biRabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitâbında da her ruh, kendi istîdâdına göre belî (evet)… diyebilmiştir... ”               SOH.2000/s.541

Dünyâ pekçok değişik renkten oluşmaktadır. Bu noktada âhenkli bir yaşamdan bahsedilebilmesi için örneğin anlayana anladığı dilden hitâb etmek konusunda nasıl bir tavır geliştirilebilir?
“…Hak’tan ve hakîkatten bahsettiğin bâzı kimseler, sanki hiç duymamış gibi, sana mevzû ile asla alâkası olmayan cevap verir, tamâmıyle başka şeylerden bahsederler. İşte bu gibi duygusuz kimselere sır söylemek câiz olmaz. Onun için buyurulur ki: “İstîdâdı olmayan kimseye Hak kelâmı (sözü) söylemek, domuzun boynuna gerdanlık takmak gibidir…”SOH.2000/s.327

Ken’an Rifâî’nin insana saygı anlayışı ve bu anlayışın hayata yansımasıyla oluşan denge ve âhenk...
“…sizin pek hoşlandığınız alaturka bir parçadan bir Avrupalı hazzetmeyebilir. Onun da hoşlandığından siz zevk almayabilirsiniz. Ama hoşlandığınız da hoşlanmadığınız da hep aynı notaların evrilip çevrilmesinden ibâret. O halde bunları nasıl beğenmez de fenâdır, dersiniz? Binâenaleyh hiçbirini ayırt edip hor görmemeli. Hepsini hürmetle dinlemeli ve seyreylemelisiniz. Hiç değilse zevk alanların zevkine hürmeten sen de onlara saygı göstermelisin. Ama zevk almak mes’elesi başka! …” SOH.2000/s.353

Maddî ve mânevî bilgilerin birleştirilmesinin önemi nedir? Hazreti Mevlânâ’dan ve Ken’ân Rifâî’den verilen örneklerle konu nasıl açıklanabilir?
“…maddî bilgiler ile mânevî bilgileri birleştirmek, birçok cihetten faydalıdır. Çünkü ruh terbiye ve irşâdına (yol göstermeye)  memur olan hocaların, kendilerine mürâcaat eden tâlipleri, aklen de tatmin etmeleri lâzım gelir.
Gerçi zâhir ilmi olmayan bir mutasavvıfın da mürîdi, talebesi bulunursa da maddî bilginin yardımıyle irşâdın daha tesirli olduğu âşikârdır. Onun için mânevî bilgisi kadar dünya ilimlerine de âşinâ olan Mevlânâ Hazretleri: “Karşıma fâzıllar (faziletli erdemli, üstün kimseler), âlimler, âkiller (akıllılar) ve çok bilen iyi düşünen kimseler gelsinler de onlara güzel, ince ve garip şeyler arz edeyim, diye tahsiller ettim ve ilimde türlü zahmetler çektim” buyurur… SOH.2000/s.444

…İrşada memur olanlar için sadece manevî ilim kâfi değildir. Bir mürşid, bir mürebbi zamanın gidişine, maddî ve manevî hayatına vâkıf değilse talebeleri ile nasıl anlaşabilir. Sen bana ben musiki bilirim, diye, musikiden söz açtığın vakit ben sana bu meselenin esasları hakkında hiç değilse umumî olarak bir şey söyleyemezsem hoşuna gider mi?…” YM.1983/s.176

(Öğrenciler Ken’ân Rifâî’nin konuya ilişkin görüşlerinin hayata yansıyışını şöyle örneklendirmiştir:)
“...Ken’an Rifâî ... mâna ile maddeyi, kılıcın iki ayrı yüzü gibi, bölünmez bir iştirâk (katılım) ve birlikte görür, bu yüzden de terbiyesi halkasına mâna ile zenginleştirdiği insanı iyi bir cemiyet adamı ve dünya ölçülerinde başarılı bir değer haline getirmeye uğraşırdı…”YM.1983/s.105

