KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
EHLİBEYT - EHLULLAH - EVLİYAULLAH
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
EHLULLAH, EVLİYAULLAH, EHLİBEYT

 

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Ehlullah ve evliyâullah ne demektir? Aralarındaki fark nedir?
“…Ehlullah, ehli şuhuttur (şâhitliğin, tanıklığın üstâdıdır). Çünkü bunlar, “nereye dönsen Allâh’ın yüzü oradadır (Bakara sûresi, 115. âyet)”, sırrına mazhar olup her yerde Hakk’ı gören şuhut ehlidir ve bunlar: “Benim sıfatlarımla ortaya çık, seni gören beni görür.”  (Hadîsi kudsî), sırrına mazhar olmuşlardır.
Evliyâ ise, hayır hasenat (güzel hayırlar) sâhibi, sâlih (yararlı), îmanlı ve fazîlet (erdem) sâhibi olan Allâh’ın sevgili kullarıdır… SOH.2000/s.495

 … Evliyâullah demek, ehlullah demek değildir. Ehlullah Hakk’ın şuhûduna mazhar olanlar; evliyâ ise, Hakk’ın esmâ (isimlerine) ve sıfâtına mazhar olanlardır.  Ehlullah şuhut (şâhitlik ve tanıklık) mertebesinde, evliyâ ise dost ve sevgili mertebesindedir.  
Meliha Hanımefendi:
Evliyâullah, elbette mertebelerinin îcâbı olarak ehlullâhın derecelerinin kendi derecelerinden daha yüksek olduğunu bilirler. Fakat niçin ehlullâhın mertebesine yükselmeye teşne olamazlar. 
“Her bir mertebenin bir adamı bir ehli vardır. Onların mertebesi küçük bir mertebe değildir ki... onlar da kendi derecelerinin sultanlarıdır... SOH.2000/s.50

 …Ehlullah demek, Allâh’ın ehli demektir. Velîyullah ise, Hakk’ın muhibbi, sevgilisi demektir…
…Ehlullâhın kendisi aşktır. Ona aşk hal olmuş, aşk kendisi olmuştur. Şüphesiz ki evliyâda da aşk vardır. Fakat, hepsi de merkeze, yâni ehlullâha tâbidirler. Sanki güneş ile etrâfındaki yıldızlar gibidirler. Ulülazm peygamberler zamânında da nice nebîler vardı. Fakat hepsi de devirlerinin peygamberlerine tâbi idiler. Yalnız şunu söyleyeyim ki, aşk lafzını oyuncak yapmamalıdır…”  SOH.2000/s.105

Ehlullâhı neden “Ashâbı Kehf’e” benzetirler?
“…bu dünyâdan uyumuş ve gözlerini öteki âleme çevirmişlerdir. Yâni, onlar, yemelerinde, içmelerinde, sözlerinde, hareketlerinde Hakk’ın tasarrufu (hâkimiyeti) altındadırlar. Onları evirip çeviren hep Allah’tır…” SOH.2000/s.616

Allah’ın, enbiyânın ve evliyânın sünneti demekle ne kast edilmektedir?
“…Allah’ın sünneti, halkın ayıbını örtmek, enbiyânın sünneti halkı idare, evliyânın sünneti, halkın cevir  ve ezasına tahammüldür...” SOH.2000/s.388

