KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
TECELLİ
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
TECELLİ

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Allah’ı görme kâbiliyetine sâhip olmak” sözü neyi anlatır?
“…Allah gizli değildir. Ondan başka bir şey yoktur ki gizli olsun. Her şey o, her gördüğün Hak... Gizlilik yok... Gizlilik sende, görmemezlik de sende... Eğer sana Allâh’ı göstermeyen vücûdunu, yâni mevhum (varsaydığım) varlığını ortadan kaldırırsan, Hakk’ın gizli olmadığını anlarsın…
... Allah, görünen herşeyle kendini göstermiş, gizlememiş ayan etmiştir (açıklamıştır). Fakat bunu herkes göremez. Zîra görmek için istîdat sâhibi değildir…
… İşte bundan da anlaşılıyor ki, istîdatlar ve kãbiliyetler ayrı ayrıdır. Fakat olur ki bu gün tekâmül etmemiş (olgunlaşamamış, gelişememiş) olan o istîdat ve kãbiliyet, bir müddet sonra kendini gösterir olur…” SOH.2000/s.394395

Tecellî  ve insan istîdâtı arasında nasıl bir bağ mevcuttur?
“…Tecellî, herkesin istîdat ve kãbiliyetine, yâni kabına göredir… bir bardağın üstünden deryâyı da geçirsen, istiâbı (kabı, kapasitesi) kadar alır ve dolunca da, hal diliyle; doldum, diyerek geri kalan akıp gider...
... Gerçi her kabın dolunca, doldum demesi tabiîdir. Fakat bir fincanın bir kazana nisbetle (oranla) doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.
İşte, bu alış ve istîdat sebebiyle, herkese kãbiliyetine göre tecellî, vâki olur…”                                SOH.2000/s..17

Aşkın istîdâta  göre tecellî etmesinin ortaya çıkardığı gerçek ne olabilir?
“…İnsanın hilkati (yaratılış) mazharı aşk (aşk sıfatını zuhur yeri) olmak içindir. Fakat aşk herkesin istidadına göre bir suretle (şekille) tecelli etmektedir. Kimisine güzel kadın ve erkekler, kimisine servet, şöhret, ilim, ilh... asıl erbabına ise Hakkın cemali cihetinden  tezahür etmektedir (ortaya çıkmaktadır) ki bu da pek enderdir…”     YM.1983/s. 412413
Tasavvufta “gönül” tâbirinin mânâsı, tecellî anlayışına nasıl bir değer katar?
“…Dün biri: “sensiz olursa gönlüm dahi ağyar (yabancı) bana” diye bir beyit okudu. Bir dereceye kadar güzel bir söz.. fakat daha derin düşünülürse mânasız. Zira içinde maşuk (sevgili) olmayan şeye gönül denmez. Gönül demek tecelligâh’ı ilâhî (ilâhi görünüşün mekânı) demektir. Ne vakit yâre tecelligâh olursa o vakit ona gönül derler. Bu sözden maksat kalb ise o herkeste, hayvanda da vardır. Sanovber şeklinde bir et parçasıdır. Binaenaleyh kalb demek gönül demek değildir…” YM.1983/s. 412

“İlâhî nûrun tecellîsi” sözüyle anlatılmak istenen nedir? Yakîn bulmaktan maksat nedir?
“…Dayalı döşeli bir salona girsen ve  bu salon karanlık olsa hiçbir şeyi göremezsin. Fakat elektrik düğmesine dokunup da ortalık aydınlanınca, olan biten görünür hâle gelir. İşte ilâhî nûrun tecellîsi demek, Hakk’ın görünmezlik âleminden görünürlük mertebesine tecellîsi demektir...   SOH.2000/s.599600
…En küçük zerreden bütün mevcûdâta kadar her şey Hakk’ın tecellîsine garkolmuştur. Bir kãtil bile bâğî yâni âsî (isyânkar) şeklinde görünen sâdık bir dosttur. Hak’tan ayan (başka var olan) nesne yok, gözsüzlere pinhan (gizli) imiş.
Hazreti Ali Kerremallâhü vecheh buyuruyor ki: “Yâ Resûlallah, Mekke’den Sahrâ’ya çıktığım vakit hiçbir taş ve ağaç görmedim ki bana selâm vermesin.” Cansız dediğimiz eşyâ ve hayvanlar, riyâzatta bulunan kimselere hitap eder, söz söylerler. Mevcûdattan hiçbir zerre yoktur ki Hakk’ın nûruna mazhar olmasın. Bunu hal edebilmek ve bütün mevcûdatta bu varlığı seyredebilmek ne büyük zevktir. İşte o vakit âlem içinde âlem görür ve ancak o vakit tevhîdi görüp yaşayarak îfâ etmiş olursun ki yakînden maksat da budur…” SOH.2000/s.236237

