"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.
Dervişlik nedir?
“…Dervişlik kalben mâsivâyı (Allah’tan gayrıyı) bırakıp Allâh’ı bir bilmektir. Yoksa eline tesbihi alıp köşeye çekilmek değildir. Kalbine hiçbir gamı hiçbir zevki koymamaktır…” SOH.2000/s.588
İnsanlık ve dervişlik arasında nasıl bir bağ göze çarpar?
Derviş kimliğinin doğuşunda; gerçek mânâda insan olma gayreti niçin önemli bulunmaktadır?
“…Beşerin (insanoğlunun) hepsine âdem denir. Amma hepsi insan değil, bir kısmı hayvânı nâtık yâni konuşan hayvandır. İnsan, insanlığını yâni hakîkati bulana derler. O insan sûretinde (şeklinde) olanların iç yüzlerini açacak olsan, kimi domuz, kimi kurt, kimi maymun sûretindedir.
İnsanlığını bulamayan kimseler, hayvandan da aşağıdırlar... SOH.2000/s.587
… Halbuki dünyâya hepimiz insanlığı bulmaya geldik. Bulamazsak yazıklar olsun bize… Allâh’ın ahlâkıyle ahlâklanmamış ve Hakk’ın sıfatlarıyle sıfatlanmamış kimse insan olamaz… SOH.2000/s.553
…Hayvanda akıl, anlayış ve iyiyi kötüden ayırma kãbiliyeti yoktur. Eğer insan, kendisine ihsan olunmuş bu irâde ve iyiyi kötüden seçme kãbiliyetini kullanmaz da insanlığına yakışmayacak vasıfların esîri olursa, elbet hayvandan aşağı olur.
Meleklerden üst olmasına gelince, melekler, yalnız Allâh’ı tesbih eder (anar, saygı gösterir) ve hamd eylerler (şükrederler). Onlarda nefsin zorlaması olmadığı için mücâdele nedir bilmezler. İnsanın ise, nefsiyle mücâdele ve mücâhedede bulunup onu yendiği takdirde meleklerden üst olması tabiîdir.
Melekler, Cenâbı Hakk’ın ancak birkaç ismine mazhardırlar. İnsan ise bütün ilâhî isimleri kendinde toplamıştır. İşte bu ilâhî esmânın (isimlerin) gerektirdiği irfânı bulan insan: Velekad kerremnâ beni Âdem (Hucûrat sûresi, 13. âyet) mânâsını hâsıl etmiş demektir…” (Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, kötülüklerden en çok korunanınızdır. Allah herşeyi bilir, herşeyden haberdardır.)SOH.2000/s.608-609
İnsan olarak yaratılmak bir fırsat ise, bu fırsatı olumlu olarak değerlendirmek nasıl mümkün olabilir? İnsanlığını bulmak neyi anlatır?
“…Dünya insanladır; âhiret de insanladır. Dünyânın hilkati yaratılışı insanla berâberdir. Âhiretin hilkati de yine insanladır. Cenâbı Hak da öyle buyuruyor: Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu cihânı halketmezdim ya Habîbim! (Hadîsi kudsî) …”SOH.2000/s.158
…Daha insan halkolmazdan evvel, ruhlara Kur’ân’ın mânâsı bildirilmiştir. (Rahmân sûresi, 14. âyet) Ümmü’lkitapta yâni ezel levhasında, Âdem’in halîfe olacağını görünce melekler Cenâbı Hakk’a: “Biz dururken kan döken, fitne koparan kimseyi neden halîfe ediyorsun? Biz ki seni tesbih ediyoruz sana hamd ediyoruz, bu revâ mıdır? dediler…
…Cenâbı Hak, Âdem’e bütün esmâyı hüsnâyı (isimlerini) öğretti ve onları meydana çıkar! dedi. Melekler ise ancak bir iki ismin mazharı idiler. Âdem’de bu zenginliği görünce hayrette kaldılar ve: “Yâ Rabbî, senin öğrettiğin kadarını bilebiliriz, (Bakara sûresi, 32. âyet)” diye acizlerini ortaya koydular.
İşte Âdemzâde olan bizlerin içinde dahi, babamızın ilim mîrâsına konup onun halîfeliğini icrâ edenler de aynı sûretle esmâi ilâhiyeye (ilâhi isimlere) vâristirler (mîrasçıdırlar). Hâsılı “ne ki mevcut ise, hepsi sizin nefsinizde mevcuttur.” (Zâriyât sûresi, 21. âyet) …
… Bütün kâinatta (evrende) ne yazılmış ise, Allah onların hepsini bu küçük vücûda sığdırmıştır. …
…Allah sana beşer olmak şerefini ihsan etmiş iken kadrini bilmemek elbet nankörlüktür…
… Dünyâya gelmekten maksat, ancak bu hakîkatleri bilmek ve hemcinsimize (yaratılmışa) hizmet etmektir ki dervişliğin mânâsı da budur... Yoksa, sâde yat, ye, iç, kalk, dışarıda evde bolca lâf… Olmaz bu… Lâzım olan, insanın insanlığını bulmasıdır. Çünkü insanlık büyük şeydir. İşte oraya ayak bastın mı, artık vara yoka îtirazlar, dedikodular kalmaz. Dâimâ edep dâiresinde hareket eder, kimseye fenâ nazar ile bakmaz, herşeyi Cenâbı Hakk’ın yaptığını bilir, dâimâ iyiliğe çalışırsın.
