"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.
İbâdet ne demektir?
“…ibâdetlerden maksat ne idi? Rûhun tasfiye ve nefsin tezkiyesi (temizlenip arınması) değil mi? Halbuki yine gurûrun var, yine gösterişten hoşlanıyor, yine kibir ediyorsun... şu halde bu kadar çalışmaların neye yaradı? Kendini bilemedikten, Allâh’ı bulamadıktan sonra? ...SOH.2000/s.158
…Yılanın en büyük başı.. dünya sevgisidir. Tamah, haset, kibir, şehvet, öğünme, riyâ, işte bunlar yılanın diğer altı başıdır…
Şeyh Abdullah Efendi:
Bunlardan kurtulmak için sığındığımız ve güvendiğimiz büyüklerimize duâ ediyoruz:
“Sâde duâ ile olmaz. Bu gibi şeyleri yapmamaya da azmetmeli. İbâdetten maksat, mânâdır... SOH.2000/s.502
… Fîsebîlillah (çıkar ummadan, Allah için), Hak yolunda verilip harcanan her şey ibâdettir... SOH.2000/s.115
…Hakk’ın yakını olan kullar vardır ki, onlar… bütün âlemle olan alış veriş ve münâsebetlerini (ilişkisini) Allah’la yaptıklarını bildiklerinden gaflete düşmemeyi ibâdetin tâ kendisi kabul ederler.” ...” SOH.2000/s.631
Samîmi bir ibâdet anlayışıyla ne kastedilmektedir?
“… Cehennemden kaçmak ve cenneti istemek bir bedel, bir ücret talep etmektir. Yâni cenneti isteyen ve cehennemden korkan kimse, ibâdetine başka şey karıştırıyor, bu sûretle de ibâdetini hâlisen livechillah, yâni sırf Allâh’ın cemâli için yapmayıp, cennet talebi ve cehennem korkusu ile yapıyor demektir ki, bu amel (fiil), bir nevi şirk (bir tür Allah’a ortak koşmak) olmuş oluyor. Mâdemki Hakk’ın cemâlini istiyorsun, onunla berâber şunu da isterim, bunu da isterim demek Allâh’a şirk koşmaktır. Allâh’ı istiyorsan yalnız Allâh’ı iste! ...” SOH.2000/s.530
…Korku veya ümit ile değil, sırf Hakk’ın rızâsı için yapılan ibâdet ibâdettir...SOH.2000/s.592
... “Kim ki Rabbinin likâsını (kucaklayışını, yüzyüze gelişi) dilerse, ibâdetinde şirk koşmasın ve sâlih işler işlesin” (Kehf sûresi, 110. âyet)’den maksat nedir? Beyzâvî Hazretleri buyuruyor ki: “Cenâbı Hakk’a ibâdet ederken cennet ve cehennemi talep etmeyerek ibâdet etsin” demektir…” SOH.2000/s.530
İbâdetin; korkudan, cennet cehennem endîşesinden sıyrılıp ilâhi aşk boyutuna varabilmesi nasıl mümkün olabilir?
“… Ubûdiyet kulluk; ubûdet ise aşk ve şevk demektir. …
…Yakîn hâsıl oluncaya kadar yapılan ibâdet, vazîfe (görev) duygusuyla, yakînden sonra ise aşk ve şevk ile yapılır. Bir çocuğun ilk mektebe gitmesi ile üniversiteye gitmesi arasındaki fark gibi... birincisi, korku veya teşvikten dolayıdır. Fakat yüksek mektebe gidiş, yakîn hasıl olmuş bulunduğu içindir. Çünkü artık ilim ve kemal (olgunluk) sâhibi olmanın lüzûmuna inanmış, çocukluğunda olduğu gibi korku veya ümîdin teşvîkine lüzum kalmamıştır…” SOH.2000/s.115
İbadettehuzur ve edep neden önemlidir? Huzur huzurda mı olmak demektir?
“…tâat (dinin yasaklarına uymaktan) ve ibâdetten maksat huzurdur. Huzurdan maksat da edeptir. Edebi olan huzurdadır. Bu edep, velev ki zat şuhûdu mertebesinde olmasa bile, evliyâullah gibi esmâ ve sıfât (isimler ve sıfatları) mertebesinin huzûrunu bulmalıdır… SOH.2000/s.50
…bu dünyâda dedikodudan baş çekenlerdir ki felâh bulurlar (Mü’minûn sûresi, 13. âyet) İşte bunlar salâtı dâimededirler (dâima Hakk’ın huzurundadırlar). Bunlar ağızlarını açıp Allâh’ın yaptığı şeye îtiraz etmezler. İşte salât bu salâttır. Yoksa beş vakit namaz kılıp, sâir zamanlarda yapmadığın rezâlet kalmazsa ne işe yarar? Nereye baksan, orası Allâh’ın kıblesidir. Onun için sâde beş vakit namazda değil, dâimî salât üzre huşû ve huzur içinde olmalısın... SOH.2000/s.281
… Allâh’ın her yerde hâzır nâzır olduğunu söylüyoruz. Fakat bunu hal olarak kaç kişi biliyor? Hal olarak bilen kimsede, meselâ kötü ahlâk bulunabilir mi?…
…Huzur, Allâh’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilmektir. İşte, dervişin râbıtası, o huzûrun tamâmıyle hâsıl olması içindir. Onun için Şâzelî Hazretleri: “Bir göz açıp kapama müddeti karşımda Resûlullah’ı görmezsem, nefsimi mü’min addetmem,” buyuruyor…
…Huzur demek, dâimî teveccüh (yönelmek) demek, gönlünü mânâ kapısından ayırmamak demektir…”SOH. 2000/s.535
… Server Beyefendi:
Baba!(1) Bir şey ricâ edeceğim. Şimdi doktor gelecek. Ben de sizinle berâber cemâatle namaz kılmaktan mahrum olmayayım… müsâade buyurursanız hemen şimdi kılalım… yalnız bu geceye mahsus olmak üzere…
1 (Server Beyefendi, Ken’an Rifai’ye baba diye hitâp ederlerdi)
“Nasıl olur ağabeyciğim(2) O vakit namazı bir işe mukayyet etmiş (bağlamış, kayıtlamış) olmaz mıyız? Halbuki namaz bir işe tâbi kılınamaz. Çünkü bu takdirde, aradan çıkıversin, diye kılınmış olur... SOH.2000/s.75
2(Ken’an Rifâî de Server Beyefendi’ye ağabeyciğim derdi)
… İbâdet kalp huzûru ve düşünceleri terk ile bunları bir noktada toplamak sûretiyle yapılmak gerek. Huzur büyük şeydir. Huzursuz yapılan ibâdet olsa da olmasa da birdir. Çünkü ibâdet bir yük değildir ki, meselâ şu namazı kılalım da rahat rahat oturuverelim, diyesin. Eğer böyle düşünecek olursan, ibâdet sırf alışkanlık hâline gelmiş bir vazîfeden (görevden) ibâretmiş gibi olur. Böylece sen de yaptığın ibâdetin mânâsını anlamamışsın demektir…
…Râbıta, ne büyük ihsandır. Fakat maalesef buna birçok kimseler lâzım olduğu ehemmiyeti (önemi) vermemektedirler...” SOH.2000/s.534-535
Şeklî olarak ibâdetlerin eksiksiz yerine getirilmesi maddî ve mânevî anlamda neden önemlidir?
(Öğrenciler diyor ki:)
“...Kenan Rifaî, bu şekil cihetinin dinin gayesi değil, vasıtası olduğunu ve bu vasıtanın insanı, ahlâkî ve bediî (güzel) değerlere götürme yolunda ve bir ruh disiplini temin bakımından kıymetli olduğunu kabûl eder. YM.1983/s.141
...Esasen samimî bir dindar, dinin mânasına olduğu gibi şekline de uymakla mükelleftir... YM.1983/s.141
(Ken’an Rifâî şöyle devâm ediyor:)
“Cenâbı Hakk’ın kuluna hiçbir emir ve nehyi (yasakları) yoktur ki o emir ve nehyi, yâni yap veya yapma, demiş olması; o kulun sıhhat ve selâmeti için olmasın. Meselâ, namaz emretmiş, nihâyeti olmayan büyüklüklerden geçelim, zâhiren mühim (görünürde önemli) bir spor değil midir? Abdest emretmiş, ağızda, burunda, kulakta biriken binlerce mikrobu temizlemek ve âdetâ beş vakitte birer banyo yapmak değil midir? Oruç emretmiş, vücûdun hiç olmazsa senede bir ay dinlenmesinin ne kadar faydalı olduğu, uzviyette (organlarda) ve kıl damarlarında biriken, böylece de birçok tahrîbâta (hâraboluşa) ve hastalıklara sebebiyet veren zararlı maddelerin vücuttan def’ini (uzaklaşmasını) ancak açlığın temin ettiği inkâr olunur mu?
Geçen gün namaz kılıyorduk. Rânâ Bey’in(1) Belçika’dan gelen oğlu Tayfur da vardı. Ona: İşte senin bahsetmiş olduğun “bain de sang”, namazda da var. Yukarıdan aşağı giderek secde ediyoruz. Baş aşağı eğilerek o dediğin kan banyosu yapılmış oluyor. Yâni secdede kan, beyin damarlarına gidip gelerek gerekli dolaşmayı yapmış oluyor. Cenâbı Hakk’ın büyüklüğüne bak ki bizim sıhhat (sağlık) ve selâmetimiz için emrettiği ibâdetleri de sevap olarak kabul ediyor. Sonra, bunları hâlis (temiz, iyi) niyetle yaparsak üstelik bizden râzı da oluyor...SOH.2000/s.517
1(Eski milletvekillerinden Rânâ Tarhan)
...Dînî emirlere riâyet, senin menfaatin îcâbıdır. Ve bunu yapmakla, insanlıktan maksut olanı hâsıl etmiş olmazsın.
Kezâ, iyilik yapmak da yine insanlığın îcâbıdır. Tabiî buna mukãbil (karşılık), Allah senin dünyâlığını arttırır ve karşılığını dünyâda verir. Fakat yine matlûp (istenilen) hâsıl olmuş olmaz. Maksat kalbi selîmdir (temiz kalptir)...” SOH.2000/s.418
İbâdette ilim neden kıymetlidir?
“… Resûlullâh’a sormuşlar. Bize, bizi Allâh’a yaklaştıracak amellerden (fiillerden) bahset, demişler. Efendimiz de: “İlmullah, yâni Allah ilmi…” cevâbında bulunmuş. Ashap: Yâ Resûlallah, biz amel dedik, sen ilim diyorsun… diye îtiraz edince: “İlimsiz amel işe yaramaz. Bin rekât namaz kılmaktan, bir dem kâmil insanla sohbet hayırlıdır,” cevâbını vermiş. Ashap yine: Kur’an okumaktan da mı hayırlıdır? diye sorunca: “Evet, çünkü Kur’ân’ı size tefsir edecek (açıklayacak, yorumlayacak) ilimdir,” buyurmuş...” SOH. 2000/s.414
Şeytanla uyuklayan zâtın hikâyesi, ibâdeti bilerek yapmanın önemini nasıl izah etmektedir?
“… Bilerek yapılan ibadetle bilmeyerek yapılan ibadetin arasında çok fark vardır… Çünkü bilerek okunan şeyle bilmeyerek okunan arasında çok fark vardır…
“âlimin uykusu cahilin ibadetinden eftaldir (üstündür).”...YM.1983/s.403
…bir gün şeytan bir mescidin önünde duruyormuş. Beyazıdı Bestamî oradan geçiyormuş, şeytana: Orada ne duruyorsun? diye sormuş. İçeride bir âbid (ibâdet eden) var, kaç gecedir ibadetle sabahlıyor, uyku uyumuyor, onu idlâl etmek (doğrudan saptırmak) için içeri girmek istiyorum. Fakat orada kenara çekilmiş bir zat uyuyor, içeri girmek için onun gölgesinden korkuyorum, demiş ...”YM.1983/s.402
İbâdette ilmin önemi göz önüne alındığında, akıl ve teslimiyet nasıl bir mânâ bulacaktır?
Kâmil insanın bu konudaki desteği hakkında ne söylenebilir?
“…“ Onun (Allâh’ın) benzeri yoktur (Şuarâ sûresi, 11. âyet)” ve o, akıl ile bilinmez. Zîra her ne ki aklın tasavvur ediyorsa (zihinde şekillendiriyorsa) o mahlûktur (yaratılmıştır). Çünkü onu tasavvur eden akıl da mahlûktur. Onun için biz uzaklara gidemeyiz. Allah nasip eder de kâmil insanı buldurursa, her şey bulunmuş demektir... SOH. 2000/s.496
…Bir mürşit bulduktan sonra yapılacak iş, dâimâ onunla olmakta kusur etmeyip, uyanıklık üzre olmak ve her türlü işini gücünü ona ısmarlamak onun irâdesine bırakmaktır. Bende bir şey yok lutuf ve inâyet (yardım) sendendir Allâh’ım diyeni, Cenâbı Hak mahrum etmez ve o kimse beş vakit namazdan başka dâimâ salâtta (namazda, duâda) demektir...” SOH.2000/s.218
“Ali’nin zikri ibâdettir” hadîsi şerifiyle ne izah edilmektedir?