İfrat ve tefrit ne demektir? Dinde ifrat ve tefrit ile ne kastedilmektedir? Hekimler örnek gösterilerek bu konu nasıl açıklanmıştır?
“...teşrihî (anatomik) incelikleri bir doktor kadar bilemeyiz. Ancak hekimler de ayrıldıkları ihtisas şubelerine göre, üstünde meşgul oldukları uzuvların inceliklerini başka branşı ele almış diğer doktorlardan ziyade tanırlar.
İşte vücudün dış görünüşünde kalarak ifrata (aşırılığa) varan ve tefrite (ortanın altına ) düşenler vardır ki ifrat sahiplerine tenperver, tefrite düşenlere de gevşek, miskin, ihmalkâr denir.
Din de bir vücuttur. Onu yalnız zahir gözü ile görenler hemen hiç görmüş olmazlar. Burada da ifrat ve tefrit vardır. İfrata varanlara mutaassıb (tutucu), tefrite düşenlere lâubali, gafil ve ihmalkâr denir. Halbuki din, ne odur ne budur.
Zâhir ve sathî (yüzeysel) bilgiden bir derece ileri gidenlerin bilgisi ise milyonlarca mikrobu hâiz (sâhip) olan bağırsakların ve kanın fizyolojik vazîfelerini bilen bir doktorun bilgisi gibi biraz daha geniş ve derindir. Fakat elbet ihtisas branşlarına ayrılanlar kadar malûmat (bilgi) sahibi olmamışlardır.
Şu halde bu sathî vücut ilminden ileri geçip bilinecek ve ihtisas peyda olunacak ne ilimler, ne hakikatler vardır ki insan olana bununla da kalmayıp asıl maksut olan “kendini bilmek ilmine” sahip olmak gerektir…”YM.1983/s.396

Hazreti Muhammed ve dinimiz dünyâdan kopmamak, Allah’ı unutmak konusunda nasıl mesajlar iletmektedir? Bir iki örnek verilebilir mi?
“…Dinde gevşeklik ve tembellik yoktur. Resûlullah Efendimiz: Çalışan Allâh’ın sevgilisidir... buyuruyor ve yine: İnsana kendi sa’yinden (gayretinden) başka şey kalmaz, diyor. Sonra yine: “Her peygamberin bir san’atı vardır. Benim ise san’atım ikidir: Biri fakr (yokluk) öteki cehddir (mücâdele) ve bunları seven bendendir!” buyuruyor.
Tabiî ki içtihat, yâni çalışmak yalnız dış mânâda alınmamalıdır. İçtihattan asıl maksat bâtınî, derûnî (içe, öze ait), rûhî mücâhededir.
Zâhirî çalışma, zarûrî (zorunlu) olarak nasılsa yapılır. Asıl size düşen, mânevî erzak toplamaktır…” SOH.2000/s.106

 

Allâh’ın isimleri düşünüldüğünde yaşam nasıl bir denge üzerinde seyretmektedir?
“…Cenâbı Hakk’ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Muiz olduğu gibi (aziz edici, izzetlendirici) Müzil de vardır (Hor ve hakir eyleyen). Hâdî olduğu gibi (doğru yola götürücü) Mudil de vardır (Saptırıcı). Afüv olduğu gibi (affedici) Müntakim de vardır (intikam alıcı). Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâbı Hak’tan yâ Rabbî, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebilmek için bir zuhur yeri ihsan et! diye niyazda bulunarak birer vücut istediler. Cenâbı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir mazhara, bir vücûda büründü.
O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhûrunu bekle... evet bir kimseye fenâlık yaparsan intikam alıcı isim hemen karşına gelir. Onun için zulüm yapan neden cezâsını bulur? diyemezsin. Çünkü zâlime karşı Âdil ismi vardır.
Eğer bu kãideyi bilirsen, niçin, neden böyle oluyor? Filân kimse neden böyle yapıyor? diyemezsin. İşte bu noktadan lâ fâile illallah, lâ mevcûde illallah, yâni Allah’tan başka fâil ve mevcut yoktur, mânâsı çıkar…SOH.2000/s.135-136