Üçler ne demektir? Günümüzde de mevcuttur demekle ne anlatılmaktadır?
Nerede o eski evliyâullah, ehlullâh demek neden hatadır?
Hazreti Pîr Seyid Ahmede’rRifâî’ye niçin Ebü’lalemeyn denmektedir?
Kutbü’laktab, gavsü’lâzam ve sırrı hilâfet ne demektir?
“…Üçler dedikleri: Kutbü’laktab (kutupların en büyüğü, Allah’ın kendisine hâkimiyet kudreti verdiği velî),  gavsü’lâzam (en büyük yardımcı)  ve sırrı hilâfet’tir (sırların halifesidir). Bunlar her asırda mevcuttur. Rivâyete göre de geçen yüz yirmi dört bin peygamberin vekilleri mevcuttur. Binâenaleyh: Nerede o eski evliyâullah… geçti onlar! demek hatâdır. O ehlullah her an mevcuttur. Çok kimseler böyle söyleyerek, şerîatte değilse bile hakîkat yolunda küfür işlemiş olurlar. Çünkü Allâh’ın mevcûdiyetine şüphe olmadığı gibi tecellîsine de şüphe yoktur. “Tecellî, her an bir çeşit görünür.” (Rahmân sûresi, 29. âyet)... Bu mâlûm olunca (bilinince), ehlullâhın da her asırda ve her zaman mevcut olduğu anlaşılır. Bunlardan biri gitse, yerine bir diğeri geçer…
Yalnız, Cenâbı Hakk’ın bir cilvesi olarak, bâzan olur ki bu üç mânevî vazîfe, üç zatta ayrı ayrı bulunur. Bâzı zaman da olur ki bu üç vazîfe iki zatta bulunur. Yine bâzı zaman olur ki bu üç vazîfe bir zatta toplanır…
… Üçlerden biri Hakk’ın nâibi (vekili), biri Hazreti Peygamber’in,  biri de Hazreti Ali Efendimiz’in vekîlidir…
… Hazreti Pîr Seyyid Ahmede’rRifâî, asrında kutbü’laktab idi.  Seyyidinâ Abdülkãdir Geylânî ise gavsü’l âzam idi. Abdülkãdir Geylânî’nin vefâtı ile gavsiyet (yardımcılık görevi) de kendilerine tevcih olundu (verildi). İşte bunun için Hazreti Rifâî’ye Ebü’lalemeyn (iki sancağın sâhibi), deniyor.
Ebü’lalemeyn denmesinin bir mânâsı da, zâhir ve bâtın ilimlerine sâhip olmalarından ve her iki ilimde de yedi tûlâ yâni kudret sâhibi bulunmalarından dolayıdır…”SOH.2000/s.555

Büyük zatların da meşrep farklılıklarına sâhip olmaları nasıl izah edilebilir?
“…Cenâbı Hak ehlullâhın her birine bir başka türlü tecellî etmiştir. Kiminden aşkı ile, kiminden ibâdet ve türlü türlü isimleri ile görünür. Fakat hepsinin de söylediği birdir. Aralarında aykırılık yoktur. Latîfeleri de kendilerine göre zariftir…” SOH.2000/s.499

Ehlullâhın kabri niçin ziyâret edilir?
“…Hak’la Hak olmuş bir velî, toprakta değildir, kendisine inanan ve sevenler ile berâberdir. Kabri hürmeten ziyâret edilir. Zâtı dâimâ cemiyetimizdedir…” SOH.2000/s.615

Ehlullâhın cübbesini  (hırkasını) giymek onun mânâsına ermek mi demektir?
Özellikle babadan oğula intikâl eden bir takım değerler bu soruya getirilen izahla nasıl bir mânâ  kazanabilecektir?
“… Ehlullâhın hırkasını giymekten sana ne fayda? Ancak onların yolunda gidersen faydalanabilirsin. Kezâ, onların hikâyelerini söylemekle de eline bir mânâ giremez…”    SOH.2000/s.486
“Resûlullâhı sevmek Ehli Beyti sevmekle olur” demek, nasıl bir hâli anlatır?
Ehli Beyt’in sözlük anlamının hâne halkı olduğu  bilinmektedir ancak,  Peygamberimizin mânâsını doğru bir biçimde yansıttığını düşündüğümüz  kimseleri de Ehli Beyt olarak nitelendirebilir miyiz?
Bu konuya Selman Fârîsi örnek oluşturabilir mi?
Tevhîd ehli cümle âlemi Allâh’ın hânesi halkından görebilen midir?
“…Resûlullah’ı sevmek, ehli beytini sevmekle olur. Ashâbı kirâma dil uzatmak küfürdür. Farazâ, sizin evlâtlarınız, dostlarınız, ahbaplarınız var. Bunlardan herhangi birine fenâ nazarda (bakışta) bulunanlara karşı hoşnutsuzluk hissetmeniz tabiîdir. Eğer bana dost isen, şüphesiz benim sevdiklerime de hakãret nazarıyle bakamazsın. İrfânı Muhammedî sâhibi olanlar hiç kimseyi tahkir edemezler (aşağlayamazlar) . Nerede kaldı ki Resûlullâh’ın ehli beytini ve ashâbını tahkir etsinler. Medînei Münevvere’de bulunduğum zaman, oranın köpeklerine bile âşıktım. Ne mutlu bu köpeklere ki burada Peygamber’in sokaklarında bulunuyorlar, derdim!… SOH.2000/s.552