“… Şeyh Abdullah Efendi:
Ali’nin zikri ibâdettir (hadîsi şerif) denildiğine göre, Ali ile meşgul olmak mı ibâdettir?
“Ali, demek şunun için ibâdettir ki, Hazreti Ali, Cenâbı Hak’ta fânî olmuştur. Efendimiz (s.a.) öyle buyuruyor: “Kâbe’ye nazar, vechi Ali’ye nazar (Ali’nin yüzüne bakış), vechi insânıı kâmile nazar (olgun insanın yüzüne bakış) ibâdettir.”
Bu böyle olduğu gibi, öyle ulu bir sultanın nâmını anmak da elbet ki ibâdettir. Allâh’ın bir sevgilisini yâd etmek (anmak), elbet de Hakk’ın hoşuna gider.
İbâdetten maksat, kemâli sıdk (doğrulukta, iç temizliğinde olgunluğu bulmuş olarak) ve sadâkatle Allâh’ı sevmektir. Allâh’ın sevdiğini sevmek de Allâh’ı sevmektir…” SOH.2000/s.504505
Âşığın ibâdetiyle âbidin ibâdeti arasında ne fark vardır?
“… Âşıkın yüreğinden fırlayan bir âh’ı, âbidin (ibâdet edenin) yüz senelik ibâdetini aşıp geçer. Sahâbeden bir zat, Haremi Şerif’te kılınan sabah namazına yetişememiş, mescitten içeri girdiği sırada namazdan fâriğ olunuyormuş (dağılınıyormuş). Teessüründen öyle bir âh etmiş ki bunu duyan bir başka sahâbe: Sen bana o âh’ı ver ben sana bütün bu cemâatin sevâbını vereyim!. demiş.
Âşıkın âhı, cemâlullâhı (Allah’ın güzelliklerini) görmekledir. Cemâli görerek edilen ibâdetle, Allâh’ın emri olduğu için edilen ibâdet arasında ne kadar büyük fark vardır…”SOH.2000/s.187
İstîdât sâhibi olmak, nasıl bir anahtardır ve bu anahtarın kullanılabilir hâle gelinmesiyle nasıl bir süreç başlar?
“…Bir istîdat sâhibi, otuz sene zikirde kazanamayacağını yarım saatlik bir sohbette kazanabilir. İş, o alışa istîdatlı olmaktadır. Sohbetten muhabbet hâsıl olur. Muhabbetten aşk hâsıl olur. Aşktan ise her şey hâsıl olur... SOH.2000/s.601
… Yalnız, sohbetten istifâde de istîdâda göredir. Bâzısı dinler, fakat hiçbir şey anlamaz. Yâhut, o esnâda başka şeyler düşünür. Zîra bir bardağa denizi de döksen, ancak istîdâdı kadar alır…” SOH.2000/s.545
Şerîat ve tevhîd ehli açısından aşk ile ibâdet, ne mânâ taşır?
“…Cenâbı Hak: Ben kullarımı iki kısma ayırdım. Birini aşkıma, diğerini ibâdetime tahsis ettim (ayırdım), buyurur.
İkisi de makbul, ikisi de sevgililer yolu. Amma ibâdette kulluk zevki var, aşkta ise, aşktan başka bir arzu bir zevk mevcut değildir... SOH.2000/s.617-618
… Doktor Ziyâ Cemal Bey:
Kendilerini ibâdet ve tâate (dinin yasaklarına uymaya) tahsis edenler aşk erbâbı mıdır?
“Onlar da aşk erbâbıdır. Amma aşkın teferruâtına (ayrıntısına) âşıktırlar. Yâni ya cenneti arzu ettiklerinden veyâhut da cehennemden korktuklarından korku veya ümit üzerine Hakk’a ibâdet edenlerdir ki, bunda yine nefsin parmağı vardır.
İşte aşk erbâbı ile zevk erbâbının farkı, birinin Allâh’ın cemâlini istemesi diğerinin ise Hakk’ın sıfatları ile iktifâ etmesidir (yetinmesidir). Şeker şeker demek ve onu sâde görmekle iktifâ edenler (yetinenler) ile, şekeri yiyerek tadını anlayanların arasındaki fark gibi…. Yâni sûretle mânâ gibi ve bayraktaki aslan ile hakîkî aslan gibi.” …” SOH.2000/s.577
İnsan olma gayretinde bulunmak ve bu esnâda bir başkasının günahıyla, sevâbıyla, ibâdetinin makbûl olup olmadığıyla uğraşmamak neden önemlidir?
“…Allah ne söze ne şekle bakar. Ancak kalbe bakar. Binâenaleyh (bundan dolayı) bir kimseyi fiiliyle veya sözüyle tartmak güçtür. Zîra çok kimseler vardır ki sabahlara kadar ibâdetle meşguldür. Fakat yaptığı ameli (fiili) kalbiyle mahveder. İyisi mi, kimsede kusur görmemeye bakmalı. Çünkü biz, hüsni zanna (iyi düşünmeye) memûruz. Kötü bir şey görürsek onu yapan kimsenin selâmetine duâ ederiz.
Allâh’ın işi bir anda değişiverir. Hazreti Pîr bir evlâdına, karşında zinâ eden birini görsen ne dersin? diye sorunca: Zânî derim, cevâbını almış. Hayır, buyurmuşlar. Çünkü bakarsın bir anda tövbekâr olup affa uğrar. Onun için sen hüsni zanla mükellefsin. Kusûru görülecek kendi nefsindir. Başkalarının iyilik veya fenâlığı Allâh’ın bileceği iştir…”SOH.2000/s.599
Dünyâdan el etek çekmek ibâdet midir?
“… Cevap olarak şunu söylemek îcap eder: Dünyâya esir ve mağlûp olmamak, mutlaka dünyâdan el yuğmak (el yıkamak) ve riyâzatla bir köşeye çekilmek demek değildir. Her mülkün mâliki (sâhibi) ve her servetin sâhibi Allah olduğunu ve dünyânın da, senin de bir hiç ve bir mülâhaza (düşünce) âletinden başka bir şey olmadığını ve bu mevhum (var sandığın) varlıkların cümlesinin bir gölgeden ibâret bulunduğunu ve mevcûdun (var olanın) yalnız Allah olduğunu bilmek kâfidir. Bu hâsıl olduktan sonra o debdebe ve varlıktan sana hiçbir zarar gelmez...” SOH.2000/s.193
İbâdetin amacı mânâyı yaşama taşıyabilmek değil midir? Örneğin aileye bakmak, muhabbet göstermek ibâdetin mânâsının yaşama taşındığının bir göstergesi midir?
“…bir müslümanın âilesine bakması ve muhabbet etmesi ibâdettir. Âilesini seveni Allah da sever. Çünkü bütün yaratılmışlar Allâh’ın ayâlidir (ailesidir). Ve yine Resûlullah: İçinizde en hayırlınız, âilesine hayırlı olandır, buyurur. Yine o büyük Peygamber, birçok müşküllerinizde size yardım edecek bir anahtar veriyor. Bu anahtar nedir? derseniz; “Allah sizin amellerinize (ortaya çıkmış olan fiillerinize, işlerinize) değil, niyetlerinize bakar” düsturudur...”
İbâdette niyet neden önemlidir?
“…Tâat ve ibâdetlerde niyetsizlik, yaptığını bilmemek demektir. İsterse kalbî olsun, ibâdette niyet lâzımdır. Ulu orta ne yaptığını bilmeden ibâdet etmek, ibâdet değildir. Meselâ namaz adına, makine gibi yatıp kalkmanın ne ehemmiyeti vardır? Onun için hadîsi şerifte: “Amel, niyete bağlıdır…” buyurulur. Yâni Allah sizin amellerinize değil, kalbinize, niyetinize bakar.
Niyet, çok büyük şeydir…”SOH.2000/s.245
Namaz nedir?
“…Namaz, Allâh’ın meleklere, “Âdem’e secde ediniz,” dediği sırdır... SOH.2000/s.554
…Allâh’a yaklaşmak secdeyle olur. Secdeden maksat da yokluktur. Çünkü Allâh’a yakınlık yoklukla olur... SOH.2000/s.635
…Secde, Allah’tan başka kimseye olmaz. Bu secde de iki türlüdür. Biri Allâh’a olan secde, diğeri de Allâh’ın emriyle meleklerin, Hz. Âdem’e ettikleri hürmet secdesidir ki, başlarını kaldırdıkları zaman Hz. Âdem’de Allâh’ın tecellîsini görerek tekrar secdeye vardılar... SOH.2000/s.622
…Namaz, abdest, kulun borcudur. Amma yalnız onlar ile de iş bitmez...SOH. 2000/s.597
…Namaz, insanı kötülüklerden alıkoymalıdır ki namaz olsun...SOH.2000/s.563
“…Namazdaki fazîletler o kadar büyüktür ki, söylemekle tükenmez. Namazı, sâdece yatıp kalkmadan ibâret saymak çok abestir. Zîra nice hakîkatler namazın içindedir. Âlemin ve Âdem’in yaratılış sebebi ile ilmullah (Allah ilmi) hep orada gösterilmiştir. Namaz, hilkatin (yaratılışın) başından zamânımıza kadar olan bütün devirleri gösterir. O, bir kitâbı mübîndir (açık bir kitaptır) ki okumak lâzımdır... SOH.2000/s.485
…sen bir namazdan diğerini bekleyici ve hazır isen, o arada geçen vakitlerde olan bekleyiciliğin namazın kendisidir. Bu her ne kadar fiilen olmasa da, mânâ îtibâriyle salâtın (namazın, duânın) ta kendisidir. İşte bu, huzur değil de nedir? …” SOH.2000/s.537
“Mü’minin mirâcı namazdır” sözüyle ne kast edilmektedir?
“…Namaz, tevhîdden sonra farz olan ibâdetlerin efdalidir (en üstünüdür). Tevhîd, Hakk’a ortak koşmamaktır. Yüksek ve olgun kimselerin tevhîdi, kâinatta Allah’tan gayri bir şey görmemek, muâmelesini yalnız onunla yaptığını bilmektir… namaz, karanlık gönülleri nurlandıran öyle ilâhî bir nurdur ki, ona mü’minin mîrâcı denir.
Fakat namazı, Hakk’ı görür gibi yâhut Hak seni görür gibi kılmalı …SOH.2000/s.471
…Resûlûllah öyle bir nûri ilâhîdir ki onu anlatmaktan melekler, insanlar ve bütün mevcûdat (varlıklar) âcizdir. Muhammed’in yoluna delil, sıdktır (doğruluk, gerçeklik, iç temizliğidir). Muhammed’in vuslatına delil aşktır. Muhammed bir nûrı hidayettir (doğru yolu gösteren bir nurdur). Muhammed’in âhı inâyettir (yardımdır). O, âşıkların muhabbet şarabıdır.
Binaenaleyh onun hâlini ve evsafını (özelliklerini) anlamak kimsenin, ama kimsenin haddi değildir. Eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa onun şânını, şerefini yazmaktan âciz kalır. Bir daha tekrarını getirsek yine öyle olur. Bu bilindikten sonra Muhammed mîrâcı tenle mi yaptı, yoksa tecelli ile mi? diye sormaya lüzum var mı? Tecelli nedir? Allah’ın bir vahiy kanalı olan o vücudun bu kayıtlarla alâkası yoktur. Onun mîracı her vakittir. O kendisi de: Balık karnında mîracını yapanla benimki arasında fark yok! diyor.
Mîrac demek kendi vücudünden kopup Allah’la bâki olmak demektir. Mü’minlerin mîrâcı da namazdır. Allahü ekber diyoruz, yâni iki elimizi kaldırarak dünyayı da, âhireti de arkaya attık, demek istiyoruz... YM.1983/s. 436
…Bir sâlik, kendi fıtrî yâni yaratılışından gelen var olan istîdâdının gerektirdiği mertebeye çıkınca, mîrâcını yapmış demektir. Fakat bir küçük zerrenin kendine mahsus devri ile, büyük bir varlığın devirleri bir değildir. Onun için o küçücük zerreden, büyük cisimlerin devirleri beklenemez. Ancak, her varlığın kendi fıtrî (yaratılış) istîdâdını tamamlaması mîrâcı olduğu gibi, tamamlayamaması da mahrûmiyeti demektir...SOH.2000/s.604
… Herkesin kendine mahsus istidat ve hâsiyeti (özellikleri) vardır. İşte bu hâsiyet, onun âyânı sâbitesidir. Yâni ezel künyesidir... YM.1983/s.387
… Çatanın çatmış olduğu şeyi ayırmak kimin haddine! Yâni onu kim ezelî hassasından ayırabilir? Meselâ şeftaliye şeftalilik vermiş, onu elma yapamazsın…” YM.1983/s.387
“Muharrik (harekete geçiren) Allah’tır, harekete gelen eşyadır sözü”, namazda yer alan hal ve hareketlere nasıl bir anlam katar?
“…Muhiddini Arabî demiştir ki: Hayattan maksut harekettir. Hareket olunca sükûn (sessizlik, durgunluk), mevt (ölüm) adem (yokluk) olmaz, vücut için adem yoktur.
