"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.
Hazreti Âdem’e verilen üç hediye ve aklın önemi
“…Rivâyete göre Hazreti Âdem halkolduğu (yaratıldığı) vakit Cebrâil vâsıtasıyle Cenâbı Hak ona üç hediye gönderdi. Biri akıl, biri hayâ, biri de îmandı. Bu üçten birini seçmek lâzım geliyordu. Hazreti Âdem aklı intihap etti (seçti). Aralarından aklın ayrıldığını gören hayâ ve îman: Akıl nerede ise biz de oradayız… dediler ve yanına gittiler. Binâenaleyh akıl ve güzel ahlâk sâhibi olan kimselerin kalplerinden cennete bir yol vardır ki onlar dâim nîmetlenir ve zevklenirler…” SOH.2000/s.422
Maaş ve maad aklı ne demektir? Aralarındaki fark nedir?
“…Maaş aklı, dünya iş ve bilgilerine yarar. Yâni âdetâ gemideki dümen vazîfesini görür. Aynı zamanda ubûdiyete (kulluğa), Hakk’a kulluk etmeye de âlettir. Fakat kendisi hâdis (sonradan ortaya çıkmış) ve mahlûk (yaratılmış) olduğundan hâlıkı yâni yaratanı göremez. Maad aklı ise, ancak aşkın zuhûru ile kendini gösterir.
Cüz’î akıl, cemâli (Allah’ın güzelliğini, lutfunu) görmekten perdelidir. Ne vakit aşk nûru zuhur ederse, o aşk nûru akıl gözüne kuvvet verir, onunla nurlanır. Çünkü aşkın nûru, Allah cemâlinin tecellî (göründüğü) nûrudur. Onun için akla îtimat gösterip (güvenip) onun, her şeye kãdir olduğunu, hattâ Allâh’ı da görebileceğini zanneden kimseler yanlış düşünenlerdir…” SOH.2000/s.310311
Tefekkür nedir sorusuna Ken’an Rifâî’nin cevabı ne olmuştur?
“…Tefekkür, kendi yokluğunu ve her yerde ilâhî saltanatı görerek o azametin sonsuzluğunu ve hikmetini düşünmektir.
Tefekkür, Hakk’ın azametinden ve bunca hikmet ve ibretten ders alıp, uyanarak gözünü açmak vaktin geçtiğini böylece de hâlinin neye varacağını düşünmektir.
Tefekkür, insanların her şeyi kendilerinin yaptığını zannederek ve kendilerine bir kuvvet ve varlık vererek, gerek bugünkü hallerinde gerek yarınki hallerinde ne kadar gülünç bir mevkie düştüklerini düşünmektir.
Tefekkür, Allah’tan gayrı fâil olmadığını, buyruğun, onun buyruğu olduğunu, kudret ve kuvvetin hep onun olduğunu düşünmektir.
Hâsılı, kendinin yok ve âciz olduğunu, ancak Allâh’ın var olduğunu düşünmektir.
Bir saat kendi yokluğunu, aczini düşünmek, bir sene kendi varlığıyle ibâdetten daha üstündür. Bir saat acz ve fakr ile yaşamak, bir sene varlık ve benlikle yaşamaktan âlâdır. Onun için âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden daha makbuldür. Meselâ bir muhârebede binlerce asker ölüyor da kimse fazla mütessir olmuyor (üzülmüyor). Halbuki bir kumandanın eteğini bir kurşun delse, bu, binlerce kişinin ölümünden daha fazla telâşa sebep oluyor. Çünkü akıl ve kumandanın temsilcisidir. Onu kaybetmek demek, bütün orduyu kaybetmek demektir…SOH.2000/s.399
…İnsan demek, fikir demektir. İnsan olan, düşünecek ve dünyâya niçin geldiğini düşünerek Allâh’ını bilmiş olacaktır... SOH.2000/s.460
…İnsanlık mefhumunu (anlamını) bulmak için gerek bir ferd olsun, gerek bir millet olsun bu hayvan sıfatlarından geçip mutlak kendi varlığını arayıp bulmak, kendi yüksek benliğine kavuşmak ve dolayısiyle buraya kendini bir sebep ve hikmet tahtında göndermiş olan Allah’ını bilmek, bulmak, görmek ve bu suretle huzûrı kalb (kalp huzuru) elde ederek iki cihanda da mes’ut olmak lâzım gelir…” YM.1983/s.401402
Araştırmak, sorgulamak gibi çırpınışlar Cenâbı Hak’la râbıta konusunda nasıl değerlendirilebilinir?
“…Merak etme, Allah diyen mahrum kalmaz. Esâsen o çırpınmak da sana aslının verdiği bir şevktir. O çırpınış muhakkak ki aslınla irtibâtın olmasındandır…”SOH.2000/s.276
Kendini sorgulayış niçin mühimdir? Ken’an Rifâî’de konu nasıl açıklanmıştır?
“…Ezelde, her birimizin ellerimizde birer top vardı. Fakat buraya gelirken toplarımızı kaptılar ve: Gidin, arayın… dediler. Aramak için yola çıktık ve kendimizi dünyâda bulduk. Aradık, taradık. İşte bu toplar, ilâhî emânet idi. Kendimizdi. Biz bu dünyâya kendimizi aramaya gelmiştik. Kendimizi bulunca da Allâh’ı bulmuş olacaktık…SOH.2000/s.421
…Allah, âlemden ayrı değildir. Bedende ruh nasılsa Allah da âlemlerde öyledir. Allah, şu gördüğün kâinatta değildir, senin zâtında yerleşmiştir. Allah uzak değildir. Sen onda yaşıyorsun. O da sende yaşıyor. Eğer sen pâk, temiz ve arınmış isen, Allâh’ın bütün kuvvetleri sende fâildir. Kezâ bütün âlemlerde de böyle ... Ateş, hava, su, arz hep Allah’tır. Sen bizzat Allah’tan gayri bir şey olamazsın…” SOH.2000/s.368
Şahsiyet ne demektir? Şahsiyeti geliştirmekle ne kastedilmektedir?
a) Yaratan Allah’tır. İnsanoğlu zerre boyutunda Allah’ın isim ve sıfatlarını taşımaktadır ve Allah’ın bir cüz’üdür (parçasıdır).
Öte yandan kaderi mutlak denen değişmeyen kader gerçeği var.
Kişi ne yaparsa yapsın ancak belli sınırlar içinde gelişim gösterebilecektir. O halde insanoğlu Allah’ın cüz’ü olması nedeniyle gelişimini sürdürdükçe kendi olabilirliğinin en üst seviyesine (kendi küllüne) doğru bir yol mu katetmektedir?
b) Gerçekte şahsiyetin gelişiyor olması demek, ezelde belirlenen hakîkatimize başka bir ifâdeyle kendi küllümüze (kendi tamımıza) ulaşıyor olmak mı demektir?
c) Bu iki sorumuzun da cevabını aşağıdaki alıntılarda bulmak mümkündür ancak şimdiye kadarki gerek cüz’î irâde, gerekse aklın önemi hakkındaki bilgilerimizi gözden geçirdiğimizde ezelde her şey hattâ şahsiyetimizin varabileceği en üst nokta belli dahi olsa insanın gayretten geri durmaması gereği öğütlenmektedir.
O halde, evet insan kader rüzgârında gayri ihtiyâri sürüklenen bir kuru yaprakmışçasına pasif, ancak kendinde mevcut olan şuur idrak akıl vs. ile bu rüzgâra kapılıp giderken olgunlaşabilmek üzere gerekli olan malzemeyi toparlayabilecek kadar da aktiftir diyebilir miyiz? Tıpkı bir tohumun ağaç haline dönüşebilmesi için toprakla suyla vs.. yapmak zorunda olduğu alış verişte olduğu gibi...
“…Kenan Rıfai … gösterdi ki her birimiz varlığa ait en güzel şeyin aslını, cehverini kendi içimizde taşıyoruz ve çoğu zaman onun gölgesini, kopyesini hariçte aramakla vakit geçiriyoruz. Şu halde her şeyden evvel insanın kendi içi ve kendi benliği ile temasa geçmesi, kendini bulması lâzımdır…” YM.1983/s. 198
(Ken’an Rifâî devâm etti:)
“…Her şeyin bir gãyesi vardır. Meselâ bâzı ağaçların gãyesi meyve vermektir. Bir buğday tânesinde de yaprak, dal ve başak bilkuvve (potansiyel halde) mevcut olduğu gibi, akılda da bütün varlık âlemi ve kâinat mevcuttur. Her bir nebat (bitki) ve ağaç, kendi tohumunun îcâbını izhar ettiği (ortaya çıkardığı) gibi, insan da, ezeldeki kalp tohumunun gereği her ne ise burada onu meydana koyar.
İşte, nasıl ki ağacın kemâli meyvenin bülûğu demek ise insanın da kemâli ve hürriyeti ancak evveline ulaşacak olgunluğa gelmesi iledir.
Hâsılı, her şeyin tohumu , kendi meyvesidir. Yâhut her şeyin mevyesi kendi tohumudur... SOH.2000/s.168
…insanın da dünyâya gelişinde birçok sebep ve hikmetler vardır. Bunlardan biri de kemal tahsîli ve Hakk’ın mârifetidir.
İnsan, ezel gününde Cenâbı Hakk’ın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf sûresi, 172. âyet) sualine evet! dedi. İşte o ikrârı burada tasdîke, o vermiş olduğu ahdi burada isbâta gönderildi.