…Hazreti Pîr’e oğulları: Baba, ben seni seviyorum, deyince: Yoluma gitmezsen, yarın âhirette evlâdım olduğunu inkâr ederim, buyurdular. Amma o nesilden gelen evlât, yolundan da giderse, nûrun alâ nûr olur.
Resûlullah Efendimiz: Selman (Selman Fârîsî), benim âilemdendir, buyuruyor. Bu ne büyük şereftir. Yoksa, şerif, seyyit olmuşsun, o şerifliğin, o seyyitliğin eğer onların yoluna gidememişsen bu büyük isme lâyık olmamışsan neye yarar. Âyeti kerîmede buyurulduğu üzre: “Âhirette senin malına, mülküne, evlâdına bakmazlar. ”(Şuarâ sûresi, 8889. âyet) yalnız, hani geçiş tezkeren, varsa buyur geç, derler. Çünkü orada hasep (ced, ata) ve nesep (nesil), soy sop yoktur. Resûlullah (s.a.): “Sizin Allah indinde ekreminiz en soylu olanınız takvâ sâhibi olanınızdır,” buyuruyor...” SOH.2000/s.505

Ehli Beyti sevmek ve bu sevgiyi yaşıyor olma haliyle ne kastedilmektedir? Ehli Beyt’in örnek oluşu hakkında ne söylenebilir?
“…Bir gün Hazreti Hüseyin evlâtlariyle yemek yerken, köle elindeki sıcak çorbayı Hazret’in üstüne döktü. Kaynar çorbadan vücûdu müteessir olmuştu (etkilemişti). Köleye bir şey söylemedi; fakat yüzüne sertçe baktı. Köle suçlu ise de hem ârif, hem de lutuf ile muâmele görmeye alışık olduğundan hemen: “Allah öfkesini yenenleri sever” âyetini. (Âli Îmrân sûresi, 134.âyet) okudu. Hazreti Hüseyin derhal: “Gayzımı (öfkemi) yendim” buyurdu. Bundan cesâret alan köle, bu defâ da   “Allah affedenleri sever” âyeti ile (Âli İmrân suresi, 134. âyet), sözüne devam edince, Hazreti Hüseyin yine tereddütsüz: “Seni affettim” cevâbını verdi. Köle iyice yüz bulmuştu: “Allah ihsan edenleri sever” âyetini de (Âli İmrân sûresi, 134 âyet) okuyunca Hazreti Hüseyin büyük bir cömertlik ve anlayışla: “Seni âzat ettim yâ köle!”  buyurdu.
İşte Ehli Beyt’i sevmek, onların yoluna gitmek demektir. Yoksa kuru kuruya muhabbet iddiâsında bulunmanın hiçbir faydası olmaz. Düşünün ki kölelik müessesesinin hüküm sürdüğü bir devirde, hizmetkârına karşı geniş haklara sâhip olan bir efendi, karşısında o hizmetkâr, sevâbı dolayısiyle değil, günâhı sebebiyle hem affa mazhar oluyor, hem de hürriyetine kavuşuyor.
Bir de bizi düşünün. Çoluğumuzun çocuğumuzun yanında buna benzer bir iş başımızdan geçecek olsa ne yaparız, neler düşünür, neler söyleriz bir hesap edin! … SOH.2000/s.11-12

…Ehli Beyt’in kurbanıyım diyorsun. Halbuki sevmek için onların yolunda gitmeli, isrinde yürümeli (yolunda gitmeli). Yalnız îmânım Ali, yâ Îmâmı Hüseyin demekle olmaz. Onlar ne yapmışsa, sen de onu yapmalısın. Muhabbet demek budur...”  SOH.2000/s.638

