KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
TARİK / TARİKAT
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
TARİK / TARİKAT

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Tarikat Kavramının Doğuşu Hakkında Genel Bilgi

Yol ne demektir? Yola çıkmakla ne kastedilmektedir?
“…Yol gönüldür. Gitmek, kendiliksiz kendine gitmektir, bilmek ve bulmaktır. Evvelâ kendinden çıkacak, sonra kendiliksiz kendine döneceksin. Yâni kendi hakîkatini bilecek ve nihâyet kendi hakîkatini açıkça görüp bulacak ve kayıtsız şartsız, ikiliksiz tevhîde kavuşacaksın …” SOH.2000/s.381

Tasavvufta kaç türlü yolculuk vardır?
“… Bu âlemde üç türlü yolculuk vardır. Birincisi dünya yolculuğu. Yâni sermâyesi dünyâya âit şeyler ki bu yolun yolcularının sonunda hiçbir kazançları olmaz elleri boş kalır. İkincisi, âhiret yolculuğu ki, sermâyesi ibâdetler ile tâatler (Tanrı buyruklarına uymak) ile meşgul olmaktır. Bunların da kazancı cennettir.  Üçüncüsü Allah yolculuğudur ki bunun da sermâyesi mârifettir ve kazançları Allâh’ın likâsı’dır (yürüyüşe gelip, kucaklayışıdır), cemâlidir (lutfu, güzelliğidir)…” SOH.2000/ s.430

Yolculuk fikrinden hareketle Ken’an Rîfâî tarîkat anlayışı nasıl izah edilmiştir?
“… Tarîkat, kendinden sefer edip, kendiliksiz kendine gelmek demektir. Orada cemal (Allah’ın güzelliği, lutfu) ile müşerref olmak (şereflenmek) ve o sûretle kendi âyânı sâbitesini (varlıkların yaratılmadan önce Allah tarafından tesbit edilmiş sûretlerini) cânânın (sevgilinin) aynasında seyretmek, yâni kendini silip kayıtsız şartsız ona ulaşmaktır…SOH.2000/s.405


…Tarîkat, tevhîd ilmini (Birleyerek, her şeyde kaynağın Cenâbı Hak olduğunu bilerek, yapanın yaptıranın, Allah olduğu bilinciyle yaşamayı)  öğrenmek için kurulmuş bir cemiyettir. SOH.2000/s.220
…Tarîkattan maksat, nefsin ıslâhıdır…SOH.2000/s.557
…tarîkatlar güzel ahlâk ile Allâh’a kulluk eden kimseleri yetiştiren ocaklardır…” SOH.2000/s. 648

Tasavvufa temel teşkil eden “yokluk” fikriyle ne kastedilmektedir? Tarîkatların eğitim ocağı olarak nitelendirilişinden hareketle yokluk fikri nasıl açıklanmıştır?
“…Kulun hatâ işlememesi kãbil (olası) değildir. Mücevheri yontarak nasıl pırlanta hâline getiriyorlarsa, mürşitler (Hak yolunun öğreticileri) de o pürüzleri, mânevî illetleri tedâvîye, düzeltmeye memurdurlar. Hekimler hastalıkları nasıl tedâvî ediyorlarsa, ruh tabîbi olan mürşitler de mânevî illetleri öylece şifâlandırırlar. Lâkin söz dinlemek şarttır.
Mektebe gittiğim vakit hiçbir şey bilmiyordum. Hocamın sözünü dinlemek, cümle arzûlarımı hocamın arzûsunda fânî (yok) etmekle birçok şeyler öğrendim. Meselâ: Benim arzum sabahleyin geç kalkmaktı; hocamın emri üzere erken kalktım. Benim arzum bütün gün oyun oynamaktı, oyunlarımı terkedip, mektebe devam ettim. Yâni kendi istek ve heveslerimden geçip, hocamın çizdiği yolda yürümek sûretiyle talebelik hayâtımı düzenlemiş oldum.
İrfan mektebi olan tarîkat de böyledir. Muvaffak olabilmek için, kendisine gösterilen yolda yürümek lâzımdır…” SOH.2000/s.627