Her zaman söylüyoruz, dervişlikten maksat, ahlâkımızı tamamlamaktır. Bir dervişte ahlâk olmazsa, o derviş, derviş değildir. Bâzı kimseler tarîkati ve dervişliği tekke ve tekkede bağırıp çağırmaktan ibâret zannediyorlar. Halbuki dervişlik sırf tekke ile olmaz. Ancak insanlıkla olur ve insanı bulmakla olur ki bu da rûhun safiyete ermesi ve cismânî hırslardan kurtulması iledir…
…Hâsılı illâ güzel ahlâk, illa güzel ahlâk… Ahlâk olmazsa, ibâdetten de bir fayda hâsıl olmaz! …” SOH.2000/s.491-492-493
(Öğrenci:)
“… Nefsin arzûlarını terketmedikçe insan, kâmil (olgun) olamazmış:”
“Şuna, insan olmaz de.. Değil kâmil insan, derviş olamaz. O nefis öyle yamandır ki, tamâmen yakıp kurtulmadıkça, hîlesinden emin olamazsın. Nefsini öldürmek için de mücâhede ve aşk lâzımdır. Aşktan maksat da, insanda ondan gayrı bir şey kalmamaktır. Aşk ise bir rahmânî cezbedir (ilâhi çekiliştir) ki onu vücut ocağında bir kâmil insan uyandırır. Uyandı mı da ne kadar put varsa yakar yıkar.”…” SOH.2000/s.612
Dervişlik, insanlık âlemine İslâm’dan sonra yerleşmiş bir kavram mıdır? İlk nasıl ve nerede ortaya çıkmıştır?
“…dervişlik insanlıktır. Bu yaratılış âlemi Cenâbı Hakk’ın “Kün” (ol) emrine mazhar olmuş, bu sûretle de çeşitli esmâ (isimler) ve sıfât meydana gelmiş…SOH.2000/s.586
…İlk dervişlik, beşerin (insanlığın) babası olan Hz. Âdem’le başlamıştır.
O zaman başlayan dervişlik her devirde var olmuştur…” SOH.2000/s.354
Tekkelerin açık olduğu dönemlerde (bu eğitim ocaklarından nasiplenmeye çalışan) dervişlerin nasıl bir hâli taşıması durumunda istifâdelerinin mümkün olabileceği belirtilmiştir?
“…Tekke, avam içindir. Bu çekiliş ve muhabbet ise olgun rûhun kârıdır. Bundan da anlaşılıyor ki bir kimse, bir insana tâbi olup ondan şifâlanmaya muhtaçtır. Tâbi olunca da göstereceği yoldan gitmesi tabiîdir…SOH.2000/s.183
…Tekke demek irfan bucağı demektir. Derviş ise, irfan sahibi olana derler… YM.1983/s.391
Derviş olmaya niyetlenmiş her kişi, insanlığını bulma yolunda ilerlemiş kabul edilebilir mi?
“…Bu yola her girenin derviş olması lâzım gelmez. Her mektebe devam eden talebenin mezun olamadığı gibi… Meselâ, bir talebe, herhangi bir sebeple mektebi terke mecbur olur veya kovulur. Ya da kãbiliyetsiz veya ahlâksız, yâhut da hastadır.
Hattâ mektebi ikmâle muktedir (gücü yeter) olanlar bile derece derecedir. Kimi pekiyi kimi orta kimi zayıf olarak mezun olur. Fakat her ne kadar düşük derece de almış olsa yine de mezun denir, bu sûretle de istenen elde edilmiş olur.”
Doktor Server Bey:
İş, o kâmil hocayı bulmakta ve onun da talebesini sevmesinde…
“Hayır, kâmil hocayı bulursun da yine olamayabilirsin. Eğer ona küllî (tam) bir teslim ile teslim olmazsan, bu istîdat ve kãbiliyet sende bulunmazsa nâfiledir (boşunadır).
Meselâ hoca talebesine, mektebe tam sekizde gel ve filân kitapları da al! deyip de talebe kendi aklınca: Beni sekizde çağırdı ama, sekiz erkendir, dokuzda gideyim, diyerek, üstelik de kendi bildiği kitapları alarak mektebe gidip hocanın anlattıklarına ve öğrettiklerine dikkat etmezse buna üstat ne yapsın?”
Server Bey:
O isterse taşı da altın eder.
“Evet ama o taşta da altın damarı olmalı...
İşte, her mektebe girenin orayı ikmâle muvaffak (bitirmeye başarılı) olacağına dâir eline hüccet (kanıt) verilmediği gibi, her sülûk eden (mânevi eğitim yoluna giren) kimse de dervişlik şahâdetnâmesi alamaz…” SOH.2000/s.1920
Derviş, nasıl bir yaşam yolculuğu içinde (sülûk) yol alır?
“…Dervişlik sâde tekkede hoplamak zıplamak ile değildir. Tarîkattan maksat, nefsini terbiye etmektir ki bunun da bir çok safhaları vardır. Nefsin terbiyesi için bir derviş, ne darbeler yer, ne türlü imtihanlara tâbi tutulur. Azıcık iğnenin ucunu değdirmekle feryâdı koparmaz…SOH.2000/s.513
… Kezâ, ben sâdık dervişim, diyenler için de hiç hatır ve hayâle gelmeyecek şeyler, hastalıklar, darlıklar, türlü çileler ve mücâdeleler vardır. İşte bütün bu nefislerine ağır gelen keyfiyetler ile imtihan olunurlar.