Ehli Beyt’in muharrem ayının onunda, Kerbelâ’da büyük eziyet görerek şehit edilmesini kastederek, (İslâm’da yas olmadığı halde) sevgilinin öldürüldüğü günün yıldönümünde, ben eğlenebilir miyim dediği bilenen  Ken’an Rifâî’nin konuya ilişkin görüşleri...
“…Hazreti  Hüseyin’i şu kadar yerinden yaraladılar, şöyle yaptılar, böyle ettiler, diye sayıp dökerek bu hazin ve elîm vak’aya birçok da fazlalıklar katarlar. Fakat bütün bu sözleri kimi dışarıda sigara içerek, kimi içeride konuşarak,  kimi sâdece bir vak’adır diye,  kimi ise ağlayarak dinlerler. Bana kalırsa bu gibi şeyleri tekrarlamak, bir nevî lâubâlilik ve küstahlık demektir.
Yapan, yaptıran Allah’tır. Allâh’ın emri olmaksızın bir kıl oynamaz. Nerede kaldı ki Ehli Beyt hakkında böyle mühim bir vak’a, o irâdenin hilâfında (dışında) yapılmış olsun. Lâyığına cezâ, müstahakkına (hakedenine) mükâfat (armağan) vermek de irâdenin şânıdır.  Sen kendi başına bak. Seni Allah’tan ve Ehli Beyt’ten uzaklaştıracak olan nefsindir, onu ıslaha çalış.
Edirnekapısı  tarafında bir dergâhta yine böyle bir mersiye okunuyormuş. Dervişin biri hâcet için dergâhtan çıktığı vakit, oracıkta bir simitçinin durduğunu görerek: Be adam, içeride mersiye okunuyor, sen burada ne duruyorsun? demiş. Simitçi, mersiyenin mânâsını sorup anladıktan sonra: Yâ, demek oluyor ki siz bunları hem dinliyor hem de hâlâ yaşıyorsunuz,  Medet yâ Hüseyin! diye kendisini ortaya atarak can vermiş.
İşte mersiye dinlemek böyle olur. Böyle olmayınca da onu okumakta bir mânâ yoktur. Nefsin Yezit’i senin içinde olduğu halde, bundan bin üç yüz şu kadar sene evvel gelen Yezit’e lânet ne kadar abestir. Onun için ya hayır söylemeli ya susmalı.
Acabâ Allâh’ın murâdı olmasaydı, bu ciğer paralayıcı vak’a husûle gelebilir miydi (ortaya çıkabilir miydi)? O halde bundan, Allâh’ın işine karışmak çıkmaz mı? Allâh’ın işine karışmanın ise ne kadar kötü bir şey olduğunu bilmeyecek kadar cehâlette bulunmak revâ mıdır? …”SOH.2000/s.510

Gönül kırmanın, hele ehlullâhın gönlünü kırmanın, ona hakâret  etmenin... izah edilebilir bir tarafı olabilir mi?
“…Gönül başka kalp başkadır. Kalp herkeste vardır. Saf, temiz ve mahzun kalpler vardır. Bunları inciten elbette cezâsını görür. Yahûdiymiş,  hıristiyanmış, kedi, köpek, domuzmuş ayıramazsın. Derviş kişi hiçbirine haksızlık edemez. Çünkü hepsinin sâhibi ve hâliki (yaratanı) Allah’tır... Kalp kıranın îmânı gitmez amma dünyâsı harap kendi perîşan olur.
Bir de ehlullâhın gönlüne dokunmak vardır ki bunu yapan ne dünyâda ne âhirette felâh bulur. Gayretullah oku o kimsenin ya îmânına ya cesedine vurur. Cesedine vurursa, ölür kurtulur. Fakat îmânına vurursa, maâzallah îmansız gider. Onun için dikkatli, basîretli, uyanık olmak gerek…” SOH.2000/s.619
…senin aklın var, sobanın içindeki külü uyandırmak için üfler misin? Bunu yapana deli derler. Bir âşık da yanmış kül olmuştur. Onun arkasından atıp tutma. Âşıkı tân eylemeye (kötülemeye)  kalkışmak külü üflemek gibidir...   SOH.2000/s.643