…“Güzel şeyler güzel kimseler içindir, güzel kimseler de güzel şeyler içindir (Nur sûresi, 26. âyet) “Kezâlik: Fenâ şeyler fenâ kimseler içindir. Fenâ kimseler de fenâ şeyler içindir” (Nur sûresi, 26. âyet).
Bir fenâdan, fenâlıktan başka bir şey bekleme… iyiden de iyilikten başka bir şey bekleme. Zîra bir kimse her ne için halk olunduysa ancak onu yapabilir. Cibillleti (huyu, yaratılışı) ne ise onu icrâ eder.
İşte o şey de onun sırâtı müstakîmidir. Firavun Mûsâ’ya sordu: Sizin Rabbiniz kimdir yâ Mûsâ? (Tâhâ sûresi, 49. âyet)...  Hazreti Mûsâ da: “Bizim Rabbimiz, herkese hilkatinin (yaratılışının), fıtratının îcâbı ne ise onu verdi ve onu o şeye arkasından sürdü” (Tâhâ sûresi, 50. âyet), dedi…” SOH. 2000/s.30
… Sıratı geçmek için âhireti beklemeye lüzum yok… Onu, burada geçmektesin…”  SOH.2000/s.300

Allâh’ın celâl ve cemâl sıfatları örnek gösterilerek yaşamda kurulmuş olan doğal denge hakkında nasıl bir bilgiye ulaşılabilinir?
Muhtelif örneklerden yola çıkarak zıddıyetteki âhengin gözler önüne serilişi, yaşamda nasıl bir dengenin varlığını göstermektedir? 
“…Adamın biri yolda bir yılan görmüş ve yanına giderek tutmak istemiş. Yılan da onu sokmuş. Onun üzerine şeyhine: Sen bana herşeyin Hak olduğunu söylemiştin. Halbuki işte yılan beni soktu… diye şekvâda (şikâyette) bulunmuş. Bunun üzerine şeyhi: Evet Hak’tır. Fakat celâl libâsı (elbisesi) giymiştir. Onun için tutmayacak, yanına yaklaşmayacaktın. Zîra vazîfesi sokmaktır, demiş.
Evet insanın kendi esmâsından (isminden) olmayan kimselerle bağdaşamaması anlaşamaması tabiîdir. Zîra bir zıt isim diğer bir zıt isimle muhârebe hâlindedir. Zeytinyağı ile su karışır mı? Halbuki esâsa gelince, zeytinyağının da aslı sudur… Ancak taayyün âleminde yâni bu yaratılış dünyâsı içinde bağdaşamazlar. Zîra aralarında isim ayrılığı vardır.
İnsanların, aralarında velev az çok bir cinsiyet (eş oluş) bir benzerlik damarı olan kimseler ile anlaşmaları kolay olur. Fakat anlaşamadığın kimselere de saygı göstermeye mecbursun. Daha ileri düşünürsen seversin de.
Görmüyor musun, sarhoş çamurda yatıyor da kendini kaba döşekte zannediyor. Yüzünü köpek kirletiyor da, gülsuyu zannediyor. Neden? Çünkü sarhoş. Yâni kendinden geçmiş. “Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyâr (Allah’tan gayrı) kalmamış,” sırrı zuhûra gelmiş. Fakat mâdemki taayyün âlemindesin, dünyâdasın, ayıksın, sokucu olan yılanın yanından kaç! …  SOH.2000/s.424-425
… İşte dünya hayatı da böyledir. Büyük ümitler ve arzular ile kendini oraya bırakırsan, seni sokar, yakar, azap verir. Onun için uzaktan seyret, içine girme. Girersen de, gör, gez fakat oyalanma! …” SOH.2000/s.410