Cenâbı Hak bu imtihanları neden yapar? Kullarını bilmiyor mu? derseniz, kendi derece ve mevkilerini gösterip, bizzat tasdik ve imzâ ettirmek için yapar. Tâ ki kim yalancı, kim doğrucu meydana çıksın. Zîra o da sâdıkım, diyor, öteki de. Amma imtihan vaktinde iş meydana çıkıp, doğrucu ve yalancı belli oluyor.
Hep hoşuna giden şeylere memnun olup, iğnenin ucunu görür görmez feryat edip bağırmak çağırmak olur mu? Maksat, Allah deyip durmak ve ondan ne gelirse râzı olmaktır ki, Hak da senden râzı olsun… SOH.2000/s.509
… Cenâbı Hak Kur’ânı Kerîm’de: “Nas (insanlar, herkes), zannederler mi ki, biz Allâh’a ve âhirete îman ederek namaz kılar oruç tutarız; biz Allâh’ın mü’min kullarıyız, demekle bırakılacaklar mı?” (Ankebût sûresi, 13. âyet )…” SOH.2000/s.509
Dervişin yolu neden kanlı bir yol olarak nitelendirilmektedir?
“…Âdem, emâneti yâni aşkı kabul etmesi cihetiyle (açısından) nefsine zulmetti. Zîra o öyle ağır bir emânettir ki ancak Cenâbı Hak tarafından imtihan olarak ve tekâmüle (gelişime) hizmet etsin diye verilmiş olan nefsi ve nefsin bütün îcaplarını çiğnemeden buna tahammül edilemez. İşte Âdem bu ağır yükü kabul ettiği için nefsine karşı zâlim oldu. Câhil olması da, bu emâneti kabul etmekle başına gelecek türlü iptilâlara cahil olması dolayısıyledir. Yoksa herkesin anladığı mânâda câhil ve zâlim demek değildir.
Cenâbı Hak insana tekâmülüne vesîle olması için nefis verdi. Bu sâyede de insan meleklerden daha şerefli oldu. Meleklerde nefis olmadığı için, dâimî sûrette ibâdette bulunsalar da yine Âdem’in seviyesine çıkamazlar.
İnsan, emâneti kabul etmekle, nefsinin aldatışlarına karşı durup, Allah yoluna koyulduğu, nefsini garip bırakıp rûhunu yükseltmek savaşında bulunduğu için zâlim oldu…
… Bu yol, kanlı yoldur. Nefsin izzeti, şerefi kırılıp, Allah nâmına fedâ edildiği için kanlıdır. Fakat insan da bu kanlı yolu seçmekle bütün ilâhî isimlere mazhar oluyor.
Böylece de Âdem’in herkesten, her şeyden hattâ meleklerden, Arş ve Kürs’ten ilmen üstün ve tercih edilmiş olması, hiçbir yaratılmışın kabul edemediği ilâhî emâneti kabul etmesi ile sâbit olmuyor mu? …”SOH.2000/s.514-515
Bir dervişin elest yemîni ne olabilir?
Allah’ım, nefsime ağır gelen şartlar altında da olsam seni tesbih eder, sana sığınır, seni anarım, sana olan sevgime, yeryüzünde de yaşam maceram içinde, bu bağlılığı ve bu sevgiyi ispat mücâdelemde, hangi zorluklarla karşılaşırsam karşılaşıyım sana verdiğim ahde sağdığım.
Senin arzu ettiğin Kur’ânı Kerîm’de bildirdiğin gibi bir kul olmaya, yaşayan Kur’ân hâline getirdiğin Hz. Muhammed’i örnek alıp, Hz. Muhammed ve mânevî mirasçıları olan, yüzyıllardır süre gelen Hak âşıklarının hâllerini giyinmeye, kendi yüzyılım içinde bu mirasçıyı yakalamaya, gücüm istîdâtlarım ve bana verdiğin nasip nisbetinde hâllerini hâl edinmeye ahd ettim. Lûtfuna, keremine, sevgine ve şefkatine sığınırım.
Böylesi bir ahde hangi ipuçlarını değerlendirerek varabiliriz? Acıya tatlıya göğüs germenin ve ezâyı cefâyı hoş karşılamanın gerekliliği yukarıdaki gibi bir yeminin varlığına mı işâret eder?
Hz. Ali’deki sır sevgisini fiiliyata döküşünde mi gizlidir? Bu durum yukarıdaki yeminin nasıl yaşanması gerektiğine örnek oluşturabilir mi?
“…Dün Aliye bir kitap okuyordu. Bir esîrin esârette çektiği zahmet ve meşakkatlere hoşlukla tahammülünü (dayanışını) anlatan kısmı bana da okudu.
Bir kimsenin, dünyâda mâruz kaldığı cefâ ve sitemleri hoş karşılaması, Elest’te verdiği ahde (belî) “evet” demesidir. Allah: “Bunları sana veren ben değil miyim?” dediği zaman, kulun hoşnut olup (evet) demesi, işte o ahde sâdık kalmasıdır. Bu düstûru her âna teşmil etmek lâzımdır. Zîra her nefeste Cenâbı Hak: “Ben senin Rabbin değil miyim?” diye bize soruyor. Eğer biz de her ânımızı her hâlimizi hoş karşılıyorsak, belî demiş oluruz. İşte bunu yapabilmek için çok uyanık, çok tetikte bulunmak lâzımdır.