Müşarünileyh (adı geçen zat) bu sözleriyle eşyanın ademden şuhûda (görünüre) çıkmasının hareketle vukua geldiğine kanidir (ortaya çıktığına iknâ olmuştur). Bugünkü ülemâi zâhire de (önde gelen bilginler de) bilcümle hâdisâtı tabiiyenin (doğal tabi olayların) hareketle olduğuna kanidirler.
Meşaiyunun reisi (aklı kılavuz sayanların başı) olan Aristo madde ile suretin (görüntünün) kadîm (eski, başlangıcı olmayan) olduklarına zâhib olmuştur (varsayımına kapılmışlardır). Madde ile suretin münasebâtı (ilişkisi) hareket sayesinde vukua (ortaya) gelmiştir.
Hareket deyince, bir müteharrik (harekete geçen) bir de muharrikin (harekete geçirenin) vücudü hatıra gelir.
İşte muharrik Allah’tır, harekete gelen de eşyadır. İnsan namaz kılarken üç harekette bulunuyor: Biri hareketi müstakîme (doğru davranış, doğru hareketler, doğru dik duruş kıyam), diğeri hareketi ufkiye (ileriye ait tavırlar, niyetler, yatay bir satıh üzerine hareket –rükû), üçüncüsü de hareketi menkûsedir (tekte yok oluş secde).
İşte bu üç hareket eşyayı ademden (yoktan) şuuna (ortaya) çıkarmaya sebep olan harekâtı ihtar ettiği için Resûlûllah’a namaz sevdirilmiştir…” YM.1983/s. 386
Namaz kılmaktaki mânâ Ken’an Rifâî’nin hatıraları yardımıyla nasıl açıklanmıştır?
“…Bir gün ben de câmide namaz kılıyordum. Yanıma birisi geldi: Bey oğlum, söz usûlü dâiresinde namaz kılmıyorsunuz. Rükûa eğilirken pantalon çekilmez, halbuki siz Medine’de de bulunmuşsunuz dedi. Peki babacağım, bir daha yapmam dedim ve ona hürmeten, bir daha da yapmamaya çalıştım. Bir gün de Yeni Câmi’de namaz kılıyordum. Ön safta iki zat vardı. Farz ile sünnet arasında biri ötekine yüksek sesle bir şeyler söylüyor ve senin namazın olmadı, böyle namaz kılınmaz, namaz erkân ile kılınır, Allah böyle namazı kabûl etmez, diye bağırıyordu. Öteki tabiî mahcup oluyor ve sesi işitilmiyordu. Halbuki bizim yolumuz edeb ve terbiye yoludur. Bizim ibadetimiz edebdir. Kendi noksanımızı görmekten âlemin noksanını görmeye vaktimiz yoktur... YM.1983/s.378-379
…Haremi Şerîf’te namaz kılıyorduk. Yanımda, Ali Efendi isminde ulemâdan bir zat vardı. Onun yanında da gãyet acâyip hareketler yaparak rükûa ve secdeye varan bir kimse namaz kılıyordu. Selâmdan sonra Ali Efendi, bu ne biçim adam, namazım fâsid oldu (bozuldu), dedi. Kendisine, onun hareketlerinden sana ne? Namaz kılarken etrâfımızı görmeyecek kadar huzur içinde olmamız lâzım değil mi? dedim... SOH.2000/s. 8
... Bütün tâat ve ibâdetlerden maksat, hep huzûru bulmaktır. Zîra huzur ile kılınan iki rekât namaz huzursuz bin rekât namazdan daha üstün ve daha makbuldür. Resûlullah Efendimiz de; “Huzursuz namaz, namaz değildir,” buyurur.
İki rekât namazı huzur ile kılmak, bin rekât namazı şuhutsuz (görmeden, şâhit ve tanıklık olmaksızın) kılmaktan âlâdır. Hiç olmazsa, sen Hakk’ı görmezsen de, onun seni gördüğünü bilerek kılmalısın. Yoksa huzursuz namaz, yatıp kalkmaktan; huzursuz hac, sefer meşakkatinden (zorluklarından); huzursuz oruç, dilin damağına yapışmasından ibârettir...”SOH.2000/s.50
Abdest ne demektir?
“…Bir kimse zâhiren (görünürde) abdest almakla bedenini temizlemiş olur. Halbuki günahlardan korunmak ve temizlenmek için lâzım olan su, ibâdet ve hayır işlemektir.
Kalbin ve nefsin pisliklerini ve fenâ ahlâklarını gidermek için lâzım olan su ise, Allâh’ın ahlâkıyle ahlâklanmaktır.
Bir de sırrın abdesti vardır ki, bunun suyu da mâsivâyı yâni sana dünya olan bağları terketmektir. İşte, insanın abdesti böyle olmayınca yâni aşk ve muhabbet çeşmesinde yıkanıp dört tekbîri bir etmeyince, hakîkî olarak namaz kılınmış olmaz...”SOH.2000/s.381
Namaz kılarken iki elini kaldırılarak “Allâhü Ekber” denmesi ne anlama gelir?
“…Namaz kılan kimse Besmelei Şerîf’i çekip namaza durunca Allahü ekber demekle, İbrâhim gibi olan ruh, İsmâil gibi olan nefsin şehvet gerdanını katlediyor. İki elini kaldırmakla, iki cihandan (dünyâdan) geçiyor. Ellerini göğsüne koymakla, kalbini mâsivâdan (Allah’tan gayrıdan) temizliyor. Onun için ruh, Hz. Halîl gibidir; nefs ise Hz. İsmâil gibidir... SOH. 2000/s.622
…Allâhu ekber… diyerek iki elimizi kaldırıyor dünyâyı da âhireti de attık.. diyoruz. Dünya ve âhiret kalkınca ne kalıyor? Yalnız Allah...
…Demek ki bunlar erbâbının anlayacağı remizler... Amma Kur’ânı Kerîm herkes için derece derece açık ve tatmin edici hikmetlere hâvîdir (kapsayandır) ... ” SOH.2000/s. 476
Beş vakit namazın rekâtlarının mânâları nedir?
“…Sabah namazı iki rekâttır; cisimle cânâ işârettir. Öğle namazı dört rekâttır; dört tabîat kuvvetine işârettir (hava, su, toprak, ateş). İkindi namazı dört rekâttır; dört unsura işârettir. Yatsı namazı dört rekâttır; cemat, nebat (bitki), hayvan ve insana işârettir. Yahut, nutfe (sperm), aleka (kan pıhtısı, balçık), mutga (et parçası) ve insana işârettir.
Namazın vasıfları (özellikleri) hesâba gelmez derecede büyüktür. Fakat aşk çeşmesinden abdest alıp dört tekbîri bir etmeyince, cânânın cemâline (sevgilinin güzelliğine) yüz döndürülemez…” SOH.2000/s.441
“Resim olan odada namaz kılınmaz” sözü neyi anlatır? Bu noktada yanlış anlama nereden kaynaklanmıştır?
“…Resim olan odada neden namaz kılınmasın? Yanlız resime karşı kılınmaz. Lâkin sen ona dikkat et ki, kalbin odasında resim bulunmasın. Ne tuhaf değil mi? Odalardaki resime dikkat edilir de, kalplerde bulunan sûretlere, putlara dikkat edilmez…”SOH.2000/s.623
Namazda giyim konusunda aşağıdaki hikâye hangi önemli noktanın altını çizmekte ve nasıl bir mesaj iletmektedir?
“…Bir gün Tûnisî Hazretleri yolda gidiyormuş. Karşıdan da Telbisan hükümdârı büyük bir debdebe içinde ve üstünde son derece kıymetli bir elbise olduğu halde geçiyormuş. Maiyeti, hükümdâra: Abdullah Tûnisî geliyor... demişler. İyi ki söylediniz... Kendisine sorulacak bir suâlim var! diyerek atından inmiş ve hazreti selâmladıktan sonra: Benim bu ziynetli ve ihtişamlı (gösterişli) elbise ile namaz kılmam câiz midir (uygun mudur)? diye sormuş.
Hazret, kahkaha ile gülerek: Ne tuhaf bir sual! buyurmuş. Bir köpek, murdar (pis) bir leşe atılmış, üstü başı kan ve pislik içinde kalmış, sonra idrârını yapacağı vakit, aman bu kirden bana bir damla sıçramasın, diye ayağını kaldırmış.
Sana gelince, karnın haram, zulüm ve kul hakkı ile dolu bulunuyor. Bütün bu kirleri görmeyip, süslü ve ihtişamlı elbise ile namaz kılınıp kılınmayacağını sormak ne abestir! …” SOH.2000/s.341
Namazı olur olmaz sebeplerle bozmak hoş karşılanabilir mi? Her ne şart altında olursa olsun, örneğin depremde, yangında vb. bile namazını bozmayan kullar var mıdır?
“… Namaz kılarken kapı çalınsa, namazı bozmalı mı?
“Namazın bir saat sürecek değil a! Kısa sûreler okursun. İş sûrenin uzunluğunda değil, o namazı kimin huzûrunda kıldığını bilmektedir. Kapıdaki de biraz bekleyiversin”… SOH.2000/s.644
“… Bir kimse namazda iken herhangi bir kazâ zuhur etse, namazı bozmak câiz midir (uygun mudur)?
“Evet. Cenâbı Hak kazâdan kaçınınız buyuruyor. Meselâ bir ateş zuhur etmiş, zelzele olmuş, namazını bozarsın. Amma Cenâbı Hakk’ın öyle kulları vardır ki onlar hiçbir şeyle namazlarından fâriğ (vazgeçmiş) olamazlar. Fakat onların yaptığını herkes yapamaz. Bize göre bozmak, onlara göre bozmamak câizdir.” …” SOH.2000/s.618-619
Namaz kılmanın mânâsının ve şeklinin bir bütünü oluşturduğu ayrı ayrı düşünülemeyeceği hakkında ne söylenmiştir?
“…Namazın hakîkatini bilen için zâhirini (şeklini) de bilmek ve icrâ eylemek lâzımdır. Zâhirde namaz kılmayan hakîkatte de kılamaz.
Namaz, huzur, huşû, murâkabe ve müşâhede ile kılınmalıdır. Yoksa, dünyâyı arkana atmadan kılınan namaz, namaz olmaz… SOH.2000/s.621
…Namazın fazîleti nâmütenâhîdir (sonsuzdur). Bizim söylediklerimiz, ancak o deryâdan bir katredir (damladır). Vay gidi bizim namazımız kılınmış diyen kimselere…
Gözünüzü açın, şerîatten (dinin kãidelerinden) ayrılmayın. Ayrıldınız mı helâk olduğunuz gündür. Esâsen tarîkat (mânevi yolun eğitimi), şerîatin içine gizlenmiştir... SOH.2000/s.554
…Bir yandan boynuna borç olan bütün vazîfelerini dikkat ve sadâkatle îfâ edecek ama, halkı görmeyip muâmelenin Hak’la olduğunu bileceksin. Hakk’ın rızâsını kazanmak için her tarafta her hal ve kârda Allah’la muâmelede olduğunu bilmek gerek…” SOH.2000/s.127
Namazın gerekliliği ve önemi, ancak aşırılığa gidilmesi hâlinde düşülecek komik durum Hacı Mehmet hikâyesiyle nasıl açıklanmıştır?
“… Her şeyden evvel lâzım olan irfan ve temiz ahlâktır. Böylece de kendini bilmeye, kendini görmeye ve kalbini temizlemeye çalışmaktır. Sabahlara kadar namaz kılan kimse olur ki bir gün usanır. Hacı Mehmet isminde çok namaz kılan birisi varmış. Bunu bilen muzibin (şakacının) biri tavan arasına saklanmış. Tam namazını kılıp yattığı sırada tavandaki muzip adam: Yâ Hacı Mehmet kum salli (kalk namaza) demiş, Hacı Mehmet gãibden geldiğini sandığı bu sese, peki yâ Rabbi’ciğim, deyip kalkmış. Abdest tâzeleyip, namaz kılmış, tekrar yatmış. Fakat aradan beş on dakîka geçtikten sonra, aynı ses Hacı Mehmet’i bir kere daha namaza dâvet etmiş. Adamcağız gene kalkmış, tekrar namaz kılmış ve yatmış. Ancak “kum salli”lerin arkası kesilmeyince, yorgunluktan tâkâti kesilen Hacı Mehmet: Usandı yâ Rabbi’ciğim, diyerek muzibin dâvetine icâbet etmez olmuş.
Onun için az olsun da devamlı ve zevkli olsun. Her şeyde ifrat (aşırılık), şûlei hayâtı (hâyatın ışığını) tez söndürür…” SOH.2000/s.629
Bir kimsenin varından arından soyunması nasıl olur? Bu hâl namaz anlayışına nasıl yansır?
“…Allah nâmına yaptığın bir iş farazâ (örneğin) bir ibâdet için kimseden çekinmemek, utanmamakla olur. Meselâ namaz kıldığın için seninle eğlenebilirler (Zâriyat sûresi, 56. âyet). Aldırmayacaksın. Nefsine ağır giden şeylerden utanıp yaptığın hareketten vaz geçmeyeceksin…”SOH. 2000/s.614-615
Kur’ânı Kerîm okumaktan maksat ne olmalıdır?
“Harfler, yazılar birer köprüdür” denmekle ne kastedilmektedir?
