"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.
Mükâşefenin mânâsından yola çıkarak nûrı kuds, hads ve ilham nasıl tanımlanabilir?
“… Mükâşefe nedir?
Gönülde olan sırları ve gizlilikleri yâhut gayıpta olan kimselerin ne iş işlediklerini bildirmek gibi keşf halleridir. Fakat kemal (olgunluk) erbâbı bu gibi işlere iltifat etmezler (alaka göstermezler). Bir nevi (çeşit) cilve ve aldatma kabul ederler. Bâzı râhiplerin riyâzat (nefsi terbiye için maddi mânevî perhiz) yoluyle böyle keşiflere vâsıl olup (ulaşıp) dünyevî gizliliklere muttali (haberdâr) oldukları mâlûmdur (bilinmektedir). Kemal erbâbı ise himmetlerini Hak’ta fânî olup yine Hak’ta bâkî (var) olma yoluna sarfederler.
Bir de mânevî keşf ile alîm ve hakîm olan Allâh’ın tecelliyâtından hâsıl olan mücerret (tek, yalın, soyut) hakîkatler ve gayb mânâları vardır ki bu da mertebe mertebedir(aşama aşamadır). İlk mertebesi herhangi bir zorlama ve kıyaslama yapılmaksızın zihne gelen bir mânâdır. Ulemâ (bilginler) buna hads (intuition) derler.
Bir üst mertebesi de düşünmeye hâcet (gerek) kalmadan aklî mânâların münkeşif (keşfolunmuş) olmasıdır ki aklın bu mertebesine nûrı kuds derler. Hads, bunun bir parıltısından ibârettir.
Sonra, kalbe gaybın ve ledün ilimlerinin (bilinmeyene ilişkinilimlerini) doğması ki buna da ilham denir. Bu mertebedeki zevâta (kişilere) âyânı sâbite (şekle bürünmeden önceki âlem) ve gayb sırları açılır ve bir şeyin vücûda gelmeden gelecek olan hâlini bilirler...” SOH.2000/s.580
Zâhit ve takvâ sâhibi ile keşif ve kerâmet sâhibi kime denir?
“…İbâdet ve tâatte bulunanlara (Allah’ın emirlerini yerine getirenlere) zâhit ve takvâ sâhibi denir. Riyâzat, mücâhedeler ve tesbih ve tehlilde bulunanlara da (Allah’a inanan ve bunu sık sık sözle de tekrarlayanlara) keşif ve kerâmet sâhibi denir. Amma hiçbirine insan denmez. Çünkü insanlık yolu başka yoldur.
İnsan, insanlığını bulan kimseye derler. Bu da, kemal kazanmak, yâni irfan, bilgi ve görgü iledir. Bu irfânı nasıl ve nerede bulalım? derseniz, bir kâmil insanın gönlüne girip boyasıyle boyandığın zaman irfana erdin demektir…” SOH.2000/s.582
Keşfi kubur ne demektir? Bir dervişe yakışır mı? Neden?
“…Keşfi kubur yâni kabirlerin içinde neler olup bittiğini öğrenme hâdisesi derviş kişinin başlangıç hallerindendir. İlerlemiş kimseler için asla ehemmiyeti (önemi) yoktur.
Bir sâlikin (mânevi eğitim yoluna girenin) bir kabir başında, bunun hâli nicedir? Ne iştedir? Ne vazîfededir diye araştırması küstahlıktır. Kendi kendine zâhir olursa o başka. Bir sâlik şunun bunun hâlini bileceğine kendini bilsin. Kendi vücûdu kabrinde ne oluyor ona baksın! Kabir ehlinin ne halde olduklarını araştırmak senin vazîfen değildir. Dâimâ kendini düşün, kendini bilmeye çalış…” SOH.2000/s.647
Tasavvufî düşüncenin kerâmet anlayışına bakış açısı, ne şekilde izah edilebilir?
“…Ehlullâhın bu gibi hârikalarından bahsetmek abes, hattâ ayıptır. Çünkü onlar: Ve hüve alâ küllü şey’in kadîr (Mâide sûresi, 120. âyet; Hûd sûresi, 4. âyet, “O (Allah) her şeye kâdirdir.” sırrına mazhar olmuşlardır. Binâenaleyh isterlerse her şeyi yapabilirler. O her şeyden bir zerreyi ayırmak, kudretlerine noksan düşürmek demektir.
Fakat sırf bu çeşit sözlerden hoşlanıp irfâna âit şeylerden hazzetmeyenlerin (hoşlanmayanların) dillerine mûcizeler, kerâmetler dolanmıştır. Çünkü seviyeleri bu basit sözleri söyleyip dinlemekten ileri geçememiştir. Şâyet irfâna ve hikmete dâir bir söz söylense anlamazlar, hattâ uyuklamaya başlarlar…”SOH.2000/s.15
Ken’an Rifâî’de öğrencilerin gözüyle izahı...