Netîce, insanın her nefesi bir Elest muâmelesidir... SOH.2000/s.478
…Niçin bu dünyâya geldin, düşün… herhalde yalnız beşer cemiyetine hizmet için değil... evvelâ kendi vücûdunun cemiyetine hizmet et ki beşeriyete hizmetin de semereli (verimli) olsun... SOH.2000/s.159-160
… Hazreti Ali Allah aslanı olmak dolayısıyle, kendisine muhabbet ve hürmet eden, Resûlullâh’ı da hoşnut etmiş olur. Fakat ona muhabbet, yoluna gitmekle olur. Sevmenin şartı budur… Dildeki dâvâya hüccet (delil) isterler. Ben Halep’te kırk arşın atlardım, demek para etmez. Atla… dedikleri vakit burada da atlamalı... SOH.2000/s.561
…Orada belî diyenler bu belî’yi burada yâni dünya mahkemesinde ilim ve amel şâhitleriyle isbâta geldiler. İsbat edebilenler, mahkemeden kalbi selîm hüccetini alarak dâvâlarını kazandılar. Etmeyenler de mahkûm olarak muhtelif cezâlara çarpıldılar ve evvelce dedikleri belî’de sadâkatleri sâbit olmadığı için mahkemeyi kübrâda (büyük mahkemede) mahcup ve me’yus (ümitsiz) oldular…” SOH.2000/s.541
Bir dervişin devamlı murâkabe ve teveccüh hâlinde bulunması nasıl bir hâli yansıtmaktadır?
“…Bir sâlik esâsen devamlı olarak murâkabe (kendini hesaba çekmede ) ve teveccühtedir (yöneliştedir). Uyanıktır, yüzünü merkeze döndürmüş gönlünü merkeze bağlamıştır. Bu alışkanlık dolayısıyle o merkezden gelen cereyanı alacak istîdâdı âşikâr olmuştur (açığa çıkmştır). Bu yolların açılması, murâkabenin kuvvet ve şiddetine bağlıdır. İşte kalpten kalbe yol vardır, dedikleri budur…” SOH.2000/s.605
Dervişlikten maksat güzel ahlâk olduğuna göre, güzel ahlâk sâhibi olan herhangi bir insanla derviş arasında ne fark vardır?
“…İnsanlık, yalnız iyilik sâhibi olmakla tahakkuk etmez (gerçekleşmez). Zîra bâzı kimsede iyilik yapmak isteği, bir meşrep, bir alışkanlık hâlindedir. İyilik yapar. Fakat kendisinde iyi ahlâk ve kalbi selîm yoktur. İçi karmakarışık, bozuk düzen olan kimsenin yaptığı iyilik o işe mahsustur. Öyle ki, bu kimsenin niyeti sâlim ve hulûsu tam değilse, günün birinde nefsine ağır gelen herhangi bir sebeple, kafası kızıp, yaptığını da yapacağını da ayak altına alır. Hattâ bir zamanlar iyilik ve hayır yaptığı kimse hakkında hatıra gelmez fenâlıklar düşünür ve yapar. Şu halde iyilik sâhibi o kimsedir ki, nefsinin yalancı balonu bir iğne temâsıyle sönüp gitmez…SOH.2000/s.452
…Biz yaptığımızı Allah için yaparız... SOH.2000/s.404
…Devişlik buyruk dinlemektir. Çünkü her olan, Allâh’ın buyruğudur… Bunu hal eden, lâ ilâhe‚ illallah (Allah’tan başka tapılacak yoktur) demiş olur… SOH.2000/s.352
…Bâzıları derler ki: Dervişlikten maksat, ahlâkın tashîhi (düzeltilmesi) değil midir? Biz işte ahlâk sâhibiyiz. Haset, kibir, gıybet etmeyiz. İyilik yaparız. Yalan da söylemeyiz, rüşvet de almayız. Binâenaleyh bizim derviş olmaya ihtiyâcımız yoktur. Biz kendi prensibimizle gideriz. Fazla olarak, Allah ve bir de Resûlullah olduğunu biliyoruz. Elimizde Kur’ân’ımız da var. Başka neye ihtiyâcımız olabilir?
Hazreti Mevlânâ, bu türlü düşünenlere şu sözler ile cevap buyurur: “Dal eğri olsun da köke merbut (bağlı) ve yaş olsun. Köke bağlı yaş dal, doğru olup da köke merbut olmayan doğru fakat kuru daldan elbet âlâdır (üstündür).” Çünkü o yaş dal, zamânı gelince semere verir, mahsul, meyve verir...” SOH.2000/s.546
Gerçek bir dervişten, tevhîd prensibine bağlı olarak nasıl bir ahlâka sâhip olması beklenir?