Ahadiyet âleminde (Allah’ın zâtı, hiç zuhûrun bulunmadığı âlem) de vâhidiyet âleminde de (Allâh’ın ilk tecellîsi, ilk zuhûrunda da) Allâh’ın esmâsı icmâlî (isimlerinin toplamı) yâni zuhûra çıkmamış vaziyettedir. Meselâ Şâfî (şifâ veren), Muhyî (hayat veren, dirilten), Mümît (öldürücü, öldüren), Hâdî (doğru yola götücü) isimlerinin zuhûru (ortaya çıkışı) ve tafsîlâtı (detayı) bu dünya hayâtındadır. Şöyle ki, kul burada yolunu sapıtacak dalâlette kalacak da bunun üzerine Hâdî ismi zuhur edip onu dalâletten (doğru yoldan sapıştan) hidâyete (doğruya) götürecek.
Kezâ, orada ne hastalık var ne de ölüm... binâenaleyh burada hasta olacaksın ki karşına Şâfî ismi çıksın... onun için ölmek de burada, doğup dirilmek de burada...
İşte insan dünyâya çekirdek hâlinde olan isimleri tafsil (detaylandırma) ve vuslatın (kavuşmanın) kadrini bilmesi için atıldı…” SOH.2000/s.148149
Kendi yaratılışının (fıtratının) aksine davranmaya çalışmak şahsiyetsizliği mi doğurur? İyilik konusu örnek gösterilerek nasıl bir izâh getirilebilir?
“… Kendi tabiatının aksine olarak iyilik yapmaya ve iyi olmaya çalışmak... o da tabiî, kendi yaratılışı îcâbı olarak yapılmayıp zarûrî olarak kendini iyi göstermek endîşesiyle hareket edildiğinden, bu sun’î iyiliği yapan, yaptığından kendi bile hoşnut olmaz; iyilikleri bir sebeple derhal fenâlığa dönüverir… SOH.2000/s.441
… Yaratılıştan gelen iyilik… şüphesiz … esaslı ve devamlı bir iyiliktir. Bâzı, bâzı muhîtin îcâbı olarak kötülükler ile karışsa bile bir gün olur sâfiyetini kazanır, parlar, ziynet bulur... SOH.2000/s.441
…Meselâ oyunculardan birisi hasta.. Faraza ciddî bir adam rolünü oynayacak bir aktör. Rejisör, komik roldeki adama diyor ki: Bu akşam muvakkaten (geçici olarak) bu rolü sen îfâ edeceksin (yerine getireceksin).
Fakat onun adı üzerinde: Komik! Bu ciddî adam rolüne o komiğin çıkması tuhaf görünmez mi? Ezelde iyi olan bir rûh burada muvakkaten fena bir adamın rolünü îfâ etse de o yine aslına rücû eder (geri döner). İşte şakî (Allah indinde makbul olmayan) said (Allah indinde makbul olan) olur – said şakî olur. Hadîsi şerifinin mânası budur…” YM.1983/s. 356
Herkesin şahsî mîrâcı olabilir mi? Bu nasıl gerçekleşir?
“…Bir sâlik (mânevî eğitimin yoluna koyulmuş olan), kendi fıtrî yâni yaratılışından gelen var olan istîdâdının gerektirdiği mertebeye çıkınca, mîrâcını yapmış demektir. Fakat bir küçük zerrenin kendine mahsus (has) devri ile, büyük bir varlığın devirleri bir değildir. Onun için o küçücük zerreden, büyük cisimlerin devirleri beklenemez. Ancak, her varlığın kendi fıtrî istîdâdını tamamlaması mîrâcı olduğu gibi, tamamlayamaması da mahrûmiyeti demektir…” SOH.2000/s.604
Cüz’î irâde ve küllî irâde – değişebilen kader ve değişmeyen kader gerçeklerini gözönüne aldığımızda şahsiyeti (hüviyet (kimlik) kazanmışlığı) tasavvufî açıdan nasıl bir sınıflandırmaya tâbî tutabiliriz?
a) Mevcûdun hüviyeti;
(Ayşe’yi Ayşe olarak, ağaçı ağaç, kuşu kuş olarak kabul etmeyle gelişen kimlikler)
b) Cümle yaradılmıştan akseden öz kimlik;
(ağaçta, kuşta, dağda, taşta vs. cümle yaratılmışta Hakk’tan bir nur görebilmeyle oluşan özdeki hüviyet)
c) a ve b’yi de içine alan ve bunlarla sınırlı kalmayan nihâyeti sonu olmayan hakîki hüviyet
Örneğin;
a) Ağaç bitkidir.
b) Ağaçtan akseden Allah’ın nûrudur.
c) Ağaç da diğer cümle yaratılmışlarla birlikte sonu, başı bulunmayan, nihâyeti olmayan, hiçbir kalıpla sınırlandırılamayan, tecellîsi sonsuz, yegâne kudret Allah’ın ol emri netîcesinde var olmuştur. Tıpkı cümle mevcûdadın yokken varoluşundaki gibi hakîki kimlik sâhibi hazinesinin eseridir.
Bu tarz bir sınıflandırma, hangi âyeti kerîme’den ve Hacı Bayram Velî’nin hangi beyitinden yola çıkarak yapılabilir? Ken’an Rifâî’nin bu konudaki yorumu ne olmuştur?
“Çalabım bir şâr yarattı iki cihan arasından
Bakıcak dîdar görünür o şârın kenâresinden”
Bu şiir Hacı Bayram Velî’nindir.
Çalap’tan maksat, Allah’tır. Şâr’dan maksat, Hakk’ın hüviyeti beldesi ve cem’ülcem’in (toplananların toplandığının) memleketidir.
İki cihandan biri hüviyet (kimlik kazanmışlık) biri de eniyettir (hakîki şahsiyettir). Yâni biri bâtını Hak (görülmeyen özdeki Hakk) diğeri zâhiri Hak’tır (görünürdeki Hakk’tır).
Yarattı’dan murat, mânevî vücuttan sûrî yâni görünen vücûda zuhur etti, demektir.
İşte şâr, yâni hakîkat beldesi, biri hüviyet biri eniyet olan o iki cihâna da şâmil (iki dünyâyı içine alan) olmuştur. Kezâ âyeti kerîmede buyurulan (Kasas sûresi, 30. âyet, (Oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!”) (felemmâ etâhâ nûdiye min şâtıilvâdil’eymeni fiylbukğatilmübâreketi mineşşecereti en yâ Mûsâ inniy enallâhü rabbülgalemiyn) “İnnî enallah” dan “innî” hüviyet cihânına (mevcûdûn kimliğine); “ene”, eniyyet (yaratılmışın içine gizlenmiş olan hakiki kimliğin) cihânına; “Allah” da her iki cihâna şâmil (her iki dünyâyı kucaklayıcı, kaplayan, içine alan) olmuştur…” SOH. 2000/s.252
Cezâ neden var?
a) Özde mâdem Allah’ın mânâsıyla mânâ buluyoruz niçin hatâlarımız, yanlışlarımız oluyor, oysa ki Allah böyle istemiş deyip suçu da cezâyı da inkâr edebilir miydik?
b) Cezâdaki sır nedir?
Ceza, Allah’ın rahmet sıfatının bir yansıması mıdır?
c) Allah şüphesiz âdildir. Adâletin maddî ve mânevî anlamda yerine gelmesi, gerek suçlu, gerekse mâsum için, rahmet sıfatının bir yansıması olarak kabul edilebilir mi?
“...Cenâbı Hak: “Rahmetim gazabımı örtmüştür”, buyuruyor. Çünkü Hakk’ın gazabı içinde de aynı rahmet vardır. Hiçbir şey yoktur ki onu ilâhî rahmet kaplamamış olsun. Temsilde hatâ olmaz, Allah bile misal veriyor. – Bugün meslekler içinde ne kadar müşküllleri var. Meselâ yaz günü vapur içinde ateşçilik eden kimselerin, hayatlarını dâimâ tehlikeli denizlerde geçirenlerin, hergün nihâyetsiz korkular içinde, meselâ mâden ocaklarında çalışan kimselerin hayatları sana azaplı görünür. Fakat emin ol ki bu kimselerin hem kendilerine göre tesellîleri vardır, hem de hayatlarından memnundurlar. Meselâ bir lağımcı, aynı işi yapan bir arkadaşını gördüğü zaman, o günkü kazancını iftihar ile anlatırken: Ben şu kadar necis (pislik) attım, diye öğünür. Halbuki sen onun yaptığı işten bucak bucak kaçarsın. Onun tesellîsi, azap içinde rahmettir... Çünkü Allâh’ın rahmeti her tarafı kuşatmıştır. Umûmî olan, herşeyi saran, herşeyi içine alan odur.
Azap ise kısmîdir. Sen kendi evlâtlarını ... nasıl döğersin? Döğsen bile, muâmelen en ziyâde şefkat ve merhamet üzre değil midir? Cezâ yapman îcap edince yaparsın amma için de sızlar. Senin onları cezâlandırmaktan maksadın, yaptıkları yaramazlığı veyâhut kabahati tekrarlamamaları içindir. Onlara cezâ yapman bunun içindir, azap vermek için değildir. Sen ki onların dünyâya gelmelerine bir vâsıta, bir geçit olmuşsun. Sen nesin ki onlar senin evlâdın olsun? Hep bir namdan ibâret iken ve sende bu rahmet ve şefkati yaratan Allah iken, ondan nasıl rahmet ve şefkat sâdır olmaz (ortaya çıkmaz) ki, cümlemiz onun kullarıyız...”SOH.2000/s.487
... Bir kimsenin yaptığı haksızlığın cezâlanmaması mümkün değildir. Size bu mevzûda küçük bir misal vereyim: Yuvagimyon Kız Rum Mektebi hocalarından Semîha Hanım’ın dersine giren bir müfettiş, her halde hüsnüniyetle olmayacak ve gãliba onu oradan kaldırtıp yerine tanıdığı bir kimseyi getirtmek niyetiyle olacak ki, biribiri ardınca dersine girip çıktıktan sonra aleyhinde olarak, cumhûriyet umdelerine (kâidelerine) muvâfık (uygun) ders vermediğine dâir şikâyette bulunmuş.