Cenâbı Hakk’ın tecellîsi örnek yardımıyla nasıl izah edilmiştir?
“…Bir dereye veya denize akseden (yansıyan), gökteki yıldızların ve ayın kendi midir? Hayır, aksidir. Elma ağacının suya akseden gölgesini tutabilir misin? Bunlardan maksat, Hakk’ın isim ve sıfatlarının bu dünyâda tecellîsidir. Bunlarda devam ve bekã yoktur.
Meselâ güzel bir şey yâhut güzel bir kimsede gördüğün o güzellikler hep Hakk’ın süsleyişi, ziynetleyip giydirişleridir. Eğer Allah o füsûnu etmese (o tılsım vermese), ne haddine senin ona âşık olabilmen! Ama yine Allah sana acır ve lutfeder de o aksin içinden kendini gösterip: O hayaldir, hakîkat benim! derse işte bu, Hakk’ın sana kudûm (ayak basma) ve teşrîfi (şereflendirişi), gönül hânene ayak basmasıdır, seni ağırlaması ve ikram etmesidir. Nasıl ki Mecnun: Leylâ, Leylâ! diye sahrâlara düşüp de nihâyet karşısına Leylâ çıkarak: İşte bak ben geldim! dediği zaman; Sen hangi Leylâ’dan bahsediyorsun? Benim bütün vücûdum Leylâ kesildi, demişti.
İşte gönül ehli de bir yâr bir sevgili ister ki onunla izzet ve şeref bulsun. Bir gören, bir söyleyen, bir dildar (sevgili) ister. Yâni bir âşinâ ister.
Mânâda âşinâlık demek, kalplerde, rûhlarda, akıllarda benzerlik, yakınlık ve uygunluk demektir…”             SOH.2000/s.285

 

Tecellînin sözlük anlamından (görünme, zâhîr olma, zuhur; Allah’ın kudret ve sırrı eserinin kişilerde ve eşyâda görünmesi hâlinden) hareketle,  tasavvufta kaç türlü tecellîden söz edebiliriz?
Ken’an Rifâî konuya nasıl izah getirmiştir?  

a) Ef’âl tecellîyâtı;
“… Sâlik (mânevî eğitim yoluna giren) sülûkünde (yolculuğunda) ve murâkabesinde (kendiyle hesaplaşmasında) ilerledikçe, kendisinden zuhur eden hareket ve fiillerin Cenâbı Hak’tan olduğunu ve kendisinin âdeta bir ağaç mesâbesinde bulunduğunu, kezâ bilcümle (bütün)  mevcûdâtın hareket ve fiilerinin de Cenâbı Hak’tan olduğunu bütün mevcûdâtın dahi bir ağaç mesâbesinde (konumunda) bulunduğunu müşâhede eder (gözler)…                          

b) Sıfat tecellîyâtı;
…Sãlik , sülûkünde  ve murâkabesinde  ilerledikçe, kendisinin bir ayna olduğunu ve bilcümle mevcûdatın da kezâ bir ayna olup onlardan görünen sıfâtın Cenâbı Hak’tan olduğunu ve fakat görünenin rengine ve kãbiliyetine göre zuhur ettiğini anlar, meselâ müstesnâ (seçkin) bir güzelin etrâfındaki cilâlı, paslı, kırık, siyah, beyaz, yeşil aynalar, onu kendi kãbiliyetlerine göre aksettirirler. Kezâ, suyun konduğu kabın rengini alması gibi, tecellî de tıpkı kırmızı, yeşil bardaklara konmuş su gibi, rengârenk ve çeşit çeşit belirir.
Demek oluyor ki aslî hakîkat birdir, tektir ve fakat mazharların yâni sûretlerin (şekillerin) kãbiliyet, istîdat, şekil ve rengine göre çok ve çeşitli olur...