“… Dünyâda abes hiçbir şey yoktur. Belki görünüş abesmiş hissini verir. Meselâ dere kenarında bez yıkayan kadın çamaşırı evvelâ tokmaklıyor, sonra çalılara serip kurutuyor. Daha sonra katlayıp istif ediyor. Bu vuruş, ıslatış kurutuş hareketleri birbirinden ne kadar ayrı birbirine ne kadar zıt; fakat maksat bir: O da çamaşırı temizlemek. Netîcede de dilberin vücûduna lâyık kılmak... SOH.2000/s.123
…Kimseye hakãret etmemeli, hor bakmamalı. Yoldan azanları hor görmemeli. Şu şöyle, bu böyle… dememeli. Nene lâzım… Sen kendine bak. Allah ondan o sûretle (şekilde) görünmek istemiş, sana ne? …SOH.2000/s.392
…herkese, istîdâdına (kâbiliyetine) göre rol verilmiş ve herkes memur olduğu işin yapılması ile vazîfeli (görevli) kılınmıştır. Onun için herhangi bir kimseyi hal ve hareketleri için ayıplamamalı, îtirazda bulunmamalıdır…SOH.2000/s.211
…İyisi mi, kimsede kusur görmemeye bakmalı. Çünkü biz, hüsni zanna (iyi düşünmeye) memûruz. Kötü bir şey görürsek onu yapan kimsenin selâmetine duâ ederiz…” sOH.2000/s.599
Bir derviş için tefekkür (derin düşünebilmek) neden kıymetlidir?
“…Lokman Hekîm’e, hikmeti nereden öğrendin? diye sormuşlar. Âmâdan (körden)! demiş. Nasıl olur? dedikleri zaman ise: Önüne gelen çukurlara, taşlara, engellere çarpmamak için asâsıyle etrâfını yoklar ve tehlikelerden kurtulur, demiş.
İnsanlar da geleceği bilmedikleri için tefekkür asâsıyle yapacakları ve yapmakta oldukları işleri teftiş etmeleri (denetlemeleri) lâzımdır. Resûlullah Efendimiz de: “Tefekkür gibi ibâdet olmaz, ” buyurmuyor mu? Pascal da öyle diyor: “İnsanın insanlığı tefekkür iledir ve ahlâkın esâsı da tefekkürdür.” Yine Efendimiz: “Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibâdetten efdaldir (üstündür),” buyuruyor…” SOH.2000/s.480
Talep etmek bir derviş için neden önemlidir? Dervişten de ne beklenir ve ne talep edilir?
“…bir kimse …Ne gördü ne bildi neye muhabbet eylediyse seviyesi ve kıymeti ancak odur. Yâni talebin ne ise sen de osun… SOH.2000/s.247
… Talebin de üç derecesi vardır. İsmi, cismi, rûhu… eğer rûhu bulabilirsen, işte o vakit gerçek talepte bulunmuş olursun.
Semîha Hanım:
“İstek, istenen şeyin müjdecisidir, demiştiniz.”
“Çünkü senin gönlüne o isteği veren de Hak’tır.
Bir şeyhin, zevce veya evlâtlarını yâhut yakınlarından birini gördüğünüz vakit, sözlerinden, o şeyhin iktidar ve irfânını anlamaya çalışırsınız. Lisan bülbülü söylemeye başlayınca, o kimsenin ne olduğu meydana çıkar. Hattâ konuşmasa bile, eğer şeyhinin hâlini giymiş ise, bu sûretle de ne olduğu anlaşılır. Çünkü hal de bir lisandır.
Şunu bilmek lâzımdır ki, dervişler şeyhin kalbi kitabının sahîfeleridir… Bu îtibarla onların yaptıkları ve söyledikleri döner kendilerini yetiştirene gelir. Bunu bilince de, dervişten ona göre hareket etmesi beklenir.” …SOH.2000/s.282
… Denizden, romorköre bağlı bir kayık geçiyordu:
“Bakınız talebe üstâdına bağlı olduğu gibi, bu kayık da öyle. Fakat yine de dümen mevkiinde bir adam var. Bundan şu anlaşılıyor ki insan her ne kadar tarîkat cihetiyle şeyhine bağlı ve mütevekkil olsa da yine akıl dümenini elinde tutup idâre etmesi, sağa sola çarparak üstâdına söz getirmemesi lâzımdır…SOH.2000/s.353-354
… En dikkat edilecek nokta, kimseyi rahatsız etmemek, yâni bâr (yük) olmamak ve incitmemektir. Mahlûk (yaratılmış) olmak îtibârıyle insanla hayvanın bir farkı olmadığına göre bütün yaratılmışları kaplayan bir şefkat ve merhamet, derviş kişinin kârıdır.
Hele, bir kimsenin kalbine dokunup incitmemeye, kaba sözler sarfedip onu mahcup edecek hareketlerde bulunmamaya çok dikkat etmek lâzımdır…SOH.2000/s.323
… Dervişlik, sâdece namaz kılmak oruç tutmak, sabahlara kadar ibâdet etmek, hayratta bulunmak demek değildir. Çünkü bunlar bendelik (kulluk) îcaplarıdır. Asıl dervişlik, incitmemektir. İşte bu mertebeye vâsıl olan kimse derviş olur. Yâni fakr (yokluk) sâhibi olur
Fakr ne demektir? Bu öyle bir isimdir ki kemâlini bulursa (olgunlaşırsa) vuslat (kavuşma) hâsıl olur. Kendinden birşey kalmaz, Allah tecellî eder.”…” SOH.2000/s.319
Derviş kendi dünyâsına çekilip, kendi kabuğu içinde yaşayan kişi midir? Dervişlik âlemiyle nasıl bir hâl kastedilir?
“…Geçimin ve ihtiyaçların gökten inip ayağına gelmez.
Bilmiyor musun, ehlullah hattâ peygamberler, hep birer san’at sâhibi idiler. Eğer maîşetin gökten inmesi îcap edeydi onlara inerdi. Allah gãfilleri tembelleri sevmez... SOH.2000/s.533
…tarîkat ve dervişlik Hak meşgalesidir. Diğer işler ise beden ve madde meşgalesidir. Bunların ikisi birbirine mânî değildir. Binâenaleyh kesrette (çoklukta) Hak ile vahdette (tekte) halk ile olmak basîret erbâbının yoludur.