Semîha Hanım’ı tanıyanlar, bunun ne kadar bâriz bir iftirâ ve haksızlık olduğunu bilirler.
Gel zaman git zaman bu müfettiş, Ankara Gãzi Enstitüsü’ne Semîha Hanım’ın Yuvagimyon’daki dersiyle hoca olur. Olacak bu ya... Cumhur Reîsi Gãzi Paşa bir gün o mektebe gelir ve bu hocanın sınıfına girer. Çocuklara birkaç sual sorduktan sonra hocanın tedris (öğretim) tarzını beğenmez ve bâzı ihtarlarda (uyarılarda) bulunur. Bu sırada hoca, kendini temize çıkarmak için: Beyefendi şu şöyledir, bu böyledir! diye söze başlayınca, Gãzi Paşa, tabiî pek yerinde olarak: Be adam, sen daha benim Paşa olduğumu bilmiyor da Beyefendi ile mi hitap ediyorsun? Sen nasıl muallimsin (öğretmensin)? diye herkesin yanında rezil eder ve cehlini (bilgisizliğini) yüzüne vurur.
Hoca, bu vak’a üzerine başka yere gönderileceği veya azledileceği şâyiaları (söylentileri) ile iki hafta cehennem azâbı yaşar. Bereket versin ki Semîha Hanım’ın amcası olan Maârif Vekîli Esat Bey işin şiddetini yatıştırır.
Böyle misaller hatsiz hesapsızdır. Haksız muâmele, er geç cezâsız kalmaz...”SOH.2000/s.380
Şuur, şahsiyetin gelişiminde niçin önemlidir?
“…her şey şuur ve irfan ölçülerine göre olmalı. Sadâkat de şuurlu olmazsa, tam ve matlup olan (arzu edilen) sadâkat sayılmaz. Çünkü şuursuz sadâkat bir köpekte de vardır. Verdiğin bir lokma ekmek karşılığı sana hayâtını fedâ edinceye kadar sadâkat gösterir. Ancak, hayvandaki sadâkat, sadâkatın kışrıdır, kabuğudur, cevheri değildir. İrfan ve cevheri ise, ancak insanda olmak lâzım gelir, aksi halde o kimsenin sadâkati, köpeğin sadâkatinden farklı sayılmaz.
Derler ki: Filân kimse, efendisinin uğrunda canını veriyor. Ne yapayım bu sadâkati ki, o, hayvanda da vardır. Farazâ sen, sabahlara kadar müsemmâdan gãfil olarak (Allah’ın isimlerinin mânâsını idrâk etmeden) zikredip ibâdette bulunmuşsun. Ne ehemmiyeti (önemi) var? Bunu, bir gramafon plağı, bir vapur makinası, senden bin kere âlâ yapar. Ne olsa bir makina ile yarışamaz, birkaç kere zikredip, Allah, Allah! deyince yorulursun. Nefesin kesilir. Fakat o yorulmaz ve senden çok daha mükemmel olarak zikreder. Demek ki kışra (kabuğa) âit olan tâat, ibâdet ve zikirleri, makinalar insanlardan daha devamlı ve daha mükemmel yapıyor. Kezâ bir köpek de bir insanın başaramayacağı sadâkati gösteriyor. Halbuki insandan beklenen şuursuz bilgi ve amel değil irfan (anlama kudreti) ve cevherdir…” SOH.2000/s.73
Gayretten geri durmak hoş karşılanabilir mi?
“…Bir gün adamın biri tembel, gabî (aptal) ve akılsız oğlunun imtihanda muvaffak olması için hocasından ricâda bulunmuş. Hoca, her ne kadar bu çocuğun işe yaramazlığını ve kãbiliyetsizliğini anlatmışsa da, adamın hem ısrar ve ricâsı hem de pek hatırından çıkılır bir kimse olmayışından dolayı ricâyı kabul ederek babasının yanında çocuğu çağırtmış ve: Oğlum, yarın imtihanda sana bir tek sual soracağım; sıfat ile mevsûfun (isimden sıfat türetmenin) kaç yerde mutâbakãtı (uygunluğu) şarttır? diyeceğim, sen de bana: On.. diyeceksin. Yalnız bu kadar. Başka bir şey istemem. Anladın mı? On! Tekrar et bakayım: On!
Çocuk tekrar üstüne tekrar eder, babası teşekkür eyler, ayrılırlar. Ertesi gün olur, çocuk mümeyiz hey’etinin yanına gelirken, hoca yavaş sesle, bu talebenin çalışkanlığından ve üstün zekâsından bahsederek ona yalnız bir sual sormak istediğini söyleyerek mâlûm suâli tekrar eder. Fakat çocukta ses yok. Hoca, işi belli etmemek için: Hele hele çapkın nazlanır da! diye mes’eleyi tabiîleştirerek suâli tekrar eder. Fakat çocukta hep aynı sükût (sessizlik, durgunluk). Hoca, on parmağını açıp işâret etse olmayacak. İki elinin parmaklarını karşılıklı olarak birbirine çatar ve on rakamını parmaklarıyle yaptığı bu yuvarlağı göstermek sûretiyle hatırlamasına yardım ederse de, çocuk bu birbirine çatılmış parmaklara bakar bakar ve nihâyet bulmuş gibi memnun: Karpuz! diye haykırır.
İşte mürşidin sözlerini dinlemeyip, kendisinden mücâhade (savaşmak, uğraşmak) ve riyâzetler (egoyu terbiye için maddî ve mânevî perhiz) istenmediği, zorluklara sürülmediği, sâdece, kurtulması için lâzım gelen bâzı sözleri olsun tutması öğretildiği halde, onları bile hal edemeyip imtihan zamânında o sözlerin tam tersiyle hareket etmesinden ileri gelen hicap da (utanç da) bunun gibi değil midir? Bu sûretle o kimse mürşidini de utandırmış olmaz mı?…” SOH.2000/s.431432
Şâzelî Hazretleri’nin beş hil’at (kıymetli elbise) hakkındaki rüyasından yola çıkarak şahsiyetin gelişiminden ne beklendiği hakkında nasıl bir bilgiye ulaşabiliriz?
“… Şâzelî Hazretleri bir gece uykuda iken Resûlullah Efendimiz’i görür. Resûlullah kendisine der ki: Yâ Şâzelî elbiseni çirkeften temizle. Tâ ki her nefeste Allâh’ın ihsan ve desteği senin ile olsun.
Yâ Resûlallah, nasıl elbise deyince, buyurulur ki: Allah sana beş hil’at (değerli kıyafet) vermiştir. Bunların birincisi, muhabbet hil’ati, ikinci tevhîd hil’ati, üçüncüsü mârifet, dördüncüsü îman, beşincisi İslâm’dır.
Allâh’ı anlayan ve sevenin her şeyi kolay olur.
Allâh’ı anlayanın nazarında hiçbir şey kalmaz.
Allâh’ı birliğiyle bilenler ona şirk koşmazlar.
Allâh’a îman edenler, her şeyden emîn olurlar.
İslam olanlar Allâh’a âsî olmazlar. Âsî olsalar da özür dilerler ve özürleri kabul olunur…” SOH.2000/s.342
İnsan demek neden göz demektir? Gözden kasıt nedir?
“… İnsan demek, göz demek, görmek demektir. İnsan bedeni içinde, görücü ,bilici ve idrâk edici olan nûra insan denir, geri kalan, kan, kemik ve ettir…” YM.1983/s. 435
Tasavvufta kalbin iki gözü vardır demekle ne anlatılmaktadır? Bu değerlendirmenin şahsiyetin şekillenişine tuttuğu ışık ne olabilir?
“… Kalbin iki gözünden biri akıl, diğeri fikirdir. İşte bunlar, ne vakit kalbin hayâtı ve diriliği olan ilim ve mârifetle (hizmet olarak hayâta yansıyışla) aydınlanır ve bezenirse, o vakit her şeyin iç yüzüne nüfuz eder ve âkibetini görür…”SOH.2000/s.251
Maddî ve mânevi ortamların sohbetlerin, dostlukların şahıs üzerindeki etkisi hakkında ne söylenebilir?
“…Sohbet müessirdir (etkilidir), sohbet ve ülfet (kaynaşma, yakınlık hissi), insanoğlunun iç bünyesine, karakter yapısına siner, tesir eyler; debbağhâneye (tabakâneye) gittiğin vakit üstüne pis koku, gülhâneye gittiğin vakit ise gül kokusu sindiği gibi...
Dünya ehlinin dedikodudan ibâret meclislerinde bulunmak yâhut mânevî ve rûhânî meclislerin yükseltici, olgunlaştırıcı havası içinde sohbet eylemek de insan üzerinde aynı müsbet (olumlu) veya menfî (olumsuz) tesîri yapar…”SOH.2000/s.68
Mes’ûliyet (sorumluluk) hissiyle ne kastedilmektedir?