c) Esmâ tecellîyâtı;
…Sâlik  sülûkünde  ve murâkabesinde bir feyze erişir ki kendinden zuhur eden kelâm, zikir, fikir vesâirenin Hak’tan zuhur ettiğini ve kendisinin sâdece bir tercüman olduğunu, sâir  mahlûklardan (başka yaratılmışlardan) ve herşeyden zuhur eden sesin de Cenâbı Hak’tan olduğunu ve bunların cümlesinin bir tercümandan başka bir şey olmadıklarını müşâhede eder.
Bir sâlik bu ef’âl, sıfât ve esmâ tecellîsine mazhar olduktan sonradır ki zât tecellisine vâsıl olur…      SOH.2000/s.439

d) Zat tecellîsi;
Ef’al, esmâ ve sıfat tecellîlerinin  zat tecellîsine ulaşmadaki rolü;
…Bütün mevcûdat, Hakk’ın pertevine (nûruna) mazhar (zuhur yeri) olmak îtibâriyle, her şeyde bir güzellik mevcuttur. Ef’âlde, esmâda, sıfatta, zatta güzellik var. Fakat zatta olan güzellik hepsini câmîdir (toplayıcıdır). Farazâ bir kimse ehlullahtan birinin tutumunu, tavır ve hareketlerini görerek meftun (hayran) olup ona âşık oluyor. Bir başkası sözlerini işitiyor, okuyor, ona hayran oluyor. Kimi ise sâdece, ismine âşık oluyor. Ama bir diğeri, doğrudan doğruya o ulunun kendisine, zâtına âşık oluyor, ki bunun içinde tavır, harekât, söz, ses, isim hepsi dâhil... yâni hem esmâ, hem sıfat, hem efâl hepsi mevcut… çünkü zattaki güzellik bütün güzellikleri câmidir…      SOH.2000/s.74
…Allâh’ın isimleri, sıfatları ve zâtı vardır. Bütün mükevvenat (yaratılmışlar), Allâh’ın isimleri ve sıfatlarıdır. Ancak bunu görmek her kişinin kârı değildir. Zât ise ancak kâmilin kalbindedir. Zâtı kalbinde bulmak için isim ve sıfattan geçmek lâzımdır. “Pâdişâh konmaz sarâya, hâne mâmûr (güzel, bakımlı) olmadan...
... Güç olan isim ve sıfatı bulmak değil, zâtı bulmaktır… SOH.2000/s.481
…Bir kimseye zât tecellîsi olsa, o kimsenin zât ve sıfâtını tamâmiyle ifnâ (tüketir) ve yok eyler. Bu mertebede gören ve görülen, kendisinden başkası olmaz.
Sıfât tecellîsi ise, o kimsenin zâtını ifnâ etmez (bitirmez). Ancak Hakk’ın sıfâtı onda zuhur eder. Meselâ peygamberlerden Hazreti Îsâ’ya hâlikiyyet (yaratıcılık) sıfatı ile tecellî etti. Topraktan kuş yarattı. Muhyî yâni hayat verici, Şâfî yâni şifâ verici isimleriyle tecellî edince de ölüleri diriltti, hastaları iyi etti…
…Cenâbı Hak, her lahza (an), kullarının kalplerine birer türlü zuhur ve bir çeşit tecellî ile tecellî kılmaktadır…”  SOH.2000/s.580581