Mürşidini imam edinen kişi ile, şeytanı imam edinen kişinin, dengeyle ilerleyişindeki fark...
“… Şeyh Abdullah Efendi:
Cenâbı Hak, Kur’ânı Kerîm’de:  Biz o günde herkesi kendi imamı ile dâvet ederiz, (İsrâ sûresi, 71. âyet) buyuruyor. İmamdan maksat, bildiğimiz mahalle imamları demek değildir her halde.
“Tabiî değil. İmamdan maksat, tâbi olduğunuz, uyduğunuz, kendinize rehber ittihaz (kabul) ettiğiniz kimsedir. Evet Cenâbı Hak herkesi kendi imamı, yâni peygamberi, mürşidi ile dâvet edecektir. Doğruyu gösterene uymayıp nefsinin hırslarına, arzûlarına ve şeytânî dâvetlere uymuş olanlar  ise, kendilerini şaşırtmış olanlara: Siz bizi aldattınız biz de size uyduk, haydi kurtarın şimdi! diyecekler. Onlar ise: Bizde kudret olsa kendimizi kurtarırdık. Haydi ulumuz olan şeytana gidip hâlimizi anlatalım, diyecekler. Şeytan ise ateşten bir taht üstünde oturmuş olduğu halde:  Benden ne istiyorsunuz, niçin geldiniz? diye soracak. Onlar: Senin vaatlerin çıkmadı, bizi aldattın, haydi bakalım kurtar şimdi… diye feryat edince, şeytan gülecek ve ben sizi zor ile elinizden tutup da mı kötü yollara sevkettim? Yoksa bu fenâlıklar hoşunuza mı gitti de o kötü yollara saptınız? Yalnız, kötülükleri süsledim, bezedim, size hoş gösterdim.  Hepsi o kadar. Hem Allah, düşmanınız olduğumu size bildirdi. Bana uymayıp kendisine tapmanızı tavsiye etti. Halbuki nefsiniz benim gösterdiğim yolu câzip buldu, onun için de Hakk’ın sözünü değil beni dinlediniz. Şu halde beni kötüleyeceğinize kendi nefsinizi kötüleyin! diyecek.
Şeytan, insanları kandırmak ve aldatmakla mükellef bir memurdur. Nasıl ki Cenâbı Hakk’a: Yâ Mudil, diye hitap ediyor ve dalâleti de Allah’tan istiyor.
Enbiyâ da Cenâbı Hakk’a: “Yâ Hâdî!” diye hitap ediyor ve hidâyeti Allah’tan diliyor.
Yalnız şeytanın, Allâh’ın has kullarına dişi geçmiyor, onları alt etmeye gücü yetmiyor. Tıpkı bir bostan köpeğinin, efendisi ve efendisinin akrabâ ve taallûkãtı ve hattâ ahbapları önünde yaltaklanıp ayaklarına sürünmesi gibi. İşte Şeytan da o has kulların ihlâslı kapılarında öylece yuvarlanır durur...”  SOH.2000/s.508

Rızk kazanma konusunda denge fikrinin önemi nereden kaynaklanır? 
“… Hazreti Ali’den bahsedilmesi üzerine bâzı sözleri hatıra geldi. Bâhusus (özellikle): Her şey Hakk’ın kudret eli altındadır. Rızk kazanmak, sâdece gayret ve çalışmakla olsaydı, atmacalar serçe kuşuna yem bırakmazlardı, demiş olduğu konuşuldu:
“Bu sözden maksat, ihsânı (bağışı) Allah’tan bilip, kazancı, sebep ve âletten bilmemektir. Her şeyi Hak’tan bildikten sonra çalış çalışabildiğin kadar. Mukadder (kaçınılmaz) olan her ne ise onun elde edileceğini bilerek çalışmak lâzımdır…  SOH.2000/s.114