Ken’an Rifâî bu hissi uyandırabilmenin yolunu hangi esaslarda görmüştür?
Mes’ûliyetini bilerek, kalbi akıl danışacak seviyede temizlemek şahsiyetin doğru şekillenmesinde nasıl bir role sâhiptir?
(Öğrencileri diyor ki:)
“…Kenan Rifaî, mes’uliyet hissi olmayan ve bir manevî kuvvet tanımayan kimsenin ne kendine, ne de cemiyete karşı hakîkî bir mes’uliyet duymayacağını, binaenaleyh düşünce ve hareketlerinde de teftiş ve murakabeye (denetime kendini hesaba çekmeye) lüzum görmeyeceğini pek iyi bildiğinden, insana ilk aşılanacak hissin mes’uliyet duygusu olduğunu kabul ediyor, sonra da böyle bir duyguya insanın ancak ve ancak aşk ve iman yolundan varabileceğini ilâve ediyordu...” YM.1983/s.138
(Kenan Rifâî)
“…Gerek bir ferde gerek bir cemiyete nizam veren, ahlâk kãnûnudur. Mükâfat (ödül) ve mes’ûliyet fikri de bu kãnûnu teyit eder.
Mes’ûliyet fikri nedir? Ahlâkî vazîfe ve vecîbeler îfâ olunduğu (görev ve borçlar yerine getirildiği) takdirde, gerek vicdan gerek Allah huzûrunda mes’ul (sorumlu) olmak endîşesidir... SOH.2000/s.609
…Resûlûllah da: “Kalbinden fetvayı al” diyor... YM.1983/s. 362
…Her işte, her düşüncede dâimâ kalbine bak. Bundan şaşma. Çünkü Allah senin sûretine (görünüşüne) ve ameline (fiiline) değil, kalbine bakar. Nazargâhı İlâhî (Allah’ın bakışı) sûret ve amel değil, kalptir.
Sen, Hakk’a güvenerek ona tevekkül eyleyerek (sığınarak) ihtiyâtında (önleminde) kusur eyleme. Yoksa, gelecek korkusundan, Allâh’a îtimatsızlık (güvensizlik) çıkar.
Hem senin tedbîrin (önlemin), ihtiyat ve tedâriklerin de (ileriyi düşünerek hazırlık yapmanda) nedir? Nice servetler, nice dirlikler, nice saltanatlar bir anda yerle berâber olmamış mıdır? Yeter ki, topladığın, bir yana yığdığın o varlıkları kullanmak nasip olsun. Onun için her hususta kalp mihenginden (ölçüsünden) şaşma. Sâlih amel (iyi, doğru iş), kalp amelidir. Dâimâ seninle gidecek, seni taşıyacak olan da odur…”SOH.2000/s.100
…Biz yaptığımızı Allah için yaparız, eğer kalbinden fetva sorup mes’uliyetsizliğin hükmünü alırsan başkalarından korkma. Şu şöyle demişin, bu böyle demişin ehemmiyeti yoktur, elverir ki kalbin seni muaheze (tenkit) etmesin…” YM.1983/s.138
“… (Öğrencilerinin gözüyle) Müslümanın teyakkuz (uyanık kalma) bahsine gelince, işte şimdi âşikâr oluyor ki bu daimî karakol devriyesini gezen ben kendim değilim, ruhumun harîminde (gizli yerinde) oturan müşahhas (belirlenmiş) prensipdir. Nasıl oldu bu iş? O mu bir mihnet (zorluk) kaosu içinde yuvarlanan varlığıma acıdı da bende bir merkez kurmak için nâzil oldu? Ben mi çıkmaz yolların hüsranı mahşerinde onu bir Tanrı zerresi tutar gibi kaptım ve içime hapsettim? Her ne oldu ise oldu, teyakkuz (tetikte oluşun) mekanizması kuruldu, mes’uliyetin de devası (çaresi) bulundu…” YM.1983/s. 252
Hürmet ve hürriyet kavramları hakkında ne söylenebilir?
“…Hürmetten maksat, onun hareketlerine iştirak etmek değil, uzaktan bakarak îtiraz etmemektir… SOH.2000/s.137
…Hiç değilse zevk alanların zevkine hürmeten sen de onlara saygı göstermelisin. Ama zevk almak mes’elesi başka!…SOH.2000/s.353
…Hürriyet, insana bahşedilen hudud dâhilinde işe yarar. Bir boksör ringde rakibini döver, alkışlanır, hoş görülür. Halbuki hakeme bir tokat vursa, edebsizlik etmiş olur…” YM.1983/s.365
Gerçek bir şahsiyet olan Diyojen’in, şahsiyet olduğunu zanneden İskender’den farkı nedir? Bu noktadan hareketle nefsin hür veya esir olması neyi ifâde eder?
“…İskender, Diyojen’i ziyarete geldiği vakit, Diyojen fıçısından kalkmamış ve onu istikbâl etmemişti (karşılamamıştı). Bundan münfail (gücenmiş) olan İskender: “Sen neden istikbâlime gelmedin, benim kim olduğumu bilmiyor musun?” deyince, Diyojen de: “Neden ben senin istikbâline (karşılanışına) gitmek mecbûriyetinde olayım? Sen benim bendemin bendesisin (kölemin kölesisin), çünkü benim bendem (kölem), nefsimdir; sen ise nefsine (egona) mutâvaat etmekle (baş eğmekle) benim bendemin bendesi olmuş oluyorsun, o halde efendi bendeyi nasıl istikbâl eder?” demiş. Bunun üzerine İskender, Diyojen’e: “Dile benden ne dilersin?” deyince, pek meşhur olan, “gölge etme, başka ihsan istemem,” sözü ile cevap vermişti.
Şu feragate bakın.. bu, ancak Allah ehlinde bulunur. Yâni feragat (özveri), hür olan adamda, benlik ise esir olan kimsededir. Nefse esaret kadar büyük esaret mi tasavvur olunur (düşünülebilir)…” YM.1983/s.428
Neden ferâgat, hür olan adamda; benlik, esir olanda hüküm sürer?
“…Hakikî hürriyet, nefsin elinden âzad olmaktır (kurtulmaktır). Yoksa ben hürüm, hürriyet var demekle bir kimse hür olamaz, insan nefsinin zebunu (egosunun acizi) iken, hiçbir veçhile (nedenle) hür sayılamaz. Meselâ bir sigara dumanına bile hüküm geçiremeyip terketmek istediği halde ona esir olmaktan kurtulamıyan insan nasıl olur da hürlük iddiasında bulunabilir?... Ancak, iştihalarının, insiyaklarının (eğilimlerinin, içgüdülerinin), arzularının esîri değil, emîri olan insan Koca İskender’e (sen benim bendemin bendesisin (kalemin kölesisin) diyen Diojen gibi, bihakkın (hakkıyla) hür olabilir…” YM.1983/s.184
Ken’an Rifâî’nin ahlâkı, prensipleri ve bunları bir terbiye metodu olarak kullanışı hakkında nasıl bir bilgi mevcuttur?
Öğrencilerinin kaleminden Ken’an Rifâî’nin şahsiyetler üzerindeki etkisi...
“…O biliyor ve inanıyordu ki sevmek demek bilmek demektir ve bir defa seven insan kendi kabiliyet ve istidatı ne istikamette ve ne kadarsa o istikamette ve o kadar görücü, bilici, idrâk edici olacaktır. O, “bir kalbi teshir etmek (etkilemek) mi? İşte mucize budur” diyordu. Sevmek, nâmütenahi (sınırsız, sonsuz) sevmek.. Kenan Rifaî’nin öğretmek istediği, lüzumuna inandığı ve her kalbde uyandırmak için yanıp yakıldığı gerçek buydu. O da dostu Mevlânâ ile beraber “aşk gibi bir muallim (öğretmen) yoktur” diyor ve içinde bir sevgi meş’alesi uyandırdığı her insanın talim ve tedrisini (eğitim ve öğretimini) aşkın mahir (usta) ve tecrübeli ellerine bırakıyordu... YM.1983K/s.119
“…ahlâkının temeline sevgi ve dostluk esaslarını koyarak kütleyi bu nokta üzerinde birleştirmeyi prensip ittihaz etti (kabul etti). Kenan Rifaî’nin ahlâk anlayışını bir cümle ile ifade etmek istersek ona “sevgi ahlâkı” diyebiliriz... YM.1983/s.149
“…(Ken’an Rifâî) Yakınındakilere her zaman ihtar ediyordu: “Kendinize iyi bakın, siz hastalandığınız zaman benim canım yanıyor, siz öksürürken ben yoruluyorum…. Beni, sizleri paylıyacak, itap edecek (azarlayacak) bir vaziyete düşürmeyin, çünkü böyle bir şeye mecbur olunca kendimi itap etmiş oluyorum, üzülüyorum, utanıyorum.”