Hakk’ın isimleri ile sıfat tecellîsi arasında nasıl bir bağ mevcuttur?
“…Hakk’ın isimlerinden maksat, sâde sözde kalmış isim demek değil, Cenâbı Hakk’ın bir sıfatı ile zuhûru demektir. Alîm demek, müsemmâsiyle yâni isimlendirdiği şeyle berâber Alîm (bilen) ismi demektir ki, buna, ismin, bir nevî kalıba girmesi denebilir.
Bütün varlık âlemi, Hakk’ın küllî veyâhut cüz’î isimlerinden bir veya birkaçına mâliktir (sâhiptir). Meselâ mü’min kimse, Hâdî yâni hidâyet edici  (doğruya götüren) ismine mazhardır. Melekler, Hakk’ı tesbih edici isimlere mazhardır. Şeytan ise, kibredici, dalâlet verici isimlere mazhardır. Kâmil insan ise cümle isimleri kendinde toplamıştır. Herkesin o âyânı sâbitede (şekle bürünmeden önceki âlemde) olan ismi ona rabdır, yâni terbiyecidir. O kimse de bu ismin terbiyesi ve hükmü altındadır. İşte bu isim ona:
Çend rûzî her kücâ hâhî
Bâz keşt âhar kâret menem
Birkaç gün istediğin yerde gez, dolaş, sonunda geleceğin yer benim! der…”                                               SOH.2000/s.275

Tecellînin âşikâr olması nasıl bir hâlin varlığını zorunlu kılar?
“…Cenâbı Hakk’ın birliğine yol bulalım. Tâ ki Hakk’ın hakîkat ve sırları içeri aksetsin (yansısın). Kalp ayna gibidir. Bu ayna ne kadar temiz ve tozsuz olursa o ölçüde cemâli (güzelliği) gösterir. Öyle kalpler vardır ki her hakîkat buraya akseder…  SOH.2000/s.625
…Hak, istediği vücuttan tecellî eder. Onun için iş sarıkta, kavukta değildir. Binâenaleyh Hakk’ın zuhûru kılık kıyâfete bağlı değildir…”SOH.2000/218

Hz. Âdem’e secde ve tecellî hâdisesi örnek yardımıyla nasıl izah edilmiştir?
“…Cenâbı Hak, neden melekleri Âdem’e secde ettirdi? Âdem, Allah mı idi? Hâşâ! Fakat topraktan yaratılmış Âdem’e melekler secde ettiler. Çünkü Allah ondan tecellî etmiş idi.
Melekler, birinci secdeyi Hakk’ın emrine itâatten ettiler. Lâkin başlarını kaldırıp secde ettikleri Âdem’de Allâh’ın tecellîsini görünce tekrar bir secde daha ettiler. Birincisi mütâbaat yâni Hakk’ın emrine tâbi oluş, ikincisi tahkik ve şuhut ile yâni görerek ve bilerek yapılan secde idi…   SOH.2000/s.528

…Âdem cennetten çıkarıldıktan sonra Cebrâil’e şöyle der: “Ey Cebrâil! siz daha dün bana secdeler, tâzimler ediyordunuz (saygı gösteriyordunuz). Şimdi neden baş çektiniz? Neden beni cennetten kovuyorsunuz? Bu hal ne, o hal ne?” Cebrâil de der ki: “O secde ve tâzim (saygı), senden zuhur eden ilâhî tecellîye idi. Bu da senin kendi beşeriyetinin îcap ettirdiği şeydir.”
Genç ve güzel bir kızın etrâfında nice dolaşıp sevenler ve nice îlânı aşk edenler bulunur. Fakat aradan yirmi otuz  sene geçip de o kız bir fertûtı sadsâle yâni kocakarı hâline gelince, bu âşıkların hepsi ondan kaçarlar. Kimse dönüp yüzüne bakmaz. İşte o da, Âdem’in, Cebrâil’e hitâbı gibi onlara sorar: Bir zamanlar bana secde eder, etrâfımda pervâneler gibi dönerdiniz. Şimdi ne oldu, neden benden kaçıyorsunuz? der. Bunlar da ona cevap verir: O vakit sana gösterdiğimiz muhabbet ve secde sende gördüğümüz ilâhî pertevin (parlaklığın)  nûruna ve aksine (yansımasına) idi…” SOH.2000/s.64