“…Kur’ânı Kerîm okumaktan maksat, mânâsını anlayıp onunla amel etmektir (hal, tavır haline getirmektir). Yoksa bu gãye hâsıl olmadıktan sonra makine, aynı işi senden daha âlâ (üstün) yapar . O huruf (harfler) ve ibâreler, mânâya ermek için bir köprüdür... SOH.2000/s.620
… Kur’ân, baştan aşağı insânı kâmili söyler. Kemâli (olgunluğu) bulmak için insanın nefsinin ayıplardan temizlenmesini tezkiyesini (arınmasını), rûhunun cilâlanmasını ve ona lâzım olacak amellerin (fiillerin) îfâsını (yerine getirilmesini) söyler. Yoksa Kur’ân’dan maksat, sâdece onu tecvit üzre (makamla) okumak değildir. Mânâsını anlamaktır... SOH. 2000/s.496
…Dün Mehmet Bey’e bir sümbül gösterdim. İşte bu da bir noktadan vücûda geliyor; yâni soğan şeklinde olan, yâhut da nokta şeklinde olan bir soğandan! dedim. Evvelâ yapraklar, yeşillikler, yâni esmâ ve sıfat; sonra da çiçek ve koku, yâni hakîkat ve zat zuhûra geliyor.
Yine dedim ki: Meselâ senin oğlun Muzaffer bu sözleri anlayabilir mi? Çünkü o henüz yeşillik hâlindedir de onun için anlayamaz. Ondan daha sümbül zuhur edecek, sonra da koku hâsıl olacak.
İşte Kur’ân’da da nokta her kelimede vardır, vahdet noktasının şu mevcûdat kur’ânında kendini göstermesi gibi…” SOH.2000/s.32
Kur’ân okumanın veya herhangi bir ibâdeti mânâya ermeden yapmanın getirdiği komik durumu Ken’an Rifâî nasıl açıklamaktadır?
“…İnsan Kur’an’ı, isterse her saat haldır haldır okusun; amel etmedikten (fiilerine, haline yansıtmadıktan) sonra ne fayda verir?
(Ken’an Rifâî’nin:)
Ömer(1) şu mektubu al, postahaneye götür, teslim ilmühaberini de getir! desem, Ömer de mektubu postahaneye teslim edeceği yerde kâh parayı, kâh mektubu evde unutarak postahaneye defaatle gidip gelse, fakat mektubu bir türlü postaya veremese matlup (istenilen) hâsıl olur mu? Tabiî olmaz.
1( Medine’den öğrencisi)
Lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah!. diye günde on bin kere tesbih çekmiş, yâhut günde on cüz Kur’an okumuşsun, yâhut her gün yüz rik’at (rekât) namaz kılmış veya her sene hacca gitmişsin.. işte bunların hepsi, Ömer mektubu postahaneye götür! demek gibidir... Ezelde aldığımız mektubu, o emanetullah’ı bu dünyada mazharı aşk (aşk sıfatına zuhur yeri) olan makama teslim edip kalbi selîm ilmühaberini (temiz kalplilik belgesini) almak lâzım gelirken onu yapmayıp bir çok namazlar, tesbihler ve hayratta bulunmak, tıpkı Ömer’in birçok defalar postahaneye gidip gelmesi ve fakat mektubu kâh unutarak, kâh parası olmadığından verememesi gibi faydasız olmaz mı?
Ömer’in bu hareketinde üç ihtimal nazarı itibare (dikkate) alınabilir: Biri, mektubu alıp cebine koyduğu halde başka şeye dalarak yerine teslim etmeyi unutması.. ikincisi, postahaneye gitmeye lüzum görmiyerek, Ömer şu mektubu al, postahaneye ver, ilmühaberini de al getir! sözünü akşam sabah tekrar etmesi.. üçüncüsü de, mektup cebinde olarak postahane binasına günde beş on kere gidip gelmesidir.
Bunun birincisi emaneti cebinde unutmak ki, dünyanın birçok zevklerine ve nefislerinin müştehiyâtına (isteklerine) kapılarak Allah’ı unutan kimselerin hâli gibidir. İkinci hareket, Allah’a ve Resûlüne itikadı (inancı) olup ve emrini lâfzan bilip veya söylediği halde amelde (fiilde) bulunmayan kimselerinki gibidir. Üçüncüsü de, Allah’ın emrini îfâya sa’y (çalışan) ve gayret ederek amelde bulunan, fakat asıl maksut (amaç) olan mânayı yerine getiremeyen kimselerin hallerine benzer... YM.1983/s. 328 - 329
Kur’ânı Kerîm niçin Cenâbı Hakk’la konuşur gibi okunmalıdır?
“…Kur’ânı Kerîm Hak kelâmıdır (sözüdür). Onun için Hak’la konuşur gibi okunmalıdır. Havf (hüzün) ve haşyet (korku, ürkeklik) ile, Allâh’ın huzûrunda bulunur gibi, edep üzre, tıpkı namazda olduğun gibi okunmalıdır…” SOH.2000/s.596
(Öğrenci soruyor:)
“… Kur’ân’a nazar ve îtibar Hakk’a nazar ve îtibar mıdır?
“Kur’ânı Kerîm’i okuyan Allah’la konuşuyorum diye okursa, Allâh’a îtibardır. Ehlullâha, ihvâna (sâdık, samimî, candan dostlara) îtibarla da vehmin (şüphen) gider, hikmetin artar.”…” SOH.2000/s.646
Kur’ânı Türkçe okusak bile, doğru tefsire ihtiyaç duyulacağı gerçeği, dönemin koşulları içerisinde Ken’an Rifâî tarafından nasıl dile getirilmektedir?
“…Bâzı kimseler, Kur’ân’ın Türkçe olmadığından şikâyet ederler. Halbuki Tibyan ve Mevâkib isimlerinde iki mühim ve kıymetli tefsir (açıklama, yorum) kitabı vardır. Kim ki bir âyetin mânâsını anlamak isterse, onu evvelâ “Âyet Kitabı” denen bir kılavuzda arar ve kolaylıkla bulur. Aradığı âyetin karşısında: Bu âyet falan tefsir kitabının falan sahifesinde ve falan satırındadır, diye işâret olunmuştur.
İşte bu akşam da biz: İnnemâ cezâüllezine yühâribün allâhe ve Resûlehû âyeti kerimesini (Mâide sûresi, 33. âyet) tefsirde bulmak istedik ve bulduk. ...” SOH.2000/s.419
Telâffuz, tecvit gibi noktaların kabuğu oluşturduğu,gerçekteki hedefin ise bu kabuktan içeriye dalıp, mânâya ulaşmak olması gerektiği hikâye aracılığıyla nasıl açıklanmıştır?
“… Birkaç hoca toplanmışlar, aralarında Fâtihayı şerîfedeki (dat) harfinin hangi sesle okunması lâzım geldiğini konuşuyorlarmış. İçlerinden biri (velezzâllîn) diye okumuş. Olmadı demişler. Öteki (veleddâllîn) diye okumuş, ona da: Olmadı, demişler, üçüncüsü (veleddellîn) diye okumuş, yine olmadı, olmadı! demişler. Bu sırada ezan okunmaya başlayınca münâkaşa eden hocalar namaza kalkmışlar. Aralarında bulunup çekişmeyi dinleyen bir derviş ise yaktığı çubuğunu içmekte devam ederek, namaz kılacak olanların arasına katılmamış. Hocalar: Be adam, sen müslüman değil misin, ne duruyorsun, namaza kalksana... diye çıkışınca, derviş: Kalkayım hocalar kalkayım amma daha siz Fâtiha’ya karar veremediniz demiş.
İşte bu hikâyede işâret edildiği gibi, Kur’ân’ın mânâsı bırakılıyor da teferruat ile uğraşılıyor. Halbuki o teferruat, hep o mânâ içindir…
… Onun için Kur’ânı Kerîm’i her saat haldır haldır okumak değil, okuduklarınla amel eylemek (hâl edinmek) lâzımdır. Böyle olmadıktan sonra ne fayda?…” SOH.2000/s.496-497
Besmelenin öneminin hikâyeyle izahı nasıl yapılmıştır?
“… Münire hanım bir hikaye anlatıyordu. Bir vâiz, Besmele’nin fazîletinden bahsederken, Besmele öyle büyük şeydir ki, eğer bir insan: Bismillâhi’rrahmâni’rrahim! diyecek olsa, şiddetle akan bir nehrin üzerinden bile yürüyerek geçer demiş. Vâizin sözlerini dinleyen cemâatten bir kimse, bir gün bir nehrin kenarına gelmiş. Bakmış ki köprü uzak ve dolamaçlı bir yerde… Kendi kendine: Ne olacak, Bismillah der şuradan geçiveririm! demiş ve hakîkaten de Besmele’yi çekip suyun üstünden yürüyerek karşı sâhile geçmiş.
Bir gün yine aynı yerde, Besmele’nin fazîletinden bahseden vâize tesâdüf etmiş (rastlamış). Hoca Efendi de karşı kıyıya geçmek istiyormuş. Adamcağız hocaya: Uzun uzun yol yürüyüp köprüye gidinceye kadar bir Besmele çeker, doğruca sudan geçeriz! demişse de, eteklerini toplayıp, niyet ettiği halde bir türlü karar veremeyen hoca efendiyi, ne dediyse kandıramayacağına aklı kestiğinden: “Anlaşıldı. Olamayacak. Gel bâri sırtıma biniver de geçireyim! demiş ve bu sûretle karşıya geçmişler... Sonra da bu zat yaşamamış ölmüş… diyerek hikâyeyi tamamladı.
“Nasıl yaşasın?”
Evet Efendim, siz ehlullah, Hakk’ın âdeti olmayan bir şeyi yapmaz… her şeye kãdir oldukları halde, kerâmet göstermez, buyurursunuz.
“Bu hikâyeden çıkan mânânın iki yüzü olabilir. Biri: Eğer insan, irâdesine hâkim olur da onu bir noktada toplayabilirse çok şeye kãdir olur, demektir. Ama, irâdeye hâkim olmaktan maksat, nefsinden geçmektir. Nefsini attıktan sonra da her şey sana boyun eğer…
İkinci mânâ ise, Besmele’nin kuvvet ve kudretinin nihâyetsizliğidir. Besmele, her şeyi teshîre (etkilemeye) kãdirdir, demektir. Elverir ki onu sıdk (temiz bir kalple) ve ihlâs (çıkarsızlık, doğruluk) ile, yâni kendini unuttuğun vakit söyleyebilesin. O vakit değil nehirleri, ummanları dahi müşkilâtsız (zorluk çıkmadan) geçiverirsin
Hocanın, suyun başına gelip de eteklerini toplamasından maksat, bâzı ilim ve fikir erbâbının, maksada sâdece akılla varmak istemelerine işârettir. Hocanın suyu geçememesi gibi, akılla yapılacak tedbirler de bu yolda netîcesiz kalır. Çünkü kãl, yâni sözdür; hal değildir.
Şimdi bu hikâyede bir takım lafızlar var. Bu lafızlardan murat, mânâdır. Sözler ise kışırdır, kabuktur. Mânâ, kabuğun altında gizlidir.
Acaba, bu hikâyeyi câmide anlatan hoca da, cemâat da bu söylediğim mânâyı hikâyenin içinden çıkarabilmişler midir? Şüphesiz hâyır. Elbet onlar mânânın kışrında kaldılar ve ancak kışrındaki mânâyı anladılar.
Bunun gibi, şu âlemdeki bütün lafızlar (laflar) da hep mânâya bir işârettir. Bu mânâyı okuyan, kışırda, kabukta kalmazsa, işte o vakit bütün bu mahlûkãtın (yaratılmışın) Hakk’ın kelimeleri olduğunu anlar.” …”SOH.2000/239-240
Kur’ânı Kerîm’de bazı sûrelerin başında yer alan “Elif, Lâm, Mim – Ha, Mim – Ya, Sin – Nun, Sad, Kaf” gibi harfleri nasıl değerlendirmek gerekir?
“…İsmet Hanımefendi:
Efendim, tanıdıklarımdan birisi var. Kur’ânı Kerîm’deki hurûfı mukattaanın (müstakil harflerin) .. hiçbir mânâsı olmadığını söylüyor.(1)
1(Hurûfı mukatta’a, Kur’ânı Kerîm’de tek veya grup olarak 29 sûrenin başında bulunan müstakil harflerdir. (Elif, Lam, Mim) (HaMim) (YâSin) Nûn Sâd, Kãf gibi..)
“Nasıl olmaz? O harfler hep birer âlem, birer rumuzdur. Hem büyük birer âlem… meselâ ( Elif, Lâm, Mim) diyorsun.
Elif…ten maksat Allah’tır. Lâm… Cebrail; Mim… Muhammed (s.a.)dir.
(Elif), namazda alınan kãmet vaziyeti; (Lâm) rükû; (Mim) de secde hâlidir.
İşte Allah ile senin aranda Cebrâil olduğu gibi, ruh ve cisim arasındaki kalp de Cebrâil’dir. Yâni (Elif, Lâm, Mim) kâmil insan’a işârettir. Hazreti İmâmı Câfer öyle der: “Allah, Kur’ân’da tecellî etmiştir fakat görmüyorlar.” SOH.2000/s.159
Ken’ân Rifâî, oruç farîzasının önemini nasıl açıklamaktadır?