Bu hissi o yalnız yakınlarına karşı duymuyordu. Kenan Rifaî bütün beşeriyetin hastalıklarını, ıztıraplarını kendi varlığında yaşamış, duymuş, tecrübe etmiştir. Onun vücudu beşerin ruh gelişmesinin cerayan ettiği, şekil bulduğu bir lâboratuar, bir çilehane olmuştur. Bütün ömrünce insanların sevinci ile yüzü gülüp ıztırabı ile kederlenmiştir. Böylece onun ahlâk prensiplerinden biri daha gün ışığına çıkmış oluyor ki buna da “iştirâk ahlâkı” diyebiliriz... YM.1983/s.166
…ideal bir mürebbî (terbiye edici) olarak o, kimseyi kendi görüş zaviyesi (açısı) ile akıl hudutları içine sokmayı da düşünmüyor, herkesi kendi kabiliyet ve idrâklerinin eşiğine ulaştırmakla yetiniyordu. Onun vazifesi yol göstermek, kanallar açmak, istikamet vermekti, yoksa ferdî nüansların hiçe sayıldığı bir fabrikasyon sistemine uyarak standart insan yetiştirmek değil... YM.1983/s.107
…Evvelâ kendi kendileri ile bağdaştırıp anlaşmaya, sonra da bütün yaradılmışlar ile dost ve hemhal olmaya yöneltmekten daha isabetli ne olabilirdi?… YM.1983/s.105
…İnsan psikolojisi üzerindeki derin vukufuna (bilgisine) dayanarak o, tek bir irşad (doğruyu gösterme) yolu kullanmaktansa fertden ferde, zamandan zamana ve şartan şarta değişen ve icaplarla at başı giden muhtelif usuller kullanıyordu... YM.1983/s.111
…O, her ferdin, dünyaya kendinde bulunan en iyi hasletleri verebilmesini tam ve olgun bir hayat yaşamanın derin tatminini duyabilmesini mümkün kılacak şekilde insan şahsiyetini imkânlarının sonuna kadar geliştirebilmek yolunda çalışıyordu. Ve yine o, gerçekten yaşamış olmak için, insanın hayat tecrübelerinin anlaşılır kanunlara ve maksatlara tâbi bir nizamı (düzeni) olmasını ve bu nizam içinde ferdin kendi varlığının mânasını bütüne izafetle (oranla) anlayabilmesini zarûrî (zorunlu) görüyordu. Böylece, mahlûkata (yaratılmışa) karşı hudutsuz (sınırsız) bir sevgi, bir emniyet hissi, doğru değerlendirme itiyadı (temkini), istikrarlı bir disiplin ve mâkul (kabul edilebilir) derecede bütüne nazaran – kendi şahsiyetini ifade etme hürriyetini insan münasebetlerinde (ilişkilerinde) esas tutuyordu.
Bütün bunlara cesaretli bir sabır, garazsız bir vefa, hudutsuz bir adalet duygusu ve anlayışlı bir müsamahayı da (hoşgöröyü de) ilâve edersek, Kenan Rifaî’nin ahlâk âbidesini en kısa hudutlar içinde ifadelendirmiş oluruz...” YM.1983/s.169
Cüz’î irâde ile nefsi (egoyu) terbiye ederken şahsiyetin de doğal olarak gelişimini Ken’an Rifâi’nin görüşleri ışığında öğrencileri ne şekilde açıklamıştır?
“…o, her insanın marazını (hastalıklarını) kendi varlığı içinde görüp müşâhede edebiliyor ve bizzat yaşadığı tecrübelere dayanarak teşhisini koyup sınıflandırdığı bu marazın tedavi yolunu buluyordu. Bir eski deyişle anlatılmak istenirse buna “nefis terbiyesi” denir ki, biz “şahsiyetin yeni baştan inşası” tâbirini kullanıyoruz… YM.1983/s.106
…(Ken’an Rifâî) Her suçta bir mâzeret arar ve bilhassa etrafına başkalarından değil, bizzat kendilerinden korkmayı tavsiye ederdi. Zira bir üzüntüye, bir musibete mâruz kalındığı (bir felâkete uğrandığı) zaman, kabahati sebeplerde değil kendimizde aramamızı ister ve bu neticenin hemen daima bizim melekemizin ihmalinden faraza basiretsizlik, sebat, sabır, saygı ve kavrayış noksanı gibi bir hatânın mahsûlü olduğunu gösterirdi. O, çok iyi biliyordu ki tâlih ve kader denen alınyazısı şuur altında biriktirmiş olduğumuz iyi veya kötü tohumlarda saklıdır. Böyle olunca da mukadderatımızın (alınyazımızın) mimarının kendimiz olduğundan şüphemiz kalır mı?
Kenan Rifaî’nin, Ekrem Hakkı Ayverdi… ile şaka yollu bir konuşmasından alınan şu parça da onun bu husustaki kanaatinin en canlı bir ifadesidir:
“Sen mimarsan biz de mimarız; herkes binâyı hayatının mimarıdır. Faraza sen yaptırdığın bir binaya fena malzeme kullanır çürük ve hesapsız yaparsan, o bina yıkılır, neticede seni mes’ul ederler (sorumlu tutarlar)..
İnsanların da buldukları sürur (neşe), keder, iyilik, fenalık, cennet ve cehennem, binalarını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz neticenin mes’uliyeti başkalarının değil kendimizindir. Eğer bizim vücudumuz binasını da çürük ahlâklar ve kötülüklerle yapmışsak günün birinde kendi kendine çöküverir…” YM.1983/s.107108
Şahsiyetini geliştirebilmiş bir kişiyle, geliştirememiş olanın arasındaki fark örnek yardımıyla nasıl açıklanmıştır?
“…Evet, deryâda bir sandal da bir diretnot da (zırhlı gemi de) dolaşır. Fakat azıcık bir fırtına oldu mu, ne kadar kayık varsa kayıkhânelere kaçıverir. Halbuki diretnot, koca dalgalar arasında sarsılmadan yine yoluna devam eder. Asıl iş de zâten o fırtınada yol alabilmektir. Yoksa sâkin denizde sandal da büyük gemiler gibi kolaylıkla seyr ü sefer eder... SOH.2000/s.198
…O yaygaracı motor, denizde bir parça yol alabilmek için kıyâmeti koparıyor, âlemi bîzar (rahatsız) ediyor. Halbuki koskoca bir dritnot dağ gibi dalgalara gögüs verdiği ve ötekinden çok sür’atli gittiği halde sesini kimse duymaz. Şu da var ki, o dritnottaki ağırlığın küçük bir kısmı bu motora yüklenecek olsa derhal batar…”SOH.2000/s.322
Kâbiliyetlerini insanlığın hayrına kullanan bir san’atkâr ve eseri niçin önemlidir? Öğrencilerin kaleminden...
“…San’at … kütleyi peşinde sürükleyebilen ve bir dehadan döküldüğü zaman felsefe ve ilimden daha çok insanın teessürî (duygu) hayatına hitap ettiği için bunu yalnız başına da başarabilen bir kudret ve mahiyet taşır. Bu bakımdan insan topluluklarına faydası olduğu kadar zararı da dokunabilecek olan bir vâkıadır. Kabiliyetlerini herhangi bir tarzda beşerin hayrına kullanan bir san’atkâr aşk ve iman şuurunu yaymak ve uyandırmak bakımından çok mühimdir. Fakat zümre menfaatlerinin maksatlı, kan kokulu, ideolojilerin, mutaassıp (tutucu) veya geri zihniyetlerin elinde o kuvvet en yıkıcı tahrip vasıtalarından veya en şedit (şiddetli) kanun hükümlerinden daha müessir (tesirli) bir hal alır…” YM.1983/s.137
Toplumu oluşturan fertler olduğuna göre, fertten ne beklenmelidir ki toplum içinde bir başarıdan, refahtan bahsedilebilsin?
(Ken’an Rifâî diyor ki:)
“…Niçin bu dünyâya geldin, düşün... herhalde yalnız beşer cemiyetine hizmet için değil... evvelâ kendi vücûdunun cemiyetine hizmet et ki beşeriyete (insanlığa) hizmetin de semereli (verimli) olsun… SOH.2000/s.159-160
…Bir insan kendi vücudu memlektinde sulhü salâhı (barış ve rahatlığı) temin edemezse cemiyete karşı sulh ü salâh ve adâleti temin edemez. Bunun husûlü de (oluşmasıda) nefsin (egonun) ıslahından, rûhun tekâmülünden (gelişiminden) başka bir yolla olamaz. Bu olmadıkça dünyadan rahat ve sükûn beklemek beyhude (boşuna) ve abestir. İnsan ancak Allah’la biliş tutup onunla dost olduğu zamandır ki hem kendi için, hem de cemiyet için kazanılmış bir varlık olur...”
(Öğrenciler ilâve ediyor:)
“...Dinin ferdî fonksiyonu ise bu sosyal gayeyi tahakkuk ettirmek yolunda ferdin fert olarak yetişmesi ve bunun için lâzım gelen mânevî terbiye ve nefis mücadelesine dayanır…” YM.1983/s.135
Ken’an Rifâî, nefsin (egonun) terbiye edilmesini veya başka bir deyişle şahsiyetin yeniden inşa edilmesini cemiyet fikri bakımından neden önemli görmüştür?
“…Kenan Rifaî’de, bu nefs meselesi hayat felsefesinin esaslarından birini teşkil ediyordu denebilir. O, her insanın kendi nefsini arkaya atarak evvelâ küllü (bütünü) düşünmesini ve herhangi bir meselede külle nazaran yeri ne ise onu almasını istiyordu. Daima cemiyetin vicdanî değerlerinin kontrolü altında bulundurulacak olan bu nefs (ego), kül namına her türlü fedakârlıkları, feragatleri, meşakkat ve mahrumiyetleri göze alabilecek bir terbiye sistemine tâbi tutulmalıdır ki onun dinler, mektepler ve san’atlar yolu ile ve en geniş mânası ile terbiyeden beklediği şey budur…” YM.1983/s.184
Ken’an Rifâî’nin; gerek cemiyet gerekse fert üzerindeki başarısının sırrı nasıl izah edilebilir?