Filozofların düşüncelerine göre, zat tecellîsi nasıl açıklanır? Ken’an Rifâî’nin bu konudaki görüşü ne yönde olmuştur?
“… Beşer (insan), ne eski filozofların dediği gibi Allah’tır, ne de yenilerin dediği gibi sur homme yâni insan üstüdür. Beşer Allah olamaz. Bak ne diyoruz.
Ey mazharı mürşitte tecellî eden Allah!
Fakat o kimsenin vücûdunu ilâhî tecelliyat yakmış, yâni kalıbını, cismini, benliğini kendinde fânî (yok) etmişse, o vakit beşer Hak’la bâkî (kalıcı) olmuş, ondan Hak tecellî etmiştir. Güneşin zuhûrunda idâre kandili hükümsüz kalır.
(Öğrenci soruyor:)
“Peki efendim, bu dâimî tecellî o zâtın cismine zarar vermez mi? Yâni bu tecellî ile yanıp harap olmaz mı?”

 O kimse bu tecellîden esâsen yanmıştır da ondan sonra o hâle mazhar olmuştur. Artık onun yanacak yeri olur mu? Gerçi o zâtın ortada bir bedeni vardır, fakat varlığından eser kalmamıştır...” SOH.2000/s.23

Zat tecellîsi demir örneğiyle nasıl açıklanmıştır?
“…Mesnevîi Şerif’ten şu parça okundu: Altın veya demir, ateşe girip kızsalar, hal diliyle: Ben oyum, yâni ateşim! derler.
“Evet, bir demiri ateşin içine sokup kızdırdığın vakit onun ateş olduğundan şüphen varsa, koy elini üstüne, bak ateş midir, yoksa demir mi? Kezâlik, Allah’la bâkî (var) olmak mertebesindeki kimselerden de (Enelhak/ben Allah’ım) gibi sözler  sudur ettiği (ortaya geldiği) vakit o sözü söyleyen kendileri değil, Hak’tır. Bu sözleri söyleyenin kendileri olmadığını ve onlarda Hakk’ın istîlâsını görmek istiyorsan ateşten kızarmış demire bak ki, onda da mevhum (varsandığın) bir vücut yâni demirlik olduğu halde, yakmakta, ateşten hiç farkı var mıdır? Onun kendisi, ben ateşim, demiyor,  ateş kendini o vücuttan îlân ediyor…”SOH.2000/s. 68

Zat tecellîsinde; zâtın kendi benliğinden arınmışlığı ve Allah’ın mânâsıyla mânâ kazanışı, elektirik örneğiyle nasıl açıklanmıştır?
Bedenimiz, insanlığımız niçin kıymetlidir? Bedenimiz elektrik örneğindeki kabloya benzetilebilinir mi?
“…Öğle vakti elektrik düğmesini çevirerek:
“Bakınız, şimdi şu lâmbanın bir fâidesi oluyor mu? Çünkü güneş onu fânî (yok) etmiş. Fakat aynı zamanda bu lâmbanın şavkı (ışığı), bu şavkın mevcûdiyeti de inkâr olunabilir mi?  Mevcut, lâkin güneşin zuhûru, varlığını kaplayıp yok eylemiş!… SOH.2000/s.56

 …Bakınız bir “kün” yani “ol” demekle neler oluyor? Ve şu emrimize tâbi olan kuvvet, bir yıldırımdır. Öldürücü, yakıcı bir kuvvettir. Ama onu bir kablodan geçirip tehlikesini bertaraf ettikten (etkisiz hâle getirdikten) sonra bir emir ile ne işler gördürüyor, bir tel parçasiyle nasıl etrâfımızı aydınlatıyoruz…” SOH. 2000/s.210-211