“…Orucun, sâir ibâdetlerden derecesi çok yüksektir. Çünkü oruç tutan samediyet (hiçbir şeye ihtiyãcı olmamak, bütün yaratıkların ihtiyaçlarını karşılama, kendinden üstünü olmama.) sıfatıyle sıfatlanır.
Orucun üç mertebesi vardır: Biri avamın (sıradan olanın) orucu, yemeden içmeden ve haram olan sâir (diğer) hallerden imsak (perhiz) etmektir.
Havâssın, yâni olgunlaşmış olanların orucu, el, ayak, göz, kulak ve cümle âzâsını, günah denilen şeylerden imsak etmek, geri çekmektir.
En üst derecede olanların orucu ise, bütün mâsivâdan (Allah’tan gayrıdan) perhiz etmek ve cümle hevâ ve hevesten (nefsin isteklerinden) sıyrılıp Allâh’ın muhabbeti lezzetini bulmaktır.
Orucun ve açlığın sır ve hikmeti, şehvet ve nefsin kahrından kurtulmak ve bu sûretle rûhâniyet bulmaktır. Mevlânâ Hazretleri der ki: “Lokma, eğer sende cevher oluyorsa, istediğin kadar ye. Fakat bu lokma, fenâlıklar doğuruyorsa, boğazına kilit as.” …SOH. 2000/s.471
… Avâmın Ramazan’ı, mâlûm olan (bilinen) ayda, orucu bozan şeylerden, havâssın yâni Allâh’ın has kullarının orucu ise fikir ve his günâhları demek olan gafletten yâni Hak’tan gayrı şeylerden kaçınmak ve riyâzatta bulunup cânânın vuslatı (sevgiliye kavuşma) bayramına intizar eylemektir (beklemektir). Avâmın orucu senede bir aya mahsustur. Bu ise vuslat bayramı müyesser (kolaylıkla) oluncaya kadar devam eder…” SOH.2000/s.547
… Semîha Hanım:
Oruç, Hakk’ın samediyet sıfatının tecellîsidir ve Cenâbı Hak: En büyük ibâdet oruçtur ve orucun da karşılığı benim indimdedir, buyuruyor.
“Evet, fakat kabuğunda kalmamak şartıyle. Zâhitlerin (dinin şeklî yönüne aşırı önem verenin) orucu kışırdan kabuktan ibârettir. Halbuki mânâsını bilen kimse için her an oruç hâli vardır. Zâhitlerin iftârı günün sonundadır. Halbuki âşıkların iftârı ancak visalle (kavuşmayla) mümkündür…SOH.2000/s.261
“Oruç irâdeyi kullanarak nefsi tekâmül ettirmeyi anlatır”, demekle ne kast edilmektedir?
“…Çokluk içinde Hakk’ı bulmak gerek. Zîra az evvel söylediğimiz gibi, o çokluk da Hak’tır. Farazâ, oruçlu bir kimsenin elini ayağını, ağzını bağladığın için mi yemek yemez su içmez ve harama bakmaz? Bilâkis (tersine) işi ile gücü ile meşgul ve her türlü dünyevî nîmetler önünde iken onlara el uzatmaz… SOH.2000/s.515-516
…Bir Bektâşî babası, dervişleriyle berâber bir köye giderlerken yolda top sesleri işitmişler. Baba: Bu nedir? diye sormuş. Ramazan topu! demişler. Hemen dervişlerinden birine dönerek: Öyle ise demiş, al şu merkebi (eşeği) hana götür, biz de Ramazan bitinceye kadar bir yerde vakit geçirelim.
Zevk ve safâ ile geçen bir hayli zamandan sonra baba, merkebi hatırlayarak aynı dervişe: Git bakalım, merkep ne oldu? demiş. Derviş gitmiş fakat hanın yandığını, merkebin ise kaybolduğunu ve Ramazan’ın da çoktan bitmiş bulunduğunu görerek dönüp gelmiş ve:
“Han harâbest (harap olmuş)
Merkep türâbest (toprak olmuş)
Ramazan cicos (kaçmış, gitmiş)
Bayram mübârekest” (mübarek ola)
diye cevap vermiş.
Her sözde hakîkat aradığımız için bu tuhaf hikâyeden de şu hakîkat mânâsını çıkarıyoruz. Vücut hanı harap olup, nefis merkebi de türap (toprak) olunca hicran (ayrılık, acı) biterek visal (kavuşma) bayramı mübârek ola…” SOH.2000/s. 55-56
Oruç ibâdetinde ilâhî aşkı temel kabul ediş, kendini nasıl belli eder? Şâzelî Hazretleri’nin seksen üç gün oruç hikâyesinden yola çıkarak konu nasıl izah edilmektedir?
“…Şâzelî Hazretleri ilk zamanlarında seksen üç gün oruç tutmuş, aç kalmış. İçinden: Elbet bu hâlim Allah indinde makbul olmuştur, diye düşünmüş.
Dağda gezerken bir mağaradan çok güzel, nur yüzlü ve müstesnâ (seçkin) bir kadın zuhur ederek: Altı aydır açım. Fakat amelimle (yaptıklarımla) Allâh’a hiç nazlanmadım. Adamın biri seksen üç gün aç kalmakla amelini önüne koyuyor, demiş... SOH.2000/s.343
Hac farîzası, mânevî yönünü ihmâl edip göz ardı ettiğimiz takdirde maksadına ulaşır mı?
“…Bir şey, güçlüğü, meşakkati (zorluğu) nisbetinde kıymetlidir ve güzeldir. Meselâ bir kimse hac farîzasını yerine getirmek için çoluğunu çocuğunu evini barkını bırakıp bin türlü tehlikeyi göze alarak kelle koltukta yollara düşüyor.
Mânevî hacca gelince, Hakk’ın cemâli aşkına türlü eziyet ve meşakkatlere katlanmamak olur mu? … SOH.2000/s.590
… Şam’da bir kadın vardı. Otuz küsur defâ Şam’dan Mekke’ye yaya olarak hacca gitmişti. Çocuk oyuncağı değil... Şam’dan Mekke’ye kadar güneş altında yaya gitmek. Şam ile Mekke arası, deve ile otuz gün tutar. Üstelik yollarda ne hastalıklar, ne eşkiyâlar da vardır. Bu kadar zahmete, meşakkate, yorgunluklara susuzluklara katlanarak otuz şu kadar defa hacca gitmek; şaka değil bu. Ama keşke yalnız farz ile iktifâ edip (yetinip) bir kere gitseydi de kuvvetini kudretini lâzım olana harcasaydı…
Eğer aşk ateşinde pişmedinse, o irfânı bulamadınsa, bu cünun (coşkunluk) senden alınıp da maksadı elde edemeden kalakaldınsa, bu defâ sana riyâzat verirler. Yâni riyâzatan maksat mahrûmiyettir. Nefsinin zevk aldığı her şeyden seni men ederler. Fakat cemal (Hakk’ın lutfu, güzelliği) içinde o terbiyeyi almayıp da celâle müstahak (lâyık) olmak yazık değil mi? …” SOH.2000/s.158
İbâdetin aşkla yapılıyor olması hac konusunda da neden kıymetlidir?
“… Hacca gittiğin vakit Kâbe’yi, dört duvarı ziyâret ediyorsun. Mantık ve akıl terâzisine vuracak olsan bunu yapar mısın? Sonra Merve ile Safâ arasında koşuyorsun, gidip geliyorsun. Şeytan’ı taşlıyorum, diye taş atıyorsun. Halbuki karşında koca bir taş! …SOH. 2000/s.172
… Kâbe Âzer’in oğlu Halîl’in binâsıdır. Gönül ise Allâh’ın halvethânesidir (Allah’la yalnız kalınan yerdir). Zâten maddiyatta olan her şeyin mâneviyatta da aynı vardır. Her maddî varlık, mâneviyâtı işâret için vücut bulmuştur. Ve sonra, mevcûdatta her ne varsa, hepsi insanda mevcuttur. Meselâ, Mûsâ ile Firavun vak’ası nedir? Ruh ile nefis mücâdelesi değil mi? Sonra Mûsâ ile Firavun bugün de mücâdelede değil midirler? Evet mücâdelededirler ve bu mücâdele kıyâmete kadar da devam edecektir.
Âfaktaki (ufuktaki) âyetler ve eserler, insanın içinde olanları bilmek ve göstermek içindir. Âlemde Cenâbı Hakk’ın ne kadar tecellî etmiş âyet ve eseri varsa bunların cümlesi insanın nefsinde toplanmıştır… (Zâriyât sûresi, 21. âyet) Her şey nefsinizdedir kendinizdedir. (Bunları) hiç de görmüyor musunuz? …” SOH.2000/s.82-83
… Mekke’de bulunduğum vakit, hac esnâsında Minâ’da şeytan taşlıyorduk. Yanımdaki iki kişi, her ne sebepten dolayı ise boğaz boğaza kavgaya tutuşmuşlardı. Onların bu hareketlerinin mânâdan ne kadar uzak olduğunu düşünüyor ve istiğfar (tövbe) ediyordum. Zîra bu şeytan taşlama keyfiyeti (hãdisesi), içimizdeki şeytanları taşlamak ve böylece de herkese anlatabilmek için zâhire (ortaya) çıkarılmış bir ders idi…SOH.2000/s.502
…Amerika’dan, Asya’dan Avrupa’dan hareket eden hacıların yolları muhtelif olmakla berâber, netîcede toplandıkları merkez ve maksut (amaç) birdir ki o da Kâbe’dir. Bu yollar, hacca niyet eden kimsenin bulunduğu yere göre nasıl uzun, kısa, güçlüklü veya kolaylıklı oluyorsa, tariklerde böyledir ki sâliklerin (Hak yolu öğrencilerinin) ezelî istîdâdı derecesiyle mütenâsiptir (orantılıdır)…” SOH.2000/s.437
“Her maddî varlık, mânevîyâtı işâret için vücut bulmuştur”, diyen Ken’an Rifâî, Kâbe’nin maddî görünüşünden yola çıkarak nasıl mânevî işâretlere ulaşmaktadır?
“…Cenâbı Hak, Hazreti İbrâhim’e Kâbe’yi bünyad (inşaa) etmesini emretmiş. Kâbe, dört duvar, üç sütun üzerine yapılmıştır. Yâni, Fâtiha’nın yedi âyeti ve insanın cemâlinde olan yedi işâret demektir ki ateş, hava, su ve topraktan ibâret dört unsur ile; akıl, ruh ve nefse işârettir.
İnsan vücûdu da, akıl, nefis ve ruh sütunları üzerine kurulmuştur. O kimse ki, şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârîfet derecelerinden geçerek temizlenir müctebâ, murtazâ, mustafâ yâni seçilmiş, beğenilmiş, sâfiyet kazanmışlardan olursa o vakit zamânın kutbu ve feleklerin merkezi olmuş olur.
İşte muhabbet sâlikleri de bu yüceler yücesinin kalbi etrâfında tavaf eder ve o kalpten: “Nereye dönersen dön Allâh’ın cemâli oradadır” (Bakara sûresi, 115. âyet) sırrı zâhir olur (ortaya çıkar)…” SOH.2000/s.318
Gönül kâbesini tavaf ne demektir? İhrama bürünmenin mânâsı nedir?
“… Yârin yüzü, Hakk’ın cemâlidir. Hacca gidenler, taşı toprağı tavaf ederler. Bir gönül ele getir ki haccı ekberdir. Bin kâbeden bir gönül evlâdır (kıymetlidir). Kâbe’ye gitmek için ihrâma bürünürler, yâni esvaplarından (giysilerinden) soyunurlar. Gönül kâbesine teveccüh eden (yakınlık duyan) âşıklar ise iki cihandan soyunurlar. Onların ihrâmı budur.
Kâbe Sübhân’ın (Allah’ın) rızâsı mahallidir. Çünkü oraya Allâh’ın rızâsı için gidilir. Gönül ise Rahmân’ın müşâhede edildiği (gözlendiği) yerdir. Binâenaleyh bir gönül, yerler ve göklerden dünya ve kâinattan Kâbei âlîşân’dan (şânı, şerefi büyük olan Kâbe’den) daha yücedir. Ne mutlu o kimseye ki hakîkî Arafat olan ârifi billâhı (Allah’ı bilici, irfan sãhibi, ârifi) bulur ve onda Hakk’ın cemâlini (Allah’ın lutfunu, güzelliklerini) seyreyler…” SOH.2000/s.317
Zekât malından fakire vermekten mi ibârettir yoksa sâhip olduğumuz her güzelliğin bir zekâtı var mıdır?
“…zenginlerin zekâtı fukarâya ihsan etmek (bağış yapmak), mallarından vermek, fakirlerin zekâtı da, zenginlere olan ümit ve îtimatlarını kalplerinden silmek, yâni verecek diye beklememektir. Âşıkların zekâtı, cânânı uğrunda canını harcamak, ruhlarını Allah muhabbetine bezletmek (bol bol saçmak), vermek, hep vermektir. Âriflerin zekâtı ise, kendi hallerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehil olana, isteyene, talep edene vermek, muhabbet etmek, âşıkları kendi hallerinden nafakalandırmaktır. İlmin zekâtı, tâlibine (istek sâhibine) tâlim etmektir (öğretmektir). Evlâdın zekâtı yetîme ihsan, evin zekâtı misâfıri ağırlamak ve îtibar etmek, sohbetin zekâtı, dedikodudan kaçmak; kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardım, nefsin zekâtı, kötü ahlâklardan kurtulmaktır. Cenâbı Hak da: Zekât veren felâh (kurtuluş) bulur (Mü’minûn sûresi, 14.âyet), buyurur…”SOH.2000/s.472-473
“Sadaka fakirin eline düşmeden önce Allâh’ın eline düşer” hadîsi şerîfinden yola çıktığımızda, Ken’an Rifâî’nin zekât konusundaki görüşlerine hangi anlayışın temel oluşturduğunu da söyleyebiliriz?