Ahlâkî kânunlar doğru ve dürüst bir insan olmak için yeterli değil midir? Bu anlamda tasavvufun ve tarîkat anlayışının getirdiği farklılık ne olabilir?
İnsânı Kâmil’den (olgun insandan) nasiplenmeye çalışmak niçin bir ihtiyaçtır?
“…Hiçbir ahlâkî kãnun mâneviyâtın sağladığı ruh ve kalp birliğini tam olarak temin edemez. Bu husus, tarîkat ile gerçekleştirilmiştir. Tarîkatin mânevî ciheti (yönü) ruhları ıslâh (terbiye) ve kemâle (olgunluğa) sevketmek ve onlara insanlığı buldurmaktır. Maddî cihet ise insanları biribirlerine yardım edecek, arka olacak kardeşler hâline getirmesidir. Suya atılan taşın hâsıl ettiği halka nasıl genişler ise onlar da gide gide yardım ellerini cümle âleme uzatır olurlar…
…Hiçbir şey üstatsız olmadığı gibi, nefsin terbiyesi de üstatsız olmaz. Bu üstat da işte kâmil (olgun) insandır…”  
SOH.2000/s.570571

Tarîk tâbirinin anlamından yola çıkarak, dönemi içersinde muhtelif tarîklerin varlığı ve çokluğu  nasıl yorumlanabilir?
“…tarîk, sâliki maksûduna (mânevî eğitime gireni amacına), mürîdi (eğitilmek üzere kâmil insana bağlananı) murâdına, cüz’ü küllüne (parçayı bütününe) kavuşturan yola derler ki, Resûli Kibriyâ (s.a.) Efendimiz Hazretleri tarafından gösterilmiştir. İşte değişik ve çeşitli sûretlerde görülür olan ve fakat hakîkat cihetiyle birbirinden aslã farkı bulunmayan yollar birdir ve hepsine birden Tarîkati Muhammediyye (Hz. Muhammed’in yolu) denilir. Şerîat (emirlere uymak) kavlim (sözüm), tarîkat hâlim, hakîkat re’sü’l mâlimdir (sermâyemdir), sözlerini Resûlullah Efendimiz buyurmuşlardır.
Beytullah’a (kâbe’ye)  gitmek için yollar bir midir? Şüphesiz ki hayır.  Zîra dünyânın her tarafından Kâbe’ye giden bir çok yollar vardır. Afrika’dan, Asya’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan gidecek hacıların yolları hep ayrı istikãmetlerden (yollardan) geçer.  Fakat bütün bu yolların toplandığı merkez ve maksut (gâye) birdir ki, o da Beyti Muazzam’dır (Kâbe’dir).
Bu yollar hacca niyet eden kimsenin bulunduğu yere göre nasıl uzun kısa, güçlüklü veya kolaylıklı oluyorsa, tarîkler de böyledir ki sâliklerin (mânevî yolda ilerleyenlerin) ezelî istîdatlarının (doğuştan gelen yeteneklerinin) genişlik veya darlığı, güçlüğü veya kolaylığı derecesiyle mütenâsiptir (orantılıdır).
Tarîk, esas cihetiyle bir olunca, şüphesiz bu yollarda rehber ve delil olacak zatlar da, aynı rûhu, aynı irfan ve bilgiyi hâiz olmak hasebiyle (sâhip olması nedeniyle) yine birdirler ki bunlar da, yukarıda söylediğimiz veçhile (gibi) büyük öğreticinin tâlim ve terbiyesini gören ve onun kemâline (olgunluğuna) ve kemâle eriştiriciliğine vâris (mîrasçı) olan kâmil insanlardır. Yoksa insan taslakları değil. İşte  bu zatların çokluğu hakîkatteki birliklerine mâni değildir ve aralarında da fark yoktur. Öyle ki ayrı ayrı cisimlerde tek ruhturlar. Onun için Cenâbı Hak, peygamberleri hakkında: “Resûller arasında fark yoktur”, buyurur. (Bakara sûresi, 285. âyet).
Bütün bu söylediklemizden çıkan netîce şudur ki insanın dünyâya gelmesinden maksadı, bu yetiştirici ve tamamlayıcı kâmil (olgun)  kişiyi bulup terbiyesine girmektir. İş, Kadirîlik, Rifâîlik , Mevlevîlik’te değil, insan bulmaktadır. O insan bulundu mu, her şey bulundu demektir. Yeter ki onu kendimize rehber, pîşvâ (önder) ve imam bilelim. Bâkî (kalıcı olan) Allâh’ın rızâsıdır…” SOH.2000/s.171819