Zat tecellîsinin yokluk (hiçlik) inancı baz alınarak izahı nasıl yapılmıştır?
“…İnsan, tamâmiyle kendi nefsinden, benliğinden uzaklaştığı vakit onda hâkim olan Hak’tır. İster üç, ister  bir saat olsun, ister on dakîka,  ister bir dakîka olsun, bu hal hâsıl oldu mu, o esnâda ondan, Hak tecellî eyler, kãim olur (var olur) ve bütün âlem ona tâbi olur. Çünkü nefsi aradan çıkmış, kendiliği kalmamış, yalnız Hak kalmıştır. Meselâ o sırada denizi yürüyerek geçmek istese geçebilir. Gayb ricâlini görmek istese, hepsi gözüne âşikâr olur. Hâsılı bütün âlem kendisine boyun eğer. Nasıl ki Mecnûn’un başına kuşlar yuva yapar, bütün ormandaki hayvanlar, arslanlar, kaplanlar etrâfına toplanır, onunla ünsiyet eder (yakınlık kurar) arkadaşlık ederlerdi. Zîra onda beşeriyet kokusu kalmamış, varlığı silinmişti…”SOH.2000/s.194-195

Niçin Zat tecellîsi ancak kâmil insandan zuhur eder?
“… Yalnız kâmil insanın mazharında yâni varlığında zuhur eden Hakk’ın tecellîsidir. Bir dere kenarında bulunan elma ağacının aksi suda görünürse de bu suyun içinden elma toplayıp yiyemezsin. Ama kâmil insanın vücûdu suyunda elma ağacının kendi biter ve Hakk’ın vasıfları ve Hakk’ın âyetleri onun içinden zuhur eder…” SOH.2000/s.262-263

Zat tecellîsi, Peygamber Efendimiz’de kendisini nasıl âşikâr etmiş olabilir?
Bir örnek verilebilir mi?
“… “Ben gizli bir hazîneydim, istedim ki bilineyim.” (Hadîsi kudsî) …”  SOH.2000/s.511

Daha önceki konumuzda da değindiğimiz gibi, Allah bilinmesi arzu ettiği kadarını Hz. Muhammed’de tecellî ettirmiştir. Hazreti Muhammed Allah’ın bildirmeyi arzu ettiği hakîkatini en iyi, en doğru yansıtan aynadır. Mürşit’te Hz. Muhammed’in nurundan yansıyanı aksettiren, en doğru aynadır. Bu gerçeği bir kez daha hatırladıktan sonra,  mürşitte  Peygamberimizi, Peygamberimizde Cenâbı Hakk’ın tecellîsini bulmak hakkında ne söyleyebiliriz?
“…Ulu Peygamberimiz Efendimiz’in rûhu, her şeyden evvel halk olunduğu (yaratıldığı) ve: “Sen olmasaydın ey Habîbim ben bu kâinâtı halketmezdim,” buyurulduğu için, hâşâ ona üstün gelecek kimse yoktur. Bu anlaşıldıktan sonra, Resûlullâh’ın ikinci cephesine gelelim: Bir gül fidanı her nerede biterse o hep güldür. Binâenaleyh Peygamberimizin o güzel gül ağacından olan bir mânâ gülünün fidanı da herhangi bir yerde biter ve herhangi zamanda zuhur ederse, elbet o gül de aynı güldür. Kokusu da şüphesiz o mânevî gülün kokusudur. Her ne kadar yerde ayrılık olsa da o ilim ve zevkte ayrılık olmaz. Bunun için Muhiddîn Arabî Hazretleri de Resûlullah’ın vekîli ve halîfesi olmak ve elvekîl ke’l asîl mânâsı gereğince, vekîlin de asil mertebesinde bulunması  sûretiyle Muhiddîn Arabî’den de Peygamberimizin zevken ve ilmen tecellîsi yadırganamaz. Hazreti Mevlânâ da aynı mânâya işâretle: “Maşrıktan (doğudan) doğan güneş şâyet mağripten (batıdan) de doğacak olsa yine aynı güneştir, buyurur…       SOH.2000/s.469