“…Kalabalıklara öğretmek istediği, insanları evvelâ kendi kendileriyle barıştırmayı, sonra da cemiyetle olan münasebetlerindeki âhenk ve adaleti tesis etmeyi ilk adım olarak kabul etmiştir...
…Kenan Rifaî, bir taraftan mânevî hüviyetimiz üzerinde mikroskopik bir dikkatle çalışırken, bir taraftan da madde ile olan alâkamızı, fizik ve psikolojik hayatımızın müşterek ve ayrılmaz menfaatlerini göz önünde tutarak insan hayatında psikofizyolojik bir birliğin dört başı mâmur âhengini sağlamaya çalışmıştır. Öyle ki mâna ile maddeyi, kılıcın iki ayrı yüzü gibi, bölünmez bir iştirâk ve birlikte görür, bu yüzden de terbiyesi halkasında mâna ile zenginleştirdiği insanı iyi bir cemiyet adamı ve dünya ölçülerinde başarılı bir değer haline getirmeye uğraşırdı…” YM.1983/s.105
Şahsiyetin yeniden inşasında; kişinin toplumdan nasıl istifâde etmesi gerektiği hakkındaki Ken’an Rifâî’nin görüşleri …
“…Ona göre insanlığın ulaşması karalı olan her yeni ve ileri adım maziden bize kalan kültür mirasına basarak atılabilir. Ve her yeni inşanın şartlarını, içinde bulunduğu zaman tayin edecek (belirleyecek), fakat malzemesi o miras içinden seçilecektir. Yanlış bir zanna (kanıya) kapılarak onun mâziye dönüş gibi bir fikirle hasta olduğu zannedilmemeli. Zira tabiatı ve şahsiyetinin tekâmülcü (gelişimci) şartları buna müsait değildi. Onun istediği, her yeni hamleyi, asırlar boyunca yaşanıp tasfiyeye (arındırmaya) uğraya gelmiş olan değerler yardımiyle yapmak ve her an muhasebesi görülerek geçirilmiş bir hayatın tecrübelerinden istifade ederek ilerliyebilmekti. Dünkü çocukluğumuzu bugün bulamıyoruz, dünkü zevklerimizle bugün alay ediyoruz. Şu halde fert olarak ve cemiyet olarak önüne geçilemeyen bir tekâmül (gelişim) kanununun zaruretlerine tâbiyiz. İşte bir terbiyeci olarak o, bu tekâmül hareketini müsbet bir mecraya (alana) sevketmek ve yarını inşada dünün bereketinden arta kalan tecrübeleri kullanmak istiyordu. Zira biliyordu ki duraklamanın neticesi ya bir geri adım veya büsbütün yıkılıştır…” YM.1983/s.110111
Ken’an Rifâî’nin ferdin şahsiyetinin gelişmesinde rol oynayarak, kitle menfaatinin korunmasına katkısı...
“…Devrinin anlayışını, irfan seviyesini olduğundan bir adım daha ileri götürmek, insanlığın yüzünü ferdî dert ve dâvalardan, menfaatlerden kurtararak kütle namına ve onun menfaatleri yolunda kullanmak, beşeriyeti (insanlığı) yek pare (tek parça) bir bütün ve ferdi bu bütünün yalnız sözde değil fiilde de bir parçası hâline getirmek ve ferdin gözünü gönlünü, elini, dilini küçük zaaf ve zevklerden kurtararak ona en güzel, en doğru, en iyi kemalin (olgunluğun), müteâlin (yücenin) hasret ve iştiyakını (özlemini) aşılamak istiyordu…” YM.1983/s.104
Ken’an Rifai’nin, mânevî eğitiminden nasiplenmek isteyen herkesi, din, dil, ırk, eğitim vs. farkı gözetmeksizin faydalandırışı hakkında ne söylenebilir?
“…Bugün memleletin dört bucağına dağılmış olan talebeleri her iyi ve güzel şeye olan meylini (eğilimini), mücahit (savaşçı) ve enerjik karakterini, kemale ermiş (olgunlaşmış) ahlâk ölçülerini beraberlerinde götürerek bu hakikatin şahitliğini yapıyorlar.
Talebeleri içinde Rum, Ermeni, Yahudi, Türk onu sevmeyen, bir minnet borcu taşımayan hemen kimse yoktur. Esasen onun için karşısındakinin dini, ırkı, milliyeti değil “talebesi” oluşu mühim olduğundan, mâlik (sâhip) bulunduğu kaynakları bu türlü şartlara tâbi tutmadan umumun menfaatine hâdim (kamunun yararına hizmet görür) kılıyordu…YM.1983/s. 102 103
…Bütün insanlardan bunu istiyordu. Cinsiyet, ırk, din, seviye, lisan farkı gözetmeden bütün insanları sevmek.. Onun nazarında bir kralla bir bahçıvanın, bir hizmetkârla bir hanımefendinin hakikaten farkı yoktu. Hepsini evvelâ insan oldukları için sever ve hürmet eder, insanlar arasındakı farkı servet, bilgi, cinsiyet ilh.. farklarına göre değil, insanî duyguları cihetiyle gözetirdi…” YM.1983/s. 149
İslâmiyet’in ilim ve amele (fiiliyata) verdiği önem şahsiyetin şekillenişine nasıl bir mânâ katmaktadır?
(Ögrencileri diyorki)
“...Her şeyden evvel şunu belirtmek lâzımdır ki İslâm dini muayyen ve hâkim bir fikir etrafında birçok doktirinleri toplamaya müsait pratik ve terkipçi bir karakter arzeder. İslâmiyetin imanla ameli birleştirmesi onu sırf metafizik (fizik ötesi) bir doktrin veya ahlâk felsefesi olmaktan kurtarmış, ferdin günlük hayatına ve hayatının her safhasına geçen sosyal bir vâkıa hâline getirmiştir. İşte dinin amel kısmı, bu iman doktrinini ferdin hayatına geçiren bir kanaldır ki Kenan Rifaî insan şahsiyetine şekil verme işinde teşkilâtın bu cephesinin bir metod olarak kullanılmasını lâzım ve hatta zarurî (zorunlu) görür…” YM.1983/s.141
Şahsiyetin doğru gelişiminde; ilim ve felsefeden hangi temel esasa dayanması halinde istifâde yoluna gidilmiştir? Ken’an Rifâî’nin bu konudaki görüşleri nasıl izah edilebilir?
“…muhtelif bahisleri gözden geçirdiğimiz zaman hepsinde nazarı dikkatimizi çeken müşterek bir mesele olduğunu tesbit ettik.
Onun din anlayışı, aşk ve iman esası üzerine kurulmuştur, diyoruz. Ahlâkını, aşk ahlâkı, diye vasıflandırıyoruz. Talim ve tedris (eğitim ve öğretim) işinde hemen en kuvvetli metod olarak aşk motifini kullandığını görüyoruz. İlim, felsefe gibi tefekkür (derin düşünce) mevzularını, insanları aşk ve sevgi esası etrafında birleştirecek huzurlu bir dünyaya götüren mutavassıtlar (aracılar) olarak ele aldığını biliyoruz…”YM.1983/s. 187
“Hakk’ı seven halka olan tavrıyla belli olur” ne demektir? Ken’an Rifâî konuyu nasıl izah eder?
“…esas olarak insan, halkın Hak’tan ayrı olmadığını bilmelidir. Bir kısım insanlar halkı zâhir (dışta), Hakkı bâtın (özle) görür. Bir kısım insanlar ise bu kanaatın aksine sahiptir. Üçüncü kısım ki saadet sahipleridir, bunlar, Hakka hitap etseler halka ve halka hitap etseler Hak’la muamele ettiklerini bilirler.
Hulâsa, havf u hüzünden âzâd (korku ve hüzünden kurtulmuş) olan insanlar Hakkı seven, yâni halka şevkat, merhamet, af, hilim (yumuşaklık) ve sabırla muamele eden ve bunun için de kimseyi incitmeyen ve kimseden incinmiyenlerdir… YM.1983/s.135136
…Bütün hikmetlerin başı Allah sevgisidir. Allah sevgisi ise Hakkın, şu âlem içre her biri bir türlü tecellisine mazhar (ortaya çıkış yeri) olan mahlûkatı (yaratılmışı) sevmekle mümkün olur…” YM.1983/s.139
Ken’an Rifâî’nin ilim ve ilimden istifâdeye yönelik görüşleri hakkında ne söylenebilir?
“…O, hiç bir çağında kaybetmediği fikir yumuşaklığı ile kâh söyleşen, kâh çekişen ilimle felsefenin sesine her zaman kulak kabartıyordu. Ancak, ilmin insanların insandan öte bir varlığa karşı olan iştiyak (özlem) ve ihtiyacını karşılayamayacağını hesaba katarak, dini, bir ahlâkî prensip, ilmi ise bu prensibi tekâmül ettirme (geliştirme) prensibi olarak bağdaştırmıştı. O, ne doğmatikler gibi değişmez bir doktrine demir atıp kalmış, ne radikaller gibi bir hâdiseyi görür görmez hakikatin tâ kendisi sanmak gafletine düşmüş, ancak dünyanın tekâmülü (gelişimi) için lâzım olan inşacı ve yaradıcı çalışmaya kıymet verdiğinden, ilmin mütereddit (kararsız), çekingen ağır temposunu dikkatle tâkip etmiştir. Kenan Rifaî “dün doğru dediklerimize bugün yanlış diyoruz. Yarın da bugünkü neticelerin yanlış ve eksiklerini anlayacağız, esasen tekâmül de bunu icabettirir” diyordu.