İnsânı kâmile, erenlere, dervişlere kısaca Allah’ın cümle sevgililerine takvâ sâhiplerine neden büyük bir hürmet duymamız gerekir?
“…İbâdetten maksat, kemâli sıdk ve sadâkatle Allâh’ı sevmektir. Allâh’ın sevdiğini sevmek de Allâh’ı sevmektir.
Ya gönül o hazrete ermek gerek
Ya erene gönül vermek gerek! …”SOH.2000/s.505

…Kamil insanlar, tecelliyatı Sübhâniyyeye (Allah’ın tecellîsine) mazhar olmuşlardır. Onların yüzlerinin çizgileri, Kur’ân’ın hatları gibidir. Hakîkat aydınlıkları onların sîmâlarından parlar. Kâbe, Allâh’ın emriyle taş ve topraktan yapılmıştır. Onda Allâh’ın emri,  kâmilin kalbinde ise kendi vardır. Hadîsi kudsîde buyuruluyor ki:  “Ben her yere kendimi arzettim, bir yere sığamadım. Ancak takvâ sâhibi temiz ve hâlis kulunun kalbine sığdım.” İşte bu yüzden onlara nazar (bakış) ibâdettir…” SOH.2000/s.541

Ken’an Rifâî’nin Haremi Şerîf aşkı ve hû sesinin mânâsı…
“…Haremi Şerîfte bulunduğum vakit  her ağızdan türlü türlü sesler zuhur ederdi. Kimi Allâhu ekber, der; kimi salât u selâm getirir; kimi Besmele çeker, kimi lâ ilâhe illallah der; kimi Kur’ân okur; kimi kasîde söylerdi. Fakat bu seslerin hepsi toplanır ve yalnız bir hû… sadâsı işitilirdi. İşte o lisanların hepsini birbirine karıştıracak olursan, hâsıl olacak sadâ, bir “Hû” sesidir...” SOH.2000/s.503

Yaptığı hayırda kendini gören, ehlullâhı idrâkten uzaklaşır mı? 
“… Ârif Hoca isminde bir müderris vardı. Medînei Münevvere’de büyük bir hayrat işlemiş, Haremi Şerîf’e yakın bir medrese yaptırmıştı. Ne mutlu ona. Bir gün fakîri buldu: Aman yâ Hazret, bu gün ben bittim! dedi. Medreseye sabahleyin bir Hintli geldi. Fevkâlade hürmetle karşıma oturdu. Aman hoca efendi, bu medreseyi siz yaptırmışsınız. Çok zamandır da burada bulunuyormuşsunuz. Ne kadar hürmete lâyık bir zatsınız, sizden istifâde etmeye geldim. Hindistan’dan buraya kadar hep sizin gibi zevâtı (kişileri) aramak için geliyorum, dedi. Görseniz bu sözleri o kadar hürmetkârâne söylüyordu ki yerimde oturamıyordum.
Sonra: Efendim, sizden bir şey soracağım, kaç senedir buradasınız? dedi. On sekiz sene! dedim. Mâşallah, mâşallah… Aman hoca efendi, bu on sekiz sene içinde Resûlullah’ı kaç kere gördünüz? Söyleyin de yüreğim ferahlasın! dedi.
Yalan söylemek olmazdı. Düşündüm ve: Hiç görmedim dedim. Ne?! diye bağırdı. Hiç mi görmedin? Allah aşkına hiç mi görmedin? Öyle ise burada ne duruyorsun? Hâne sâhibi seni istiskâl etmiş (istememiş,hoşlanmamış)! Sana yüz vermemiş, dedi.
İşte böyle bir muâmeleye mâruz kaldığım için bittim, bu gün... dedi. Kendisini teselli için: O cilvedir, üzülmenize sebep olup ecir ve sevâba nâil olasınız (erişesiniz) diyedir, dedim…”SOH.2000/s.504

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...