(Öğrencileri diyor ki:)
“…Basit halk kütlelerinin tecessüslerini (meraklarını) kamçılayarak onları tabiat üstü kuvvetlere hükmetmek hikayeleriyle avutup şaşırtan, bâhusus (özellikle) kendilerine keramet sahibi dedirtmek için himmet ve gayretlerini bu iş üstünde teksif etmiş (yoğunlaşmış) olanları, çektikleri niyetten çıkan oyuncakla sevinen çocuklar gibi keyifleriyle baş başa bırakır ve bu zümrenin, gidişine insanlık ölçüsünde bir değer ve mevki vermez, hattâ keramet ve benzeri fevkalâdeliklere rağbet etmenin bir olgunluk değil, bir çocukluk işi olduğunu açıkça söylerdi…”YM.1983/s.123
Gerçek mûcize demekle nasıl bir durum kastedilmektedir?
“… Mûcizenin en büyüğü, kalpleri teshir etmek (etkilemekte), onlara hâkim (üstün) olmaktır. Bu da ancak kâmil kişi harcıdır. Yoksa havada uçmak mûcize olsa, kargalar da uçuyor. Denizde yüzmek mûcize olsa, balıklar da yüzüyor. Hint fakirlerini görmüyor musunuz? Neler, ne acayip ne garip fevkalâdelikler meydana getiriyorlar. Fakat hangisi bir kalbe hâkim olabiliyor, onu beşerî ve nefsânî kirlerinden temizleyip arıtabiliyor? Halbuki dâvâ kalplere hükmedebilmekte… Ama sen bu sözleri, o kerâmet düşkünlerine istediğin kadar söyle, anlamazlar. Zîra fikir ve duygu seviyeleri anlamalarına elverişli değildir…”SOH.2000/s.15
Hazreti Muhammed’in kerâmet veya rüyâ vs. gibi olağan üstülüklere bakışı, örneklerle nasıl açıklanmıştır?
“… Resulullah’ın kendisi bizzat mûcize olduğu halde neden bu kadar muharebeler etti (savaşlar yaptı), ezalar, cefalar çekti de bir mûcize göstererek kendini münafıklardan (içi dışı başkalardan, inkarcılardan) kurtarmadı? Çünkü o, aynı zamanda nizâmı âlemin muhafazasına (korunmasına) memurdu da ondan! İlk İslâm büyükleri olan Hazreti Ali ile Ebûbekir ve eshab hakkında da bu tertip rivayet duydunuz mu! Büyükler tabiat kanunlarının hakkı ne ise onu muhafaza ederler!… YM.1983/s.124
… Hazreti Hüseyin, Kerbelâ’da neler çekti. Kurtulmak için bir kerâmet gösteremez miydi?
Kerâmet, kerâmetsizliktir. İlim, ilimsizliktir ve bir şeyi bilmediğini bilmektir. Ehlullâhın vücûdu serâpâ kerâmettir. Onların her hareketleri, her sözleri kerâmettir. İş ki sende bunları görecek göz olsun…” SOH.2000/s.80
Rüyâ ve uyku hakkında ne söylenebilir?
“…Uyku ölümün kardeşidir...
… Rüyâda gördüğün güzelliklerden kalbine zevk ve hoşluk geliyor. Kötü bir rüyâ gördüğün vakit ise, sanki arslanlar tarafından parçalanacakmışsın gibi oluyor ve uyanınca rahatlıyor, seviniyorsun.
Bu zevk ve azâbı hisseden kimdir? Bir diğer Rebîâ’dır. Rebîâ içinde Rebîâ. Demek ki bir ikinci vücûdun var ve sen, bu toprak vücûdunla değil, o görünmeyen vücûdunla bütün o iyilik ve kötülükleri hissediyorsun…”SOH.2000/s.593
Emektâr Asiye Hanım’ın rüyâsı ve bu rüyâya getirilen yorum, Ken’an Rifâi’nin kerâmet konusuna yaklaşımını ne şekilde ortaya koyar?
“… Âilenin eski emektarlarından Asiye Hanım’ın geçen gece rüyâsında Hatîce Cenan Sultan’la müşerref olduğu ve kendisine ertesi gün düşeceğini haber vermiş bulunduğu, gerçekten de rüyâyı müteâkip (tâkiben) uykudan uyanan Asiye Hanım’ın o sırada çalınan sokak kapısını açmak üzere yataktan kalktığı sırada şiddetle düşüp bütün vücûdunun morarmış olduğu söylendi:
“İşte, başına gelecek kazâ haber verilip zamânı da tahdit edildiği (belirlendiği) halde niçin bu olacaktan kaçamadı? Şu insandaki bîçâreliği (çaresizliği), aczi görün!