“…dili ile hayır yapmak, insanları hayra teşvik etmek de sadakadır. Kezâ bedeni ile başkalarına hizmet ve yardım da sadakadır. Sadaka, mutlaka kesesinden fedâkârlık yapmakla olmaz. Allah nâmına yapılan her iyilik bir sadaka demektir…”SOH. 2000/s.596
Dildeki kelimei şehâdetten yaşamdaki kelimei şehâdete...
“… Filân kimse Allâh’ını bilir, derler. Yâni Allâh’ın var olduğuna inanır! Ne büyük lutuf! Bir kimsenin müslüman olması için kelimei şehâdet getirmesi lâzımdır. Fakat söz ile herşey biter mi? Kelimei şehâdet getirmekle o İslâmiyet mektebi irfânına girdin ve ehliyetini isbat ettin. Ama orada kalma! Mektebe dâhil olduktan sonra durma ilerle. Bu netîceyi hemen bir günde hâsıl et, demiyorum. Hiç olmazsa yolunda bulun. O da bir şeydir. Yolunda bulunmanı da Allah hoş görür... SOH.2000/s.159
… İstikãmet demek, Allah’tan başka istek ve arzûsu olmamaktır. İstikãmet için ilim ve amel (fiiliyat) lâzımdır. İlmin özü, netîce mahsûlu ise tevhîddir, yâni Allâh’ı birlemektir. Amel de, bunun mânâsını hal edip icrâ etmek demektir. Netîce, kendi vücûdunu Allâh’ın varlığında eritmektir. “Ehli dünya dünyâda, ehli ukbâ ukbâda (âhirette) her biri bir sevdâda, bana Allâh’ım gerek” diyerek ona göre amel etmektir. İşte istikãmeti bulan kimse için korku ve hüzün yoktur... SOH. 2000/s.404
… Ezelde ruhlara; “Ben senin Rabbin değil miyim? dendiği vakit: Evet, sen benim Rabbimsin! cevâbını verdikleri için, onlara; Şu halde gidin, bu dâvâyı dünya mahkemesinde ilim ve amel şâhitleriyle isbat edin” denilmiş.
İlim, sâhibini bilmek ve bulmak demektir. Yoksa maksat, zâhir ilmi (maddî ilim) yâni kıyl ü kãl (dedikodu) değildir.
Amel ise, onu gerek bedenen gerek kalben işlemeye çalışmak, fiil ve hareketlerini ona uydurmaya gayret eylemektir.
İşte bu iki şâhidi mürşidinin önüne getirip, mukãveleyi burada tasdik ettirirsen ne mutlu sana!…
SOH. 2000/s.297
…Evet, o dâvâyı isbat etmek için geldik. Çünkü belî, ezel âleminde iken bir dâvâ, nazarî bir kaziye (teorik bir önerme) idi…SOH. 2000/s.116
…her yerde ve her şeyde Allâh’ı görmek sûretiyle istikãmet eden kimseler, lâ ilâhe illallâh’ı gerçek mânâsıyle yaşayanlardır. O vakit kemâle ermiş olanlarda kötü ahlâklardan hiçbiri bulunmaz. Yalan söylemez, riyâ edemez, kibir eyleyemez, kin ve intikam hislerine yol veremezler. Hırsta ve hasette bulunamaz, şehvetin esîri olmazlar... SOH.2000/s.480
…Eğer insan lâ ilâhe illallah ilmi şerîfini hakkiyle bilecek olsa, ne huzurlu ne rahat olacak. Hiçbir şeye gam yemeyecek, her tarafı dümdüz görecek… Hak’tan gayrı ve abes hiç, hiçbir şey görmeyecek...” SOH.2000/s.484
Nasıl bir hâli hâl edinmek gerekir ki kelimei tevhîdin mânâsını yaşıyor olmaktan bahsedilebilsin?
“… İstikãmet üzre yürümek demek, kötü ahlâklardan sıyrılıp yerine iyi huylar getirmek ve nefsin tamâmıyle âciz olduğunu idrak edip, ancak mevcut olanın Allah olduğunu bilmektir. Yâni lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlullah demek lâzımdır. Amma sâde söz ile değil, kendinin ve bütün mevcûdâtın Hak’tan ibâret olduğunu bilip muâmeleni de ona göre yapmak ile tevhîde ermek mümkündür… SOH.2000/s.586
…Allah’tan gayrı verici yoktur, Allah’tan gayrı men edici (yasaklayıcı) yoktur, Allah’tan gayrı hidâyet edici (doğru yolu gösterici) yoktur. Hâsılı veren de o, alan da o, öldüren, dirilten de o, hep o, hep odur ki bütün bunların bir araya gelmesi, hepsini birden ihâta etmesi (içine alması) lâ ilâhe illallah’tır. Onun için lâ ilâhe illallâh’ın mânâsını böylece bilerek söylemelidir… SOH.2000/s.538-539
…Her şeyde fâil Hakk’ı görmek, işte lâ ilâhe illallah … Yoksa câmide tesâdüf ettiğim hocanın: Bir kere lâ ilâhe illallah diyen cennetliktir, dediği gibi değil. Onu, gramofon (müzik çalar) da söylüyor. O da mı cennetlik? İş mânâda. İnsandan aranan da budur esâsen.... SOH. 2000/s.413
“…Lâ mevcûda illallah yâni Allah’tan gayrı mevcut yoktur. Lâ fâile illallah yâni Allah’tan gayrı fâil yoktur. Kezâ, Allah’tan gayrı izzetleyici (yücelten), hidâyet verici (doğruyu gösterici) yoktur, diyoruz. Bunların hepsini topla, lâ ilâhe illallah zuhur eder.... SOH.2000/s.566
… Lâ mevcûda illallah, yâni Allah’tan gayri mevcut yoktur, mânâsını idrak edince, edeple bu dünyâya bakmak lâzımdır. Dünya Kur’ân’dır. Nasıl ki Kur’ân’a abdestsiz olarak el süremezsen içindeki şeytan, Firavun kelimelerine de yine abdestsiz olarak parmak basamazsın. Dünya da bir Kur’ân olduğuna göre, onun içinde bulunan Hakk’ın bütün isimlerine de hakãret gözüyle bakamazsın. Her şey Allâh’ın bir ismine mazhardır (isminin zuhura çıktığı yerdir), onun için söyleyeceğin sözü dikkatli ve temiz söyle...SOH.2000/s.613
… Bunu bilmeyenler ise, dediğimiz gibi, türlü menfaatler peşinde, beyhûde yere (boşa) kendilerini zorluğa, zahmete, yorgunluğa ve netîcesiz bir savaşa atmaktadırlar…” SOH.2000/s.459
Lâ ilâhe İllallah ne demektir? Mânâsı, vahdet inancına bağlı olarak nasıl açıklanır?
“…Lâ ilâhe illallah yâni, Tanrı’dan başka tanrı yok diyoruz. Lâ ilâhe tanrı yok; illallah ancak Tanrı var, demek.
Ben… demekle, kendimize vücut veriyoruz. Halbuki bu vücut, hakîkatte var olmayıp hayâlî olduğu halde onu var zannetmekle küfretmiş oluyoruz. Bu hayâlî vücûdu başka tanrı yoktur diye atarsak, var olan can ve hayat olarak kalan ancak Tanrı’dır.
Kendini kesretten kurtarıp vahdete salmak, işte gerçek îman budur... SOH.2000/s.469
… İmâmı Câfer Hazretleri buyuruyor ki: “Allah Kur’ân’da tecellî etmiştir. Fakat görmüyorlar.” Ancak edep sâhibi tecellîye mazhardır. Edep ise lâ ilâhe illallah demektir. Yâni ben yokum, ancak Allah var demek. Bu da lâf ile elde edilemez, Allâh’ın tecellîsine mazhar olmakla mümkün olur... SOH.2000/s.479
…Birlik yâni vahdet mertebesini bulmuş kimseye şeytan karışmaz. Bu mertebeyi bulanlar Allâh’ın velîleridir. Onlar için korku ve hüzün yoktur. Kendilerinden çıkmış, muratsız kalmışlardır. Korku, nefsinden soyunamayanlardadır. Diğerleri ise, lâ ilâhe illallah sırrına mazhar olmuşlardır…” SOH. 2000/s.628
Tesbih çekerken, lâ ilâhe illallah sözünün üst üste tekrarlanmasının anlamı ne olabilir?
“…Kırk sene dervişlik etmiş bir kimseye: Bir müşkülünüz varsa buyurun sorun! demiştim. O da sual olarak, tesbihi çekerken nasıl tutmak lâzım geldiğini, düz tutulursa Sırat’ın kolay geçileceğini ve daha buna benzer çeşit çeşit sualler sordu.
Tesbihle Sırat’ın alâkası ne? İster yukarı tut, ister aşağı… hiçbirinin fâidesi de yok zararı da.
Sen kendine bak, kendini doğru tut. Bu kâfidir.
Sırat, tesbihin sûretiyle değil, mânâsıyle alâkalıdır. Tesbih demek, Allâh’ı tenzih etmek (Allah’ın hiçbir eksiğinin bulunmadığına ve yaratılmışlardan hiç birine benzemediğine inanmak ve söylemek), birlemek demektir; bunu yapabiliyor musun? …SOH.2000/s. 38
… Demek oluyor ki, lâ ilâhe illallah ilminden maksat, tesbîhi ele alıp onu yüz binlerce defa çekmek değil, bitmez tükenmez mânâyı şerîfini öğrenip ve kendi mevhum (var sandığın) vücûdunu lâ ilâhe’ye (ilah yoktur’a) atıp illallâh’ı (Allah’tan başka’yı) isbat etmektir…”SOH.2000/s.539
Zikir ne demektir? Zikir sâdece kelimei tevhîdi tekrarlayıp durmak değildir derken ne kastedilmiştir?
“…Bütün tariklerde tâlim (eğitimi) olunan zikir, Kelimei Tevhîd ile İsmi Celâl’dir. Fakat sâde Allâh demek ve bunu türlü makam, âhenk ve usûlle söylemek kâfi midir? Lâzım olan, söylediğini bilmek, zikrettiğini görmek, Allâh’ı bulmaktır. Bu ilmi öğretecek bu ilmin semeresini elde ettirip sâlikin (mânevi eğitim yolcusunun) geleceğini kurtaracak muallim (öğretmen) de, ancak kâmil mürşittir (Hak yolu öğreticisi, eğiticisi, kılavuzu olan olgun insan. Olgunlar olgunudur)… SOH.2000/s.437-438
…Zikir, İsmi Celâl yâhut Kelimei Tevhîd çekmek değildir. Bunlar birer kabuktan ibârettir ki bu zikri gramofon (müzik çalar) da yapabilir. İnsandan aranan ve beklenen ise hakîkî zikirdir.
Zikir kalbe gelen şeytânî vesveselerden o kalbi muhâfaza etmek yâni boşaltmak ve mâlâyânî (boş, lüzumsuz söz) ile ülfeti (kaynaşmayı, ahbaplık etmeyi) terketmektir. Sonra çoklukta birliği görmek, dâvâdan uzaklaşmak, yâni tam bir sulh (barış) içinde olmak ve kalbe ilham olan mânâları tefekkür etmek (düşünmek) yâni gãfil olmamaktır… SOH.2000/s.376-377
… Allah’ı zikretmek demek, hoşnudisini celbedecek (memnunluk uyandıran) âmâl (isteklerde) ve harekâtta bulunmak demektir. İşte zikir budur…”YM.1983/s. 387
…Kalb selâmeti de aşk ateşiyle husûle gelir. Bu aşk ateşi ne ile yanar? derseniz, bu aşk ateşi, zikrullah (Allah zikri) kılıcı ile yanar. Zikrullahtan maksat da sabahlara kadar lisanla: Allah Allah demek değildir.
Kur’anı Kerîm’de: “Rabbini zikret, kendini unuttuğun vakit (Sûrei Kehf, âyet: 24.)” buyuruluyor… YM.1983/s. 344
…Kendini unuttuğun vakit yâni aklı terkettiğin zaman demek. Çünkü hicap, perde dünyâya taalluk eden (ait olan) akıldır. Binâenaleyh (dolayısıyla) aklı bırakıp aşka kavuşursan, işte o vakit, Allâh’ın cemâlinden gayrı her şey fânîdir sırrı âşikâr olur ve bu aşkın içinde zikir, zikreden ve zikrolunan kendi olur…”SOH.2000/s.465
Zikir ve Allah âşıkları ile sohbet arasında, nasıl bir bağ mevcuttur?