… Kâmil insan, insanlığın kemal mertebesini (olgunluk konumunu) ve Hakk’ın halîfesi derecesini bulmuş kimsedir. Yoksa her kemal iddiâsında bulunan kimse değil…”SOH.2000/s.496

Kur’ânı Kerîm’de peygamberlerin arasında fark olmadığı söylendiği hâlde, Hazreti Muhammed’in hepsinden üstün olmasının sebebi nedir?
İnsânı kâmiller de, âşıklar da farklı  farklı yollarda görünseler de mânâları îtibâriyle bir midirler?
“…Tecellîi tâm Resûlullâh’a oldu. Güneşe bak… öğle vaktindeki tecellîsi başka hallerinde var mı?...
…Baksanıza çocuklar, ay doğuyor. İşte, şu ilk görünen parçacık, Âdem. Biraz daha yükselince Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ, nihâyet bedir hâli, zuhûrı Muhammed gibidir.
Şimdi bunların nur cihetiyle, yâni ay olmaları îtibâriyle asılları hep birdir. Aralarında fark yoktur. Lâkin ayın henüz doğarken neşrettiği (yaydığı) hafif ve zayıf ziyâ ile bedir hâlindeki şavkı (ışığı) bir midir? …  SOH.2000/s.10-11
…Allah diyor ki, resûller arasında nur cihetiyle fark yoktur. Fark, sâdece fazîlet ve meziyet bakımlarındandır.
Âşıklar da hep âşıktır, birdir. Yalnız aralarında fazîlet  ve meziyet îtibâriyle fark bulunur. Meselâ, kiminin sözü, kiminin kalemi, kiminin sazı vardır. Ama esas îtibâriyle hepsi de aynı nurdandır ve sevdikleri aynı mâşûkun (sevgilinin) güzelliğidir…” SOH.2000/s.10

Vahiy kâtibinin başına gelenler tecellîyi kendinden bilmek konusunda nasıl bir îkâzı da berâberinde getirmektedir? Mükâşefe ile ne kastedilir?

“…Mükâşefe, bir kâmil mürşide el veren dervişin, iptidâî hâlinde (başlangıç dönemlerinde) olur ki, mürşidin kalbi feyzinden, sâlikinin  (mânevi eğitim yolu öğrencilerinin) kalbine ilham olunan feyzdir. Hattâ Zamânı Saâdet’te (Peygamberimizin yaşadığı dönemde) Resûlullah Efendimiz’in vahiy kitâbetine kadar çıkmış Abdullah ibni Serh ismindeki adam, gelen vahyi yazarken bilmedi ki kendi kalbine akseden (yansıyan) Efendimiz’in nûru idi. Fakat bunu bilmedi ve dergâhı ilâhîden kovuldu, ölünceye kadar da tövbe nasip olmadı. Öyle ki Efendimiz İbni Serh’e Âdem’in teşekkülünü (oluşumunu) îzah eden âyeti söyleyip sükût (sessizlik) buyurdukları sırada İbni Serh: “Fetebârek’Allâhü ahsenü’lhâlikîn (Mü’minûn sûresi, 14.âyet)…” dedi. Efendimiz de âyettir, yaz! buyurunca vahiy kâtibi bu feyzin (ilhâmın) Resûlullah’tan kendisine aksetmiş olduğunu bilmeyerek: Bana da vahyoluyor, dedi ve işte bu sûretle (şekilde) tardedildi (kovuldu). 
Büyüklere ne kadar yaklaşılırsa, korku da o nisbette artar…” SOH.2000/s.538

Esmâ, sıfat, ef’âl ve zât tecellîleri arasındaki farklılık örnekler yardımıyla bir kez daha açıklanabilir mi?
“… Semîha Hanım:
Efendim, zâtın birine günde kırk kere tecellî olurmuş. Fakat bu zat, Bâyezîdi Bistâmî Hazretleri’nin huzûruna gidince, ondaki tecellîye tahammül edemeyerek (dayanamayarak) düşmüş ölmüş.
Bu hâlin hikmeti Hazreti Pîr’den sorulduğu zaman: O zâta olan tecellî, esmâ ve sıfat tecellîsi idi. Bu ise zât tecellisidir. Onun için zât sıfatı yaktı, buyurmuş.
Hazreti Mûsâ’ya da ağaçtan tecellî eden sıfat nûru değil mi idi?