Hürremân ki acz ü hayret kãti dost
Der dü dünya hufte ender zıllı dost
Ne mutlu o kimseye ki, acz ile hayret, kuvveti ve gıdâsı olmuştur. O kimse, her iki dünyada dostun gölgesinde uyumakta, istirâhat etmektedir.
İşte evvelde, âhirde, zâhirde, bâtında aczini bilip hakîki fâil (yapan eden) olarak Allâh’ı tanıyan ve ölmeden evvel ölüp acâiz (yokluğa erenlerin) dîninde bulunan kimse, dostun gölgesinde istirâhattedir.” …” SOH.2000/s.267
Vahiy ve vesvese…
İkisini birbirinden ayırmak için ne yapılabilir?
“…Vahiy Cenâbı Hak’tandır. Vesvese ise şeytandandır. Kalbe çeşitli düşüncelerin gelmemesi kãbil değildir. İnsan kalbi dere misâli sağdan soldan ne bulursa sürükler götürür. Ona dikkat etmeli ki, gelen çer çöp bir tarafta birikip kalmasın. Eğer derenin suyu kuvvetli akarsa, hepsini süpürür götürür. Şeytânî vesveseyi vahiyden ayırmak için dâimâ teveccüh (yönelme) ve murâkabeye (kendini hesaba çekmeye) alışmak lâzımdır…”SOH.2000/s.647
Geylâni Hazretleri’nin kerâmet değeri taşıyan olaylara yaklaşımına bir örnek verilebilir mi?
“…Bir gün Abdülkãdir Geylânî Hazretleri’nin, yârânı (dostları, sevenleri) ile sohbette iken: Şimdi Beytü’lMukaddes’ten, tövbe etmek üzere bir mürîdim (mânevî eğitimime bağlanmış olanım) geldi, demesi üzerine mecliste bulunan kimselerden biri: Kudüs’den bir lahzada (anda) buraya gelebilen bir kimsenin şeyhe ve tövbeye ne ihtiyâcı vardır? deyince Abdülkãdir Hazretleri de: Ona bir daha böyle uçmaktan tövbe ettirdim. Şeyhe ihtiyaç da, Allâh’a delil olması içindir, cevâbını vermiştir…”SOH.2000/s.336
Yıldızların insan hayatı üzerinde etkisi var mıdır?
“…İnsanda düşünceler nasılsa, kâinatta da (evrende de) yıldızlar öyledir. Daha cenin ana karnında iken teşekkülü (oluşumu) tamamlanıncaya kadar, büyük yıldızlardan yedisinin, yâni Güneş, Ay, Müşteri, Zühre, Utarit gibilerin ana karnındaki bu cenîne husûsî tesirleri vardır…”SOH.2000/s.574
Öğrencilerinin gözüyle Ken’an Rifâî’nin gayba âit sırlara bakışı nasıl açıklanmıştır?
“…bu olgun ve oldurucu insanlar gayb alemini endüstrüalize etmeden, bir lâboratuvar, bir teknik mevzuu yapmadan, sun’î zorlamaları imdatlarına çağırmadan, hattâ bilmek için bir dilekte bulunmadan, icap ettiği takdirde ve icap ettiği ölçüde o beş hisse meçhul olan sırları kendi bilgi zaviyelerinde (seviyelerinde, köşelerinde) hâzır nâzır bulurlar. İsterlerse tabiatın bütün esrârını kendilerine aksettirip okurlar. Fakat rehber ve kurtarıcı olan büyük insanların gayesi gaybı (bilinmeyeni) kurcalamak ve sırlarını çözmek değildir. Şuuraltı benliğinin son idrâk merhalesini bulmuş olan bu musaffa (süzülmüş, arınmış) varlıklar gelmişi geleceği burada seyretmiş, doğruyu güzeli ve iyiyi, mâzi ve istikbalin (geleceğin) ana yatağı olan varlıkları içinden satha (yüzeye) çıkararak beşeriyete, ölülerden hikâyeler değil, hakikatlerden, yükseltici haberler getirmişlerdir… YM.1983/s.128
…cemiyeti gaybı tecessüslere (meraklara) doğru değil, moral, kemal ve âhenge doğru götürüp kalite adamı yetiştirmek yolunun eşsiz mücahidi (savaşanı) olmak itibariyle, değil hilkat (yaratılış) kanunlarının tabiî tempolarını aşacak cereyan ve hareketlere rağbet etmek, “Ben bir gayb sırrını öğrenmek için kendi kendime dahi sual sormaya utanırım!” demek suretiyle bu mevzuu alâkasının dışında bırakmıştır…”YM.1983/s.1