“…Sohbet büyük şeydir. “Bir dem Hudâ mertleriyle sohbet, yüz sene takvâdan hayırlıdır,” buyurulur. Çünkü ne kazanılırsa sohbetten kazanılır. Zikir ile, Hakk’ın esmâsıyle (isimleriyle) kazanılacak şey, belki bir defâda sohbetle elde edilir. Zikirden maksat, nefsi ıslâhtır…SOH.2000/s.545
… İrfansız ve bilgisiz olarak sabahlara kadar tekkelerde zikretmişsin ne fayda? Cehl (bilgisizlik) ile Allah demekten ne çıkar? Semâhâneye bir gramofon koysan, oradaki zikri hem de şeyhinin sesiyle içine alır. Ve istediğin zaman sana tekrarlar. Amma bir gramofon plağında, bir makinede insanda olan irfan, ilim ve muhabbet var mıdır? …”SOH. 2000/s.620
Dervişler niçin toplu zikirlerde bulunmuşlardır?
“…bütün kardeşler, içlerinde herhangi bir fesat bir kötülük olmaksızın toplanıp, birbirlerine karşı birer ayna gibi olurlar. Nasıl ki Cenâbı Hak Kur’ânı Kerîm’de: “Sadırlarında (göğüslerinde) olan gıll u gışşı, (kin ve hile) haset ve hiyâneti nez’ ettiğimiz (kopardığımız) halde, serîrler (tahtlar) üstünde birbirlerine mukâbil (karşılıklı) olurlar (Hicr sûresi, 47. âyet)”, buyuruyor. Yâni cennet ehli olan ihvan (sâdık, samimî, candan dostla), yüz yüze olmak lâzımdır ki, “mü’min mü’minin aynasıdır,” hükmü üzerine, kalp kalbe, gıll u gışsız, cilâlı bir ayna gibi mukãbil (karşısında ve eşi) olabilsin. Bu sûretle de tevhîd ve ittihâdın (aynı olma, aynı mânâyı taşıma) sırları müşâhede (görülür) olunabilsin.
İşte mukãbele sözünün asıl mânâsı budur ve bu sûretle âriflerin dünyâda da cennette olduklarına işâret vardır...
…dünya cennetine girmiş olan ârifler ve dervişler, mukãbele günü bir yerde toplanıp, Hakk’ın zikri ve fikri bahçelerinde, canlarını rûhaniyet gülleri ve ahadiyet sırları sümbülleri ile gıdâlandırırlar. Resûlullah Efendimiz: “Zikir meclisleri, cennet bahçeleridir,” diye buyururlar.
İşte, mukãbelede bulunan bu sâlikler, dünya cennetindeki Tûbâ mesâbesinde olan kâmil insanın vücûdu ağacı gölgesinde toplanıp, onun vücûdu ağacından silkilen irfan ve hoşluk meyvelerini toplarlar. Efendimiz buyuruyor ki: “Cennet ağaçlarından bir ağaç bulduğunuz vakitte gölgesinde oturunuz ve yemişlerinden yiyiniz!” Dünyâda bu nasıl kãbil olur yâ Resûlallah? dediklerinde, “bir ilim sâhibi bulduğunuz vakit, cennet ağaçlarının birini buldunuz, demektir,” cevâbını vermişlerdir…”SOH.2000/s.578-579
“Hazreti Muhammed Allâh’ın elçisidir”, sözünden ne anlamak gerekir?
“…Resûlullah: Ben de sizin gibi beşerim, amma bana vahy oluyor (Kehf sûresi, 110. âyet)” sırrına mazhar olmuş bir sultandır. Böyle bir vahiy kanalı vücûdun, görmek ile görmemekle alâkası olur mu? Onun mîrâcı her vakittir. Zîra o her an Allah’ta idi. Onu gören, Allâh’ı görür. Hattâ onun vârisi (mirasçısı) olan ehlullah için dahi, onlar ile olan Allah’la olur, dendiği halde, ya cümlenin efendisi olan ne olmaz?...” SOH.2000/s.476
Hazreti Muhammed’in (s.a.v) şefâati, îman sâhibi bir kul olma gayreti içinde olan mü’mini (îmân etmişi) korku ve ümit konusunda nasıl bir dengeye ulaştırır?
“…Yalnız ümîde sarılıp da: Ne olacak, ben kusur etsem de reddetmek şânından değildir, diyerek vazîfelerinde ve ibâdetinde tembellik edip, dünyânın lezzetlerine dalmak öldürücü bir zehirdir.
Keza hâlim ne olacak, mahşer günü ne yapacağım diyerek cehennem korkusuyla ibâdetini ziyâde etmek ve Resûlullah Efendimiz’in şefâatini unutup ibâdetiyle cehennemden kurtulacağını düşünmek gene öldürücü zehirdir. Nasıl ki kuş iki kanatla uçarsa, insanlarda da korku ve ümit muvâzeneli (dengeli) olmalı. Cenâbı Hak buyuruyor ki: “Yâ Habîb’im kullarıma haber ver, ben gafûru’rrahîmim, (esirgeyen, bağışlayanım) azâbım da elîmdir. Ey Hak yolunda israfta bulunanlar, Allah’tan ümîdinizi kesmeyiniz. Allah gafûru’rrahîmdir (Zümmer sûresi 53. âyet).”…” SOH.200/s.644
Hazreti Muhammed ve onun mânevî mirasçıları olan büyük zatların şefâati hakkında ne söylenebilir?
“…Bir kere şunu bilmek lâzım ki, ölü olsun, diri olsun, bir kimsenin tasarruf (hâkimiyet) sâhibi olacağını zannetmek hatâdır. Yapan Allah’tır. Bu, umûmî bir kâidedir...
…Resûlullah Efendimiz’in işâret buyurdukları şu noktaya temas edelim: “İşlerinizde sıkıldığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyin” demiş olmalarına nazaran bu hadîsi şerîfin zâhir (görünür) mânâsından başka bir de bâtın (özdeki) mânâsı olduğunu düşünmek lâzımdır.
Evet, kabir ehlinin bâtın mânâsı, ehlullah (Allah ehli) demektir. Bunların kabirleri vücutlarıdır. Öyle ki dünyânın ihtiraslarından ve aşırılıklarından baş çevirdikleri ve nefislerinin îcâbı olan kötülüklerden geçtikleri için ölmüş sayılırlar.
Kabirlerin başında, filân veya falan kimseden bir niyazda bulunmak, adak adamak bahsine gelince, gerek ölü gerek diri, herhangi bir kimseden bir lutuf ve âtıfet (karşılık) beklemek bir istekte bulunmak şirktir (Allah’a ortak koşmaktır). Veren, Allah’tır. Ancak, Cenâbı Hak o istek sâhiplerini de boş çevirmez. Zîra bir sevgilisini vâsıta ederek istemekte kötülük yoktur. Senin, hükümdardan bir talebin olsa, asla onun huzûruna çıkamayacağın için, ne yaparsın, gider bir yakınını bulur, onun vâsıtası ile ricânı bildirirsin. Talep hükümdardan ise de, bu arzûyu ona iletecek, hükümdar ile yakınlığı olan bir başkasıdır…”SOH.2000/s.606
Tahrîme ne demektir? Haram konusuyla nasıl bir bağı mevcuttur?
“…Tahrîme, haram etmek demektir. Namaza durduğun vakit konuşmak, gülmek ve emsâli bir harekette bulunabilir misin? Tekbîre de tahrîme denilmesi şunun içindir ki, namaza duran kimse Allahü ekber demekle nefsinin arzûlarını kesip kurban ediyor. Onun için kendini salâtı dâimede (her dâim Hakk’ın huzurunda) bilen murâkabe ve müşâhede sâhipleri için haram şeylerden sakınmak tabiîdir…”SOH.2000/s.618
İçkinin haram kılınması âyetlerle nasıl açıklanmıştır? Bu soruya verilen cevap Allah’ın haram kıldığı diğer konularda da kişiye nasıl bir mesaj iletmektedir?
“…Hikâye bu ya: Hazreti Nûh zamânında şeytan gelmiş bir asma dikmiş. Kemâle erip üzümler belirmeye başlayınca şeytan bir hindi boğazlamış ve kanını içmiş. Sonra koruklar olurken bir maymun kesmiş. Üzümler olmaya başlayınca da bir arslan kesip yine kanını içmiş. Nihâyet üzümler kemâle gelince bir domuz keserek kanını içmiş.
Hazreti Nuh bu mârifetin sebebini sorunca şeytan: Şarap, birinci ve ikinci kadehlerde, içenlere hindi kanı gibi tatlı gelir. Amma kadehler art arda boşalınca, içenler maymun gibi taklitçi, sırnaşık ve geveze olurlar. Daha sonra aslan gibi yırtıcı kesilir, en sonunda da domuz gibi sızarlar, demiş.
Zamânı Saâdet’te (Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemde) ashâbı kiram (Hz. Muhammed’i tanıyanlar, o devirde yaşamış olanlar) içinde rakı içenler vardı. Çünkü henüz şarap ve rakı men edilmemişti (yasaklanmamıştı). İlk âyette: Üzümden çok faydalar istihsâl (hasıl etmiş) olunur, kuvvet ve gıdâdır (Nahl sûresi, 67. âyet). İkinci âyette ise: Hem fayda istihsâl olunur, hem de zararları vardır; zararı faydasından daha fazladır buyurulmuştur (Bakara sûresi, 219. âyet).
Ashaptan bâzıları sarhoş olarak namaza durdukları vakit âyetleri yanlış okurlardı. Onun için üçüncü olarak: Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız ayeti (Nisâ sûresi, 43. âyet) nâzil oldu. Fakat iş bununla da kalmayıp gittikçe daha bir çok fenâlıklar vukû bulduğundan, dördüncü âyeti kerîme (Mâide sûresi 9091. âyet) ile işret tamâmen haram kılındı.
Hattâ Efendimiz’in amcaları Hazreti Hamza sarhoş olmuş ve Hazreti Ali’nin pek sevdiği devesini getirtip ciğerlerini kebap ederek meze yapmıştı. Hazreti Ali, pek sevdiği devesinin mâruz kaldığı hâli işitince Efendimiz’e şikâyet etti. Resûlullah’ın da mübârek canları sıkılarak Hazreti Ali ile berâber Hazreti Hamza’nın yanına geldi. Fakat o sırada sarhoş olan Hamza, Efendimiz’e hitâben: Bir yetîmi muhâfaza (korumak) için beni mi korkutmak istiyorsun? diye, sarhoşluğun tesîriyle kendisine yakışmayacak sözler sarfetti. Efendimiz de üzgün olarak oradan ayrıldılar ve işte bu vak’adan sonra dördüncü âyet nâzil oldu.
Garip tesâdüftür ki Uhud Gazâsı’nda (savaşında) Hazreti Hamza’nın da mübârek ciğerleri çıkarılıp Hind tarafından çiğnenmiştir…” SOH.2000/s.573
Allah’la yakınlığın tövbe ederek sağlanması…
“… Bilirsiniz, iki türlü cebir yâni insan üzerinde iki türlü baskı vardır. Biri şeytânî diğeri rahmânî cebirdir. Şeytânî cebir, nefsi emmâre sâhiplerinin tamâmiyle kendi nefsânî arzûlarına tâbi olmaları demektir. Meselâ hava oyununda para kazanmayı istemek, tabiî ki nefsin arzûsudur. Bu gibi kimseler, tamâmiyle şeytan tarafından aldatılmış ve ezilmiş kimselerdir.
Bir de rahmâni cebir vardır ki, şerîat ve tarîkat ehlinin sülûklerinin (yolculuklarının) ortalarında vâki olur. Yâni sülûklerinin orta yerinde olan müritler, dâimâ mücâhede ve riyâzat hâli üzre bulunduklarından şeytanın aldatmalarına, çelmelerine kapılmamaya ve tamâmiyle Hak yolunda gitmeye çalışırlar. Fakat ne de olsa bunlarda henüz sebat hâsıl olmamış bulunduğundan kararsızlık içinde olmaları sebebiyle bir imtihan vukûunda bocalayıp hatâ işleyebilirler. Sonra yine Allâh’ın lutuf ve inâyetiyle (yardımıyla) kalplerine bir korku, tövbe ve nedâmet (pişmanlık) gelerek tövbe ve istiğfar ederler. “Günahtan tövbe eden günah işlememiş gibidir” hadîsi şerîfi üzre, Cenâbı Hak bunların tövbelerini kabul eder, yüksek ve ulvî (yüce) dereceler ihsan eyler.… SOH.2000/s.186-187
Tövbenin mânâsı, kişiye nasıl bir sorumluluğu hatırlatmaktadır?
“… Meselâ bir kimse de bir hatâ işliyor ve sonra tövbe ediyor, fakat yine de yapıyor ve bu hatâtövbe işi bir çok defâlar tekrarlandığı için, âdeta Hak’la eğlenmek gibi oluyor. Mâdemki yaptığın suç için af talep ettin, Allah da affetti. Bunun tekrarlanması, Hakk’ın affı ile istihzâ (alay) etmek demek olmuyor mu?…” SOH.2000/s.194
Tövbe etmek yâni; bir daha tekrarlamamak üzere o halden vazgeçmek niçin kıymetlidir?
“...Resûlullah Efendimiz buyuruyorlar ki: “İnsan bir hatâ işlediği vakit kalpte bir nokta hâsıl olur. Tövbe etmezse, gittikçe büyür.”