“…Vaktiyle hükümdârın biri, perilerden birine iyilik yapmış. O peri de bu iyiliğe karşı: Dile benden ne dilersin? diye sormuş. Hükümdar da zenginlik istemiş. Bunun üzerine peri öyle ise her tuttuğun yer altun olsun, diye duâ etmiş.
Filhakîka hükümdar her neye değse altın olmaya başlamış. Meselâ su içecek altun oluyor, yemek yiyecek altun oluyor,  ilh…
Nihâyet işler sarpa sarmış ve bunalıp kalan hükümdar, tekrar periye mürâcaat ederek şikâyette bulunmuş. Bu mürâcaat ve ricâ üzerine peri: Peki, o halde, git falan yerdeki dereden elini yıka, tılsım bozulur, demiş. Gerçekten de hükümdar o dereden elini yıkayınca, işler düzelmiş.
Tabiî iş hikâyede değil… Demek ki insan da ifrat (aşırı) derecede servet ve sâmâna mâlik olunca, artık bu zenginliğin fazlalığı, ona her temas ettiği şeyde bir katılık bir zevksizlik bir usanış veriyor. Zevk için her nereye elini atacak olsa, orası onun için katılaşıyor. Bu fazla varlık onu bütün zevklerinden mahrum bırakıyor. Nihâyet birçoklarının yaptıkları gibi kendilerini bile öldürüyorlar.

Onun için, her şeyde olduğu gibi, zenginlikte de îtidal (denger) lâzımdır. Her şeyin fazlalığı zarar olduğu gibi, servetin de fazlalığı zarardan başka bir şey temin etmiyor…”  SOH.2000/s.368-369

 

Acımak konusunda nasıl bir duygusal denge içinde yer almalıyız?
“...Merhamet Allâh’ın sıfatlarındandır. Acımak da merhametten gelir. Acı, fakat îtiraz etme.  Biz dervişler için îtiraz abestir. Meselâ yolda bir kötürüm görürsün. Yâ Rabbî bunun günâhı neydi de bu hâle koydun deme. Elinden geldiği kadar yardım et, sadaka ver. Allah her şeye, herkese lâyıkını vermiştir. Kim bilir kötürüm olmamış olsaydı, neler yapacaktı? Acımak Allâh’ın işine itiraz etmek demektir...” SOH.2000/s.645-646

 

İnsanın kendi kendiyle barış içinde olması, denge konusunda niçin önemlidir?
“…Cenâbı Hak Kurânı Kerîm’de: “İnsanları sevip onlara hayır ve iyilikte bulunmak, adâlet ve ihsan ile muâmele etmek lâzım geldiğini;” hadîsi şerifte de: “Kulların, Allâh’ın âilesi olup, bunlara şefkat ve merhamet edenlerin Allah indinde makbul olduğunu” buyuruyor….
… Demek oluyor ki, bir insan, kendi vücûdu memleketinde sulh ve salâhı temin etmezse, başkalarına karşı da sulh, salâh adâleti temin eyleyemez. Bunun husûlünün de (meydana çıkışının da), nefsin ıslâhından ve rûhun tekâmülünden başka bir şeyle olamayacağı âşikârdır. Tabiî bu hâsıl olmadıkça da dünyâda rahat ve sükûn beklemek beyhûde (boşuna) ve abestir…” SOH.2000/s.459-460

… İç darlığı gönül kasveti, başlıca üç sebepten ileri gelir. Birincisi, işlediği günahtan. İkincisi, kendisinden kaybolan dünyâlıktan, servet, evlât, mevki, vesâire… Üçüncüsü, bir şahıs tarafından, şerefine, gurûruna vâki olan taarruzdan (saldırıdan).
Günahtan olan sıkıntı için Cenâbı Hakk’a tövbe ve istiğfar (affını talep) edersin. Senden kaybolan dünyâlık için, sen de dünyâdan geçer, Rabbine rücû edersin. Şundan bundan bir fenâlık gelirse, onun da ilâcı tahammül ve sabırdır. Böylece de gönlüne çöken o darlığı gidermiş olursun…”  SOH.2000/s.397

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...