…Yaşamak zevki, asla kavuştuktan sonra olur ki, işte şimdi sen bu sermedî (dâimî) zevki bulmak için yaşıyorsun. Hakîkat cihetiyle (mümkün) muhîtin hâricinde (sosyal hayatın dışında) kalmak nasıl kãbil olabilir? Bir münevver (aydın) insan olarak her şeyin bu muhit dâhilinde olduğunu okuyup öğrenmedin mi? … SOH.2000/s.305
…Dervişlik kime bağışlanırsa, onun kalbi pâk olur. Etrâfina gölgesini yayan, yemişi tükenmez, dâim tâze olan ağaca benzer. Onun nefsinden misk ü amber (mis kokuları) tüter. Budağından etrâfı yeşillenir, yaprağı dertliye derman olur. Gölgesinde bir çok hayırlar işlenir…”SOH.2000/s.452
Derviş niçin dâimî saadet içindedir? Onu dünyâ ehlinden farklı kılan nedir?
“… İki cihanda saâdet, selâmet ve kurtuluş ancak Allah demek ve Allâh’ı unutmamakla olur. Bu dünyâda Allâh’ın halvetgâhından (başbaşa kalınan yerden) başka hiçbir yerde rahat yoktur. Bu cemiyet ki Allah diyor, elbet Allâh’ın halvetgâhıdır. Halbuki dünyânın zevkleri içinde bulunanlara sor, sana zevklerinin netîcesini söylesinler, hesap versinler. Onların hallerinin netîcesi yeis (keder), nedâmet (pişmanlık) ve hüsrandır. Fakat, Allah ile olan, Allah diyen bir dervişin gönlüne bakarsan, genişlik, huzur ve saâdet görürsün. Bunlar maîşet bakımından darda da olsalar, yokluk içinde varlık sâhibi olarak zengindirler. Bunların zevkli hayâtını ve mânevî zenginliğini acabâ dünya ehlinin şâşaalı ve ihtişamlı (gösterişli) hayâtında bulmak kãbil midir? …” SOH.2000/s.520
Bir derviş her şeyi Hakk’tan bildiğine göre, aleyhinde söylenen bir sözün karşısında nasıl bir tutum sergilemelidir?
“…Bunu dervişlikçe mi yoksa insanlıkça mı soruyorsun? İnsanlıkçası, kısasa kısastır. Yâni, sen de ona söylersin.
Dervişlikçesi sabırdır. Bende bu fena huyu görmeseydi söylemezdi, dersin. Yâhut, bir hikmet tahtında söylemiştir, dersin veyâhut, ileride yapacağım bir kusûrum için îkazdır, beni îkaz etmek, uyandırmak için Allah tarafından söyletildi, dersin…”SOH.2000/s.600-601
İnsan olma san’atında genç oluş neden önemlidir?
“…gençlikteki çalışmanın elbet faydası pek çoktur. Çünkü genç iken elinde kuvvet kudret, nefis var. Fakat bir ihtiyarın hangi iktidârı imkânı kalmıştır ki Hak nâmına fedâ edebilsin...
SOH.2000/s.276
…tarîkat (mânevi yolu öğreticilik) âleminde de, Hakk’a giden iki yol vardır. Biri kuldan Hakk’a, diğeri Hak’tan kula olan yoldur. Nâmı diğerle biri meşk, çalışma ve gayret diğeri aşk yolu. Mücâhede, çalışma ve gayret, vücûdun kudret ve kuvveti iledir. Gençliğini beyhûde geçirip de yaş kemâli (olgunluğu) bulduktan sonra tarîkate (eğitim yoluna) giren ve meselâ gece uykusuzlukları, tesbih ve ibâdetler ile ilerlemek isteyen kimselerin hâli elbet müşküldür. Bunların terakkîsi (ilerleyişi) bu gibi çalışmalara bağlı olduğundan, çalışabilecekleri o gençlik elden gittikten sonra, aşk kãbiliyetleri de hâliyle duraklamış olur. Onun için her şey gençliktedir, tâat ve ibâdetler de gençlikte olur, denmesinin sebebi budur.
Fakat gönül nûru ile kulu Hakk’a eriştiren aşk yolu yolcularının, ilâhî cezbe (çekiliş) ve aşk ateşini buldukları için, bu maddî varlığa ihtiyaçları kalmamıştır. Onlar cezbe ve aşktan kendilerine bir binek düzmüşlerdir. İşte bunlar ihtiyarlasalar da, cisimleriyle bir alâkaları olmadığından, başka bir âlemde seyreder ve yol alırlar. Tenin ve bedenin zaafından bunların aşklarının ateşine asla noksanlık gelmez. Çünkü onlar, Allâh’ın cezbelerinden bir cezbe iki cihânın ameline denktir, bineğine binmiş olarak kendi makam ve menzillerine (yüce âlemlerine) seyrederler. Onların bu aşktan gayrı hiçbir kayıtları yoktur…” SOH.2000/s.197
Ârif ve Muhlis ne demektir?