Çâresi de, tövbe edip, o hatâdan kurtulmaya azmetmektir. Yoksa kararmış bir kalbe cânânın yüzü aksetmez... SOH.2000/s.590-591
… Beytullah’da birisi: Estağfirullah, estağfirullah! diye tesbih çekiyormuş. Hazreti Ali Efendimiz: Ne yapıyorsun? diye sormuş. Adamcağız: Günahlarımdan istiğfar ediyorum… diye cevap verince, bir daha günahlarına rücû’ etmemek (geri dönmemek) üzere tövbe et, istiğfâra hâcet (gerek) kalmaz, olur biter, buyurmuş.
Hazreti Mevlânâ’ya bir kimse hakkında: Filân kimse hiç günah işlememiştir, demişler. Keşke işleseydi de vaz geçseydi… buyurmuş.
Günah işlememiş kimse, günah işlemenin tadını bilmez. Meselâ rakı içmeyen bir kimseye: Rakı içme! dersen, o esâsen bu zevkten haberdar olmadığı için bu yasağın onca ne kıymeti olur? Halbuki bir sarhoşa bu nehy (yasak), bu men ediş ne dehşetli tesir eder… SOH.2000/s.235-236
...beşerin hatâ işlemesi tabiîdir. Hatâ işlememek iddiâsı da bir hatâdır ve Allâh’ın ve Resûl’ünün şefâatine ihtiyâcım yok, demek olur. Yeter ki, şirk gibi, kul hakkı gibi esâsa dokunacak hatâlar işlemeyesin…” SOH.2000/s.589
Şükür ne demektir? Şükretmek nasıl olmalıdır?
“…Dille şükretmek tam şükür değildir. Çalışmak, ailesinin hizmetinde bulunmak, gözünle her yerde Allah’ın azametini seyretmek; kulağınla fena ve harama müteallik (ilişkin) bir şey işitmemek. Elinle Allah’ın rızası haricinde bir şey tutmamak, ayağınla yine o rızanın olmadığı bir yere teveccüh etmemek (yönelmemek), hâsılı bütün his ve kuvvetlerini Hakkın rızasında sarfetmek şükürdür. Hulâsa şükür, enaniyette bulunmamak (kendini üstün görmemek), kendini beğenmemek, Allah’tan gelen her şeye sabretmek, onun verdiği safayı da, cefayı da hoş karşılamaktır... YM.1983/s.274
…Kibirin varsa onu gidermek, hasedin varsa onu silmek, gıybet ve yalan gibi huyların varsa bunları temizlemek, temizledikten sonra da Allâh’a şükrünü bilmek. Fakat şükür, sâde dille olan şükür değildir. Allâh’ın verdiği nîmetleri onun istediği yerlerde kullanmak, sabırlı olmak, Allah için nefsinin hazzettiği şeylere sabretmek, nefsine ağır giden muâmelelere mâruz kaldığın zaman şikâyet etmemek, Allâh’ın verdiğine râzı olmak, tam bir teslîmiyetle teslim olmak. …Bu hallerin, bu alâmetlerin (belirtilerin) sâhibi olan kimse ise tabiî ki gãfil olamaz…”SOH.2000/s.416
Kaç türlü şükür vardır? Dereceleri nelerdir?
“… Şükür üç türlü olur. Biri kalp şükrü ki, kalbin, nîmetin, nîmeti vericiden olduğunu bilmesidir. Yâni maddî olsun, mânevî olsun, nîmetlerin Allah’tan olduğunu bilmek kalp şükrüdür.
Biri de lisan şükrüdür ki, nîmeti vereni lisanla medhetmektir (övmektir).
Üçüncüsü ise âzâ (uzuv) ile şükürdür ki, bu da Allâh’a itâat ve ibâdet etmektir. Fakat bu şükürlerden asıl olan, kalp şükrüdür.
Şükür üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci derece, senin için makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şükürde avam (sıradan halk) da havas da (seçkinler de) dâhildir. Meselâ evlât sâhibi olmak, işi ilerlemek, maâşı artmak gibi, hoşlanılan hâdiselere şükretmektir.
İkincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bir tutarak, Hak’tan her ne gelirse ona râzı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir.
Üçüncüsü ise, nîmeti veren Allah Zülcelâl’de o kadar müstağrak (gömülmüş, batmış) olmak ki, nîmeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı budur. İşte, bu şükür sâhibinin önünde bende (kul, köle) ol, yok ol...”SOH.2000/s.315-316
Herhangi birisiyle bir kıyaslama yaparak kendi hâlimize şükretmek yerine, hangi bakış açısını hâl edinmek gerekir?
“…Yalnız dil ile şükreylemek, tam şükür demek değildir. Şükür, çalışmaktır. Hakk’ın hoşlandığı her yerde ibretle Allâh’ın azametini seyreylemektir. Şükür âilesinin hizmetinde bulunmaktır. Kulağınla, fenâ ve harâma müteallik (ilişkin) bir şey dinlememek; elinle, Allâh’ın rızâsının hâricinde bir şey tutmamak; ayağınla, yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek (yönelmemek); hâsılı bütün varlığını Hakk’ın rızâsında kullanmak şükretmek demektir.
Meselâ bir sarhoş gördün. Sarhoş, rezil... Bak şu adamın hâline... Başı da hiç secdeye gelmiyor... deme. Yâni ayıplama! Yâ Rabbî, şu kuluna hidâyet et (doğru yolu göster), beni de bu halden muhâfaza et... Bilirim, istersen bir anda beni onun hâline, onu da benim hâlime koyarsın Yâ Rabbî sana sığınıyorum. Koru beni, buna da hidâyetini ihsan et! diye Allâh’a yalvar.
Böyle yapmaz da o kimseyi ayıplarsan, hem onu gıybet etmiş (dedikodusunu yapmış) hem de kendini beğenerek şeytanlık sıfatını giymiş olursun. Hulâsa (özet olarak) şükür, benliğe düşmemek, yâni kendini beğenmemek, Allah’tan gelen lutuf ve kahrı hoş görmek, Allâh’ın verdiği sefâyı da cefâyı da tatlı karşılamaktır… SOH.2000/s.398
...Zâtın birine: Ne ile meşgulsünüz diye sormuşlar. Allâh’a bir hamdettim, otuz senedir onun istiğfârı (tövbesi) ile meşgulüm, demiş ve şöylece anlatmış: Bir kere Bağdat’ta yangın olmuştu. Pek çok kimsenin malı canı yandığı halde benimkilere bir ziyan gelmemiş olmasından dolayı Cenâbı Hakk’a hamdettim. Sonra da kendime olmasını istemediğim bir şeyi din kardeşlerime revâ görmüş olduğum için işte otuz senedir onun tövbesi ile meşgulüm, demiş...” SOH.2000/s.431
Fazîlet sâhibi oluş, niçin duâ konusunda da önemlidir?
“…(Allah) Fazîletkâr bir adamın duâsından hoşlanıyor, onun duâsını kabul etmeyi de seviyor. Ona, gerek ilham gerek sebepler yolunu göstererek bildirdiği şeyleri öğretiyor. Bu hikmetler sâhibi yaratıcının lutfû nasıl inkâr edilir ki? Meselâ senin gözün bir yağ parçası iken fersahlar kat’ediyor. Rûhun, bir anda Atina’nın, İsviçre’in yâhut da dünyânın biribirinden çok uzak yerlerini gözü önüne getirebiliyor da, ya o hikmetler sâhibi nasıl her şeyi istîap (kaplayıp) ve ihâta edemez (saramaz) sanılıyor?
İşte, fazîleti seven o büyük san’atkâr, kullarından rızâsını kazanmalarını istiyor. Kullarına birçok ihsanlarda bulunan ve duâlarını yerine getiren o yaratıcı hakîm, bu kullar için nelerin faydalı olduğunu biliyor ve: Ey hikmetler sâhibi olan yaratıcı, senin indinde faydalı olan şeyi bana ver! diye duâ etmelerini istiyor.
O fazîleti sever, çünkü fazîletin mükâfâtı (ödülü) kendindedir. Bir insan iyiliği, yapacağı iyilikte bulduğu gibi, fenalığı da yapacağı fenâlıkta bulur. Çünkü insan, kendi felâketini kendi hazırlar. Fazîlet sâhibi bir kimse hiçbir şeyden korkmaz. Onun için fakr (yokluk), hakãret, ölüm hep müsâvîdir (denktir). Çünkü fazîlet sâhibidir…”SOH.2000/s.360-361
Duâ talep etmek ne demektir?
“…Bir mü’minin mü’min için duâsı çok büyük şeydir. Kendi ağzımla kendime duâ edersem, ben günah işlemiş bir kulum. Fakat siz benim için hiç hatâ etmediğinizden, hakkımda ettiğiniz duâ, Hak indinde makbul olur. Cenâbı Hak, Hazreti Mûsâ’ya: “Yâ Mûsâ, hatâ etmediğin ağız ile bana duâ et!” buyurdu. Onun için birbirimize bu sûretle duâ etmeliyiz.
Resûlullah Efendimiz gazâya (savaşa) gidecekleri vakit, bâzı fakir ve garipler ile musâfaha edip (selâmlaşıp): “Bizim zaferimiz için duâ et!” buyururlardı…”SOH.2000/s.520
Allâh’ın sevgili kullarının veya başka bir deyişle, fazîlet sâhibi kulların duâları hakkında ne söylenebilir?
“…iş olanda, yapılanda değil, olduranda, ona o hassayı, o hâli verendedir. Cenâbı Hakk’ın takdîrini bozmak kãbil (mümkün) değildir. Ancak duâ, ancak bir gönül sâhibinin niyâzı (yakarışı), şerleri hayra tebdil edebilir (değiştirebilir)... SOH.2000/s.594
…Şâzelî Hazretleri’nden duâ istendiği vakit: Allah senin için olsun! diye duâ buyururdu. Bu duâ, bütün istekleri içine alır. Fakat, onun, seninle olması için senin onunla olman lâzım gelir. Çünkü kim ki Allah’la ise Allah da onunladır...” SOH.2000/s.343
Bir kısım ehlullâhın duâdan geri durmaları ve ancak emirle duâ etmeleri nasıl izah edilebilir?
Aşağıdaki sorulardan yararlanarak konu hakkında nasıl bir görüşe sahip olabiliriz?
a) Vahdet noktasına ulaşabilmiş bir kişi için, istemek istememek gibi değerler önemini kaybedip, kahırlar lutuf olarak kabul edildiği takdirde duâ etmek anlamını yitirmez mi?
b) Tevhid inancımız gereği, cümle mevcûdattan yansıyanın Hakk’ın nuru olduğunu öğrenmiştik.
Nefsin kirlerinden arınabilir ise, içinde bulunulan kalıp en doğru şekilde kendinde mevcut olan nûru aksettirebilecektir.
Bu bir sâfiyettir. Birey kendi sınırlarında varabileceği en üst noktaya sâfiyede ulaştığında zerre boyutunda hakîki külle homojen yapı oluşturarak farklılığını kaybedecektir ve hakiki külde yok olacaktır. Bu noktadan hareketle.
“O kulum bana yaklaştığı vakitte ben onu severim. Ben onu sevdiğim vakitte gördüğü göz, işittiği kulak, tuttuğu el ben olurum.” Hadîsi şerifi nasıl bir anlam kazanır?
c) Hakîki kül ile ne kast edilir?
Sonu başı bulunmayan, zeval bulmayan, cümle mevcûdatta görülen, bu görüntüyle sınırlı kalmayan, cümle kalıplardan aşkın, tecellîsinde nihâyet olmayan tek gerçek Hakîki kül olarak açıklanabilir mi?
d) Bütün bu soruların ışığında ehlullâhın duâsıyla bizim duâmız arasında ne gibi bir fark olduğunu söyleyebiliriz?
“… Herkese aklının yettiği mertebeden söyle hadîsi şerîfinin verdiği düstûru ele alırsak, bir çocukla konuşmak ile, rüşde vâsıl olmuş (ulaşmış) bir kimse ile konuşmak bir olmadığını görürüz. Kezâ, zâhir ilimlere (maddi ilimlere) vâkıf (hâkim) bir münevver (aydın) ile konuşmak başka, bilgiden yana, sathî (yüzeysel) ve basit bilgisinin içinde kalmış kimse ile konuşmak yine başkadır.
Onun için kibârı ehlullah dediğimiz kâmil kimseler, Allah’tan emir almadıkça duâda bulunmazlar. Onlar da duâ ederler, fakat emir ile duâ ederler. Kendiliğinden yok olduğu için, ettiği duâyı kabul eden de odur. Nitekim hadîsi kudsîde buyrulduğu üzere: O kulum bana yaklaştığı vakitte ben onu severim. Ben onu sevdiğim vakitte gördüğü göz, işittiği kulak, tuttuğu el ben olurum, hikmetlerin sırrı ve hilkatin rumûzu (yaratılışın sembolü) budur işte.
Bize gelince, biz duâda kusur etmemeliyiz. Biz muhtâcız. Biz, Acem bayrağındaki arslan gibiyiz. Onlar ise ormanlarda gezen hakîkî arslanlardır. Binâenaleyh (dolayısıyla) onların işleriyle kendi işlerimizi kıyaslamak asla doğru olmaz…” SOH.2000/s.47