 “Elbet... Mûsâ ağaçta ateşi gördü ve bir ses: Ben senin Rabbinim! dedi. Allah ateş midir? Mûsâ, sıfat nûrunu gördü, zâtı göremedi. Nasıl ki sonradan: Yâ Rabbî bana kendini göster! diye münâcaatta bulundu (yalvardı). O zaman Cenâbı Hak: “Len terânî! Beni göremezsin... Tûr’a bak, tecellî ânında o yerinde kalabilirse, sen de beni görürsün,” dedi ve Hak tecellî edince Tur Dağı parça parça oldu. “Harre Mûsâ saika”(A’raf sûresi, 143. âyet) … Mûsâ düştü, bayıldı.
İşte Hazreti Mûsâ o tecellîyi dağda bile görmeye tahammül edemedi. Buradaki nükteye (inceliğe) dikkat edin: Bana kendini göster! demek ikiliktir yâni tâlip (talep eden) ve matlûbu (talep edileni) ayrı ayrı görmektir. Şu halde, sen kendinle oldukça beni görebilmen nasıl mümkün olur? Bu vücut gözüyle Hak görülebilir mi? O ancak kendi nûruyla görülür. Onu gören yine kendidir. Nasıl ki Hazreti Mevlânâ: “Ben sana Yâ Rab! diye hitap ediyorum, Hallbuki hitap uzakta olan içindir. Sen ise bana şah damarımdan daha yakınsın, kendimdesin!” buyuruyor.
Hazreti Mûsâ, Hak huzûruna varmak için otuz gün riyâzat ve mücâhede ile meşgul oldu. On günde esmâ, on günde sıfat ve on günde de ef’âlini mahvetti. Fakat Tûr’a, Hak’la konuşmaya gideceği vakit ağzının kokmaması için dişlerini misvakla oğdu. O vakit Cenâbı Hak: Ağzındaki açlıktan doğan o koku, bana miskten daha güzeldir, buyurdu ve Mûsâ’ya, zâtını ifnâ edememiş olduğu için (kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok edemediği, kendinde varlık gördüğü için), daha on gün mücâhede verildi.
İşte, günde kırk kere tecellîye mazhar olan kimsenin de, esmâ ve sıfat mertebesinde olduğu için zât tecellisine dayanamayacağı tabiîdir.
Sen kendini Hakk’ın varlığında fânî etmedikçe, ben ve sen ayrı oldukça Hakk’ı nasıl görürsün? Hiç iğne deliğinden ucu çatallı iplik geçer mi?

Adamcağızın biri şeyhinin kapısını çalmış. İçeriden şeyhi: Kim o? diye seslenmiş. Mürit; Benim! diye cevap verince: Uğurlar olsun... burada iki “ben”e yer yok! demiş. Derviş, seneler süren çabalamalardan ve dünyânın türlü mihnet ve meşakkatine mâruz kaldıktan sonra yine dönüp aynı kapıya gelmiş. Yine içeriden: Kim o? diye ses gelince hemen: Sen! diye cevap vermiş, o vakit: Gel içeri ey ben! cevâbıyle kapı açılmış.
Hazreti Muhiddîn: “Rabbimi Rabbimle gördüm. Dedi ki: Kimsin! Dedim ki, senim!”buyurur.


Onun için sâlik de vücûdunu mâşûkunun vücûdunda mahvetmedikçe (mânevi eğitim yoluna giren, kendi benliğiniden sevdiğinin (Allah’ın) arzuları doğrultusunda vazgeçmedikçe, sevdiğinin isteklerine uygun yeniden şekillenmedikçe ve bu şekillenmenin sonucunda sevdiğini, kendi kalıbı içinde yansıtmadıkça) zât tecellîsine mazhar olamaz. İkilik ancak bu birlikten sonra ortadan kalkar…” SOH.2000/s.203