“…Allâh’ı müşâhede etmek (heryerde ve herşeyde onu görmek) üzere amel eden (çabalayan) kimseler âriftir. Allâh’ın kendilerini gördüğünü bilerek amel eden kimseler ise muhlisti. (Fatmai Nişâbûriye) …” SOH.2000/s.345
Ârifibillah kime denir? Herhangi biri ile Ârifibillah arasında ne fark vardır?
“… Sizde akıl, nefis, kalp ve ruh var. Fakat bunlara rağmen siz tek zatsınız. Eğer irfânı bulmuş, ârifi billah olmuş yâni sırları ve gerçekleri kavramış iseniz, bu saydığınız akıl, ruh, nefis ve kalp birleşmiş olur. Eğer olamamışsanız, hangi yerde kalmışsanız hükmünüzde ona göre olur…” SOH.2000/s.493-494
Derviş olmaya ahd etmiş kişinin, derece mertebe gibi endîşeler taşıması nasıl karşılanmıştır?
“…Sâlikin derecesinden düşüp düşmemesiyle kayıtlanmasına lüzum yoktur. Bu gibi düşünceler vakit kaybetmekten ibârettir. Onun gördüğü bir, taptığı bir olmalıdır. Mertebe, derece gibi basit şeyler üstünde durmasına lüzum yoktur. Maamâfih (bununla birlikte) beşeriyet (insanlık) hâliyle bir kabahat işleyip farkına varsa, bir daha aynı hatâyı yapmamaya dikkat ederek, Allâh’ın lutfu keremine sığınır ve affedileceğinden ümîdini kesmez…” SOH.2000/s.629-630
Hâd bilmek bir derviş için neden önemlidir?
“…Bir gün Şeyh Sadreddîn’in taşkın dervişlerinden biri semâ ediyormuş. Şeyh Sadreddîn’e bakarak: Mağrur olma (gururlanma)... Senin bu güzelliğin benim aşkımdandır! demiş. Hazret de ona: Ne tuhaf! Bir baba, evlâdını kollarıyle yukarı kaldırdığı vakit, o oğul kendini babasından büyük farzeder. Fakat baba bırakıverirse düşüp parça parça olur, karşılığını vermiş.
Şeyh Hazretleri’nin bu cevâbını alan derviş bir ishâle tutularak üç gün içinde ölüp gitmiş…” SOH.2000/s.335
Sülûkun (mânevi eğitim yolculuğunun) kaç derecesi vardır?
“…
“Söyle bakayım, sülûk’un kaç derecesi vardır?
Meczûbı sâlik, sâliki meczup, sâliki gayrı meczup, meczûbı gayrı sâlik.
“Evet... meczûbı sâlik ne demektir?
Önce cezbeyi bulan sonra sülûke giren kısım değil mi?
“Evet... peşin aşkı bulup sonra sülûkunu yapanlara meczûbı sâlik denir.
Peki, sabrı anillah hakkında ne biliyorsun?
En güç sabır, diye biliyorum.
“Doğru... en güç sabırdır. Meselâ eski devirlerde bir hükümdar, beğendiği, liyâkat (lâyık bulduğu) ve kãbiliyet gördüğü bir kimseyi karşısına alıp, beş dakîka içinde, seni onbaşı yaptım, yüzbaşı yaptım, binbaşı yaptım, nihâyet müşir (mareşal) yaptım! diyerek bütün bu derece ve makamları bir anda geçirttikten sonra, yâni üstün bir ihsan (bağış) olan müşirlik mertebesinin tevcîhinden (verilmesinden) sonra, onu kesrete sevk (çokluğa göndererek) ve reddederek: Haydi şimdi yürü kıt’alarının başına geç, bilgi ve tecrübe sâhibi ol! derdi. Yâni bir anda aşk pâyesine erdikten sonra, sülûkun cilve ve çileleri içine salarak: Haydi bakalım benim nelerim olduğunu gör, hicrânımı tat! diyerek beşeriyetin külfet ve zahmetleri içine sürerdi. İşte o cezbeyi tattıktan sonra bu yangını gönlünde uyandıran mâşuktan uzak düşmeye, onun likãsına (yüz yüze gelmeye, kavuşmaya) olan sabra, sabrı anillah derler.
Fakat cezbeden sonra tâbî olunan bu temrin (alıştırma), bu ders tatbîkãtı kısa ve muhtasardır (azaltılmıştır). Şâyet sülûkün îcaplarını ve mertebelerin ahvâlini (hallerini) bu kadarcık olsun, görmemiş olsa, hicran çekip sülûk yollarının acemisi bulunsa, bâzı noktalarda aksaklık göstereceği tabiîdir.
Gerçi bu zümre, daha ezel âleminde iken terbiye görüp de dünyâya gelmiş onun için de doğrudan doğruya büyük sınıfa kabul edilmişlerdir. Ama yine de, mânevî liyâkatleri (layık oluşları) zâhirî tecrübe ve tatbîkatla birleşmeye mecburdur.
Gelelim şimdi sâliki meczûb’a: Bu kısım, sülûkten yâni senelerce uğraşıp zahmet ve meşakkatler. çektikten sonra aşkı bulurlar. Her bir mertebeyi zamanla geçerler. Gerçi onlar da neferden (erden) bunlar da neferden başlayarak yüksele yüksele müşir olurlar ama meczûbı sâlikler gibi bir anda değildir.
Üçüncü kısım, sâliki gayri meczup’tur ki, bunlar sülûk ederler fakat aşkı bilmezler ve bunlardan halk istifâde edemez. Bunlar, kendilerini kurtaramamış olan kısımdır.