Yine diyordu ki: “Fizik âleminin mahiyetini artık XlX. asrın anlayışı ile ele almak fikri iflâs etmiştir. Bu asrın, en asîl ve ilim haysiyetine en yakışan hareketi künhünü (aslını, esâsını) anlayamadığı bu fizik kâinat karşısında aczini (zayıflığını) itiraf etmesidir.
Kenan Rifaî imanlı ilim adamını olduğu kadar Allahsız ilim adamını da dinlemek suretiyle her meselede rağbet ettiği mukayeseli görüş kapısını daima açık bırakmıştır.
O inanıyordu ki ilim kanunları çok iyi anlaşılmak şartiyle, kâinata, cemiyete veya ferde tatbik edilince ne imanı, ne de hürriyet hak ve mükellefiyetlerini bertaraf edemez (sorumluluklarını dışlayamaz). Bilâkis (tersine) ilim kanunları dinin en çok faydalanması lâzım gelen gerçeklerdir. Bunu Hazreti Muhammed de görmüş “ilim ibadetten efdaldir (üstündür) ve dinin nizamıdır (düzenidir),” dememiş midir? Esasen ilmî mesaide bugün ilmin hudutlarının nerelere kadar aşıldığı da malûmdur (bilinmektedir). Zira ilmin hudutları daimî bir değişme halindedir ve ilim nerede bitiyor, din nerede başlıyor, böyle bir mesele kestirilip atılamaz.
Kenan Rifaî şunu da çok iyi anlamıştı ki dinî vâkıalar (olaylar) da kendilerini anlatmak için ilme muhtaçtır.
Bu anlayış ve bilişle o da Hazretii Muhammed’in sözüne uyarak: “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, âhireti isteyen ilme sarılsın, hem dünyayı, hem âhireti isteyen yine ilme sarılsın” gerçeğini sık sık tekrarlıyordu…” YM.1983/s. 173
İlmin araç değil, amaç zannedilmesi hayal kırıklığını beraberinde getirmez mi?
(Ken’an Rifâî diyor ki:)
“…İlim demek kitapları yutmak demek değildir. İlimden maksat, insanlık ve irfandır… SOH.2000/s.620
…Meselâ bir ilim sâhibini alalım. Kütüphâneler dolusu kitaplar okumuştur. Gece demez gündüz demez çalışır seyâhatler yapar. Bu da bir aşk, bu da bir cünundur (coşkunluktur). Fakat bir raddeye gelecek, halden, tâkatten düşecek, gözleri görmeyecek, dizleri tutmayacak, bu hal onu kitaplarından o cünundan men edecek.
Halbuki bütün bu bilgileri öğrenmekten bu kitapları okumaktan maksat, kendini bilmek, Allâh’ını bulmak ve bu dünyâya geliş sebebini öğrenmektir. O hâsıl olmadı. Aşkın cünun kısmı da gitti ve elde avuçta bir şey kalmadı…” SOH.2000/s.157
Pozitivizm anlayışıyla ilim nasıl izah edilebilir?
“… Garplı ilim adamlarının telâkkîlerine (değerlendirmelerine) göre ilim, hâdiseleri tahlil (analiz) ve îzah etmekten ibârettir ki bu connaissance discursive, yâni nazarî (teorik) bilginin veya aklın, connaissance intutive yâni gönül bilgisi ile münâsebeti (ilgisi) yoktur. Belki aralarında ayrılık vardır. Bakınız îzah edeyim: Auguste Comte ile Littré birbirlerini tâkîben astronomi, fizik ve kimyâya, hâsılı maddenin bütün tezâhürlerine tatbik olunan bu usûlün, o ilimlerde mühim ilerlemeler meydana getirdiğini teslim etmemek haksızlık olur, diyorlar. Yalnız bu iki hakîm yine diyorlar ki: Biz yalnız gördüğümüz, işittiğimiz, duyduğumuz velhâsıl hislerimiz vâsıtasıyle bildiğimiz şeyleri kabul etmeliyiz. Bilinmesi mümkün olmayan şeyleri aramamalıyız. İşte pozitivizm denilen meslek budur.
Fakat ne yapalım ki hislerimizin bize bildirdiklerini tahlîle koyulunca mutlakã aldandığımızı görürüz…
…Elimizi ateşte yakıyoruz. Fakat yanma duygusu, yalnız dimâğımızda (beynimizde) vücûda geliyor. Su buharı gözle görülmüyor, geçiyor. Şuâlar (ışınlar) gözle görülmüyor. Hele güneş ışığının gözle görülmeyen ne mühim tarafları vardır. Demek oluyor ki tabîatın etrâfımızda cereyan eden hâdiseleri, görülmez kuvvetlerin tesîri (etkisi) altında vukûa (ortaya) gelmektedir. Velhâsıl hislerimiz, eşyânın hakîkati hakkında bizi aldatmaktadır. Bundan başka, duygularımız pek zayıf ve eksik olduğu için pek çok tabiî hâdiseler, bu hislerin bilgi ve tahkik (araştırma) dâiresinin dışında kalmaktadır…” SOH.2000/ s.444-445
Cehil nedir? Câhil kime denir?
“… Cehil nedir? Allah’tan başkasını sevmektir. Biz onlara câhil deriz, okuyup yazma bilmeyenlere değil. Birçok kimseler vardır ki, kütüphâneler devirmiş âlim derecelerine yükselmiştir de hakîkatten habersiz ve nasipsizdirler. Birçok ümmîler de vardır ki okuyup yazmak bilmedikleri halde hakîkati görmüş hakîkatle âşinâlık (yakınlık) kurmuşlardır, işte asıl âlim bizce bunlardır…” SOH. 2000/s.166
Tasavvufta ilim anlayışı zâhiri ilmi red eder mi? Ken’an Rifâî kendinden ve Hazreti Mevlânâ’dan örnek vererek konuyu nasıl izâh etmiştir?
“…maddî bilgiler ile mânevî bilgileri birleştirmek, birçok cihetten (yönden) faydalıdır. Çünkü ruh terbiye ve irşâdına memur olan hocaların, kendilerine mürâcaat eden tâlipleri (isteklileri), aklen de tatmin etmeleri lâzım gelir.
Gerçi zâhir ilmi olmayan bir mutasavvıfın (tasavvuf erbâbının) da mürîdi, talebesi bulunursa da maddî bilginin yardımıyle irşâdın (doğruyu göstermenin) daha tesirli olduğu âşikârdır (ortadadır). Onun için mânevî bilgisi kadar dünya ilimlerine de âşinâ olan Mevlânâ Hazretleri: “Karşıma fâzıllar (üstün, parlaklar), âlimler, âkiller (akıllılar) ve çok bilen iyi düşünen kimseler gelsinler de onlara güzel, ince ve garip şeyler arz edeyim, diye tahsiller ettim ve ilimde türlü zahmetler çektim” buyurur…” SOH.2000/s.444
Hekimler örneğiyle zâhiri ilimden bâtınî ilme geçişin izâhı...
“... vücut, âlemin bir eşidir ve insan, kâinâtın mânâsıdır...
…Mîdenin bağırsakların bir laboratuvar olan karaciğerin o kan deverânının ne hayrete şâyan (değer) vazîferi var.
Vücûdun fizyolojik hârikalarını herkesten iyi bilen kimseler hekimler, bu azamet karşısında: Aman yâ Rabbî ne büyüklük! diyecekleri yerde bir çokları biz doktoruz, Allâh’a inanmak, inşallah diyerek kudret ve kuvveti Hak’tan görmek bize yakışır mı? diyorlar. İşte bu da Allâh’ın bir azameti! Güneşi gördüğü halde güneş yoktur, diyor. Fakat gerçekten güneşi görüp ona inananlar, bu gururları içine hapsolmuş kimselere acıyarak gülüyorlar. Her şey zıddıyla bilinir, mefhûmunca (kavramınca), bunların inkârları da bir çoklarının îmanlarını takviye ediyor…SOH.2000/s.20
... Hekim, eceli geciktiremez. Ancak hastanın rahatlamasına yardım eder. Yâni bu işe âlet olur. Hekim de Allâh’ın ismine mazhardır (Allah’ın isminin zuhur yeridir). Zâhirden de bâtından da tecellî eden (görünende de, özde de olan) Allah olduğuna göre, ondan da Hakk’ın Şâfi (şifa verici) ismi tecellî eyler… SOH.2000/s.529
... Hiçbir anadan doğma kör veya kambur, hekimi çağırıp: Gözümü aç veya kamburumu düzelt! der mi? Dese bile, hekim tedâvîde âciz olduğunu söyler. Çünkü hekim, geçici hastalıkların tedâvîsine memurdur...” SOH.2000/s.494
İlmin mârifete dönüşebilmesi nasıl gerçekleşir?
“...insanın dünyâya geldiği vakitte aradığı nedir? İlimdir. O ilmi bilecek, ondan sonra hayıra kavuşacak ve hayıra kavuştuğu vakitte de onu icrâ edecektir. İşte o vakit ilim, ameli (fiili) meydana getirmiş olur.
Bunun için lâzım olan, evvelâ diyalektik (tartışma) mertebeleri geçmektir. Birinci mertebede rûhu; ayıplardan, fenâlıklardan temizlemek lâzım gelir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edilemedikçe hayıra kavuşulamaz...SOH.2000/s.364
…İlim ve mârifet. Bunların biri bilmek, diğeri işlemektir.