Dördüncüler, meczûbı gayrı sâliktir ki, bunlara gayrı sâlik âşık da denir. Bu mertebenin ehlinden kahır ve celâl zuhur eder. Halk bunlardan da istifâde edemez. Fakat bunlar kendilerini kurtarmışlardır.”
Meczupların iki kısım olduğunu ve bunların söz söyleyenlerinden, istîdatlı bir kimsenin istifâde edebileceğini söylemiştiniz.
“Evet, bâzen istifâde olunabilir. Fakat irşâda memur değillerdir ve sözleri hikmetli de olsa, ortadan ve kendi seviyelerinden söyledikleri için herkes anlamaz. Bunların sözlerinden mânâ kapmak onun için herkese göre değildir. ”
Meczuplar, neden zâtın beşeriyetinden (kişinin insanlığından) müstağnîdirler (hariçtirler)?
“Onlar zatta müstağraktırlar (garkolmuşlardır) da onun için. Kendilerinde vücut ve varlık kalmamış olduğu için cisimden ve cisme âit hallerden bîgânedirler (habersizdirler). Bu yüzden de taayyün (şeklî) alış verişleri hemen de yoktur. İşte onun için kendilerinden istifâde edilemez. Zîra ne ruhsuz cisimden ne de cisimsiz ruhtan istifâde olunur. Onların ise değil taayyün ahvâlinden (vücud bulma, şekle bürünme hallerinden), kendilerinden bile haberleri yoktur.”…” SOH.2000/s.45-46
Kemâle doğru ilerleyişin herkes tarafından rahatça algılanabilir bir boyutu olması gerekmez mi?
“… “Gel bak, şu adam kimdir?” diye sordu.
Ali ağa efendim…
“Üstünde ne elbisesi var? ”
Hademe üniforması!
“Şimdi bu adama, hademelik forma ve işâretlerini muhâfaza etmek (korumak) sûretiyle çok pahalı ve çok iyi cins bir kumaştan elbise yaptırıp giydirsen, görünce ne dersin?”
Tabiî gene hademe derim.
“Şu halde câmenin, yâni elbisenin kıymeti, diğer bir söyleyişle zâhir tâatlar, ibâdetler ve amellerin (fiillerin) değeri, aslındaki ismi değiştirmiyor. Bir hademe, pahalı bir elbise giymekle, efendi, bey olamıyor. Ve hattâ hattâ mevkiinden üst kademedekilere benzemeye çalışmasiyle, gülünç oluyor ve herkes tarafından alaya alınıyor.
Bâzen üniformalarını zâbit (subay) elbiselerinin kumaşından yaptırmış neferler (erler) görürüm. Fakat hiç kimse onlara, yirmi liralık yerine yüz liralık elbise giymiş oldukları için selâm vermez. Halbuki bir mülâzım (teğmen) ne kadar eski ve alelâde elbisede giymiş olsa, ona bütün erler selâm durur. Hattâ bu mülâzım, yabancı bir memlekete, Fransa’ya, Almanya’ya, Çin’e de gitmiş olsa, ona yine bütün bu yabancı askerlerin de selâm vermeleri usûldendir. Çünkü rütbe sâhibidir, zâbittir.
İşte, derecesini bulmuş ruh askeri de mânevî makamlarda ilerleyip mertebesi yükselince, ona bütün rûhanî ve nefsânî kuvvetler boyun eğer ve zerrece emri hilâfına (dışında) hareket edemezler. ” …” SOH.2000/s.44-45
Büyük zatların varlığı, dolayısıyla da bu zatların eğitiminden nasiplenmeye çalışanların olması günümüz hayatı ve koşulları içerisinde imkânsız, hattâ masalsı olarak neden değerlendirilemez?
“Cenâbı Hakk iki denizi kavuşturdu. Fakat biribirleri ile karışmamaları için aralarına bir berzah koydu” âyeti kerîmesi önderliğinde, dervişleri ve derviş mizaçlıları algılayamayışımız nasıl açıklanabilir?
“… Asır, hep o asır. Dem yine o demdir. Zâmânı Saâdet’te (Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemde) ne ise yine öyle. Muvâfıkı (taraftar olanı) da mevcut, münâfıkı da (dışından taraftar görünüp içinden reddedeni de). Nerede o eski evliyâlar? demek hatâdır. Allah da, tecellîsi de her vakit mevcuttur. SOH.2000/s.544
…Cenâbı Hak iki denizi kavuşturdu. Fakat birbirleriyle karışmamaları için aralarına bir berzah koydu. (Rahmân sûresi, 1920. âyet) Bu âyetin bir çok mânâsından biri de şudur ki Cenâbı Hak hakîkat ehli ile dünya ehlini birbirine yakın etti, görüştürdü, buluşturdu. Fakat ezelde olan istîdatları sebebiyle aralarına öyle bir berzah (sınır alanı) koydu ki, o istîdatsız kimse, hakîkat erbâbını gördüğü halde göremedi, sözünü işittiği halde işitemedi. Nasıl ki deniz ortasındaki bir adanın içinde tatlı su çıkıp denizin acı suyu ile karışmaz ve birbirlerinin tabiatına tesir etmezler. Dünyâda da insan, cinsini arayıp bulur ve cinsinin gayrı ile yakınlık kuramaz. Tatlı su ile acı suyun birbirleriyle birleşmediği gibi...” SOH.2000/s.408-409