Bilmek, neyi bilmek? Yapmak neyi yapmak?
İşte, birincisi nefsini (egonu) ıslâh etmek; diğeri de, Allâh’a şükür edici olmak ve etraftan gelen hâdiseleri Allah’tan bilerek sabretmek, sefâdan cefâdan her ne gelirse buna râzı olup, Allâh’a teslîmi tâm ile teslim olmak ve her türlü işini Hakk’a ısmarlamaktır…” SOH.2000/s.393
Hikmetsiz ilim niçin olmaz? İlim ve amel hakkında ne söylenebilir?
“…Hikmetsiz ilim olmaz, çünkü bütün ilimlerin gayesi Allah’ı bilmektir. Amellerin gayesi ise hüsni ahlâktır (iyi ahlak), buna da insanı din ve iman götürür… YM.1983/s. 175
…Yalnız ilim kâfî değildir. Amel de lâzımdır. Hattâ bu yolda İmâmı Âzam Hazretleri iki benzetme yapar: Bir insan kan fesâdından bir çıban çıkarsa, bu çıbanın dıştan cerâhatleri ve kirleri temizlense onu meydana getiren hastalık bünyede olduğu müddetçe yara geçer mi?
Yine İmâmı Âzam’ın buyurduğu gibi, şiddetli sıtmaya tutulan bir kimseyi ellerinden ayaklarından sımsıkı tutsalar, hastanın titremesine mâni olabilirler mi? İllâ içten kesecek ilâç ister. İşte sıtmalının ellerini kollarını tutmak, yalnız oruç, namaz, zekât, hac gibi şerîatin dış yüzünde kalıp rûhu temizleyecek mânevî ilâçtan mahrum (uzak) olmaya benzer …SOH.2000/s.549
…Kendini bilmek, yokluğunu görmek ve Hakk’ı tevhîd eylemek ilmidir. İşte ilmin gãyesi budur. Tevhidden maksat da, her yapılan şeyi Allah’tan bilmektir.
Amele gelince,...
Amelden maksat istikãmettir. Yâni her yerde Hakk’ı görüp ona göre hareket eylemektir…” SOH. 2000/s.213
Şahsiyetin gelişiminde insânı kâmil niçin önemlidir?
Resûlullah Efendimiz:
“Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır” buyurmuşlardır. Bu hadîsi şerif konuyu nasıl açıklar?
“…Ben ilmin esâsıyım, Ali de onun kapısıdır. … Yâni bir kâmil insan ve bir mürşit bulmak ve onun vâsıtasıyle beni bulmak lâzım gelir, diye bizlere bu hakîkati işâret etmişlerdir.
Hazreti Ali, Allah aslanı olmak dolayısıyla, kendisine muhabbet ve hürmet eden, Resûlullâh’ı da hoşnut etmiş olur. Fakat ona muhabbet, yoluna gitmekle olur. Sevmenin şartı budur. Erenlerim ben Ali’yi severim! demekle olmaz. Dildeki dâvâya hüccet (delil) isterler. Ben Halep’te kırk arşın atlardım, demek para etmez. Atla... dedikleri vakit burada da atlamalı…
…İster hadis olsun, ister olmasın, hikmeti nerede bulsan alacaksın. Bizim maksadımız hikmet toplamaktır. Dâvâ senin nene lâzım? Her güzel söz, Resûlullah’ındır. İşte sana kat’î bir düstur. Amma bunu ister Rifaî , ister Ebû Bekir söylesin. Her güzel şey, hakîkat cihetiyle Resûlullâh’ındır. Dâvâ ile uğraşmamalı. Doğruya bakmalı ve alıp kabul etmeli! … SOH.2000/s.561
…Dünyâya gelmekten maksat, rûhu kemâle (olgunluğa) erdirmek, kâmil insanı bulmaktır. İlmi burada bulamadınsa Çin’e kadar gideceksin. Bu hususta mâzeret makbul değildir. Çünkü dünyâya gelmekten maksat budur. Benim evlâdım, âilem var, onlar ile meşgul olmam, onlar için çalışmam lâzımdır, da desen yine mâzeretin makbul olamaz. Evlâdın ve âilen olduğu için yemek yemiyor musun? Şu halde rûhunun gıdâsı için de çalışman, onu aç bırakmaman lâzım…” SOH. 2000/s.549
Cebrail aleyhisselâm ve Hz. Muhammed (s.a.v) arasındaki mîrãca çıkış vak’ası konu edilerek, akıl ve aşk hakkında ne söylenebilir? Herkesin kendi mîrâcını gerçekleştirmekte olduğunu düşünürsek, aşağıdaki açıklamadan aşk ve aklın konumuna ilişkin nasıl ipuçları çıkartabiliriz?
“…Meliha Hanımefendi: Cebrail Aleyhisselâm Sidre’de Resûlullâh’a; bir adım daha ileri gidersem yanarım demişti.
(Ken’an Rifâî:)
“Evet, çünkü Cebrâil’in mertebesi akıl mertebesidir. Akılla aşkın alâkası yoktur. Fakat akıl mertebesi de büyük mertebedir. Çünkü Cenâbı Hak teklîfî akla ediyor... SOH.2000/s.50
(Ve Ken’an Rifâî ilâve ediyor)
…Bergson da diyor ki: “Mutlak vücutla alış veriş etmiş olmak için aklı bir tarafa bırakmak gerek. Çünkü akıl, gönül mârifetini kavrayamaz…” SOH.2000/s.253
Sokrat’a göre gerçek anlamda akıl sâhibi nasıl olmalıdır?
“…İnsanlık demek akıl demektir. Fakat yemek, içmek, giymek ve yürümeye eren maaş aklı değil. İnsanlığını, dünyâya gelişinin ve gidişinin mânâsını bulan akıl demek. Hani, Sokrat’ın bir sözü vardır: Etrâfındakilere sorar: Âkil (akıllı) bir ruh mu, yoksa akılsız bir ruh mu istersiniz? Âkil ruh isteriz, derler. Tekrar sorar: O halde niçin aramıyorsunuz? O bizde var, ona mâlikiz (sâhibiz) de ondan… derler. Bu cevap ise Sokrat’ı şu serzenişe götürür: Peki öyle ise aranızda bu keşmekeşler, bu çekişmeler didişmeler nedir? …” SOH.2000/s.410
Ben bilirim, ben ahlâk sâhibiyim ilim sâhibiyim düşüncesine karşı tasavvufun getirdiği tevâzu (alçak gönüllülük) ve irfan anlayışı şahsiyetin gelişimine nasıl yansır? Örnekle açıklanabilir mi?
“… Lantern majikçinin (ilkel sinema makinesi elemanının) bir de maymunu varmış. Bir gün efendisinin sokağa çıkmış olmasından istifâde ederek misâfir dâvet etmiş. Çağırdığı kimseler de kendi seviyesinde ve horoz gibi, tavuk, kaz, hindi, kedi ve köpek gibi mahlûklar...
Maymunun işi gücü taklit olduğundan, efendisi gibi yüksek bir yere çıkarak seyircilere hitap etmeye başlıyor ve: Ey hâzirûn (Ey burada bulunanlar)! Şu karşıki perdeye bakınız. Size cenneti göstereceğim. Hazreti Âdem’i, Havvâ’yı, yılanı göstermeye başlıyorum. Bakın Hazreti Âdem cennette nasıl geziyor.
Ey misâfirlerim, şimdi de size cehennemi göstereceğim. Bakın ateşlere, topuzlara, zebânîlere... diye bir şeyler söylemekte devam ediyor.
Bu arada kaz, yanındaki tavuğa: Sen bir şey görüyor musun, tavuk kardeş? diye sorduğunda, tavuk hiçbir şey göremediğini söylüyor. Öyle ise kediye soralım, diyorlar ve ondan da menfî (olumsuz) cevap alınca, sıra ile hepsi birbirine soruyor. Nihâyet sıra hindiye geliyor. O: Bir şey görüyorum amma, iyice fark edemediğimin sebebini de bir türlü anlayamıyorum! diyor. Meğerse zavallı hindi, kendi kırmızı ibiğini görüyormuş.
Maymuna gelince, taklit olarak bütün söz ve hareketleri efendisinden almış. Yanlız noksan olan bir şey varsa, o da fenerin yakılıp içeri konmasını unutmuş olmasıdır. Ziyâ olmadığı için de o söylediği sûretler perdeye aksetmemiş ve tabiî ki hiçbir şey de görünmemiş.
Bu hikâyeden de anlaşıldığı üzere bir kimsenin sadrında irfânı Muhammedî olmadıkça, yalnız öteden beriden veya kitaplardan öğrendiği sözlerden ne kendisi istifâde eder, ne de başkalarına fayda verebilir... SOH.2000/s.484
…Ben ahlâk sâhibiyim, demekle cehil ve gaflet cehennemlerinden kurtulmak ve hakîkî cennet olan ezelî yakınlığa erip aslî fıtratını bulmak kãbil değildir.
Resûlullah Efendimiz şöyle buyurur: “Allah, aklı kendisine kulluk husûsunda kullanmak için vermiş. Yoksa rubûbiyet (Rab) sırlarını idrak etmek için değil…
Onun için, aklın varsa, benim hiçbir şeye ihtiyâcım yok demeyip, kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve rûhundan cehil ve gafleti silip, onu aslî temizliği ile meydana çıkarmaya bak!…” SOH.2000/s.474