Dönemi içersinde muhtelif tarîklerin varolmasına rağmen amacın tekliği, nasıl bir gerçeği vurgulamıştır?
“… Mâdemki tarîka girmişsin,  huzur ve edebi muhâfaza etmen lâzım gelir. Sakın zihninizi bulandırmayın. Tarîkatleri, Kãdirî, Rifâî, Melâmî, şu ve bu diye ayırmayın. Tarîkatımız tarîki Muhammedî’dir (Hz. Muhammed’in yoludur). Başka tarik aramıyoruz. Biz insan arıyoruz. Tarîkatten maksat, insan bulmaktır. Bunu hangi yolda bulursan eteğine yapış. Kãdirî’de, Mevlevî’de, Bektâşî’de, nerede bulursan yakala. Yoksa, sâde bu şeyh güzel zikrettiriyor, demekle olmaz. Bir şeyhte aranılan, güzel zikrettirmesi değil,  irfânı Muhammedî’sidir, kemâlidir (olgunluğudur). O bağırıp çağırmak,  hoplamak semâhânede kalır. Fakat aşk ve irfan, semâhâneden çıktıktan sonra da sende kalır…” SOH.2000/s.535536

Tasavvufta yol (tarîk) fikrine, hangi hadîsi şerifin de rehberliği sözkonusu olabilir?
“...Salâhaddin efendi:
Resûlullah efendimiz: “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” buyurmuş...
(Ken’ân Rifâî:)
Ben ilmin esâsıyım, Ali de onun kapısıdır. O ilim şehrine bâbı Ali’den (Ali kapısından) girmek lâzımdır, buyurmak istemişlerdir. Yâni bir kâmil insan ve bir mürşit (Hak yolu öğreticisi, kılavuzu) bulmak ve onun vâsıtasıyle beni bulmak lâzım gelir, diye bizlere bu hakîkati işâret etmişlerdir.
Hazreti Ali  Allah aslanı olmak dolayısıyle, kendisine muhabbet ve hürmet eden, Resûlullâh’ı da hoşnut etmiş olur. Fakat ona muhabbet, yoluna gitmekle olur. Sevmenin şartı budur…”  SOH.2000/s.561

Tarîkat Kavramını Oluşturmuş Muhtelif Unsurlar

İnsan kime denir?
İnsan ve ilim ile insan ve hikmet hakkında ne söylenebilir?
“…insan ne kadar cihânın allâmesi de olsa, ona allâmei cihan (dünyã çapında bilgin) denir. Fakat insan denmez. Bir kimseye insan demek için, kendini ve bu sûretle de Allâh’ını bilmek ilmine vâkıf (öğrenmiş) olması lâzımdır.
İlmin bu olduğu ve bütün ilimlerin rûhunun da Allah ilmi olduğu anlaşılınca, sıra hikmete gelir. Hikmet, kulun Hak’la söylemesi, Hak için işlemesi ve matlûbu (talebi) Hak olmasıdır, sözlerinin Hak kelâmı yâni Hakk’ın sevdiği kelâm ve işlediği, Hakk’ın sevdiği ameller (fiiller, işler) ve talebi de ne dünya ne âhiret olup, matlûbu ancak Cenâbı Hak olmasıdır…”  SOH.2000/s.453

Sadık bir derviş sözü neyi anlatır? Bir derviş sadık sıfatı nasıl kazanabilir?
“…ben sâdık dervişim, diyenler için de hiç hatır ve hayâle gelmeyecek şeyler, hastalıklar darlıklar, türlü çileler ve mücâdeleler vardır. İşte bütün bu nefislerine ağır gelen keyfiyetler (durumlar) ile imtihan olunurlar.
Cenâbı Hak bu imtihanları neden yapar? Kullarını bilmiyor mu? derseniz, kendi derece ve mevkilerini gösterip, bizzat tasdik ve imzâ ettirmek için yapar. Tâ ki kim yalancı, kim doğrucu meydana çıksın. Zîra o da sâdıkım, diyor, öteki de.  Amma imtihan vaktinde iş meydana çıkıp, doğrucu ve yalancı belli oluyor.
Hep hoşuna giden şeylere memnun olup, iğnenin ucunu görür görmez feryat edip bağırmak çağırmak olur mu? Maksat, Allah deyip durmak ve ondan ne gelirse râzı olmaktır ki, Hak da senden râzı olsun… SOH.2000/s.509
… Tarîkat mensupları arasında içtimâî (sosyal) mevki farkı gözetilmez. Belki bu fark, ruhlarının kemal (olgunluk) derecesiyle kendini gösterir. Olgunlukta kim ileri giderse, büyük odur. Bunlar, vefâ ve sadâkatin örneğidirler. Çünkü hepsi de bir merkezde birleşmişlerdir…”  SOH.2000/s.570

Tasavvuf kültüründen nasiplenmeye çalışan herkes derviş sıfatı kazanabilir mi?
“…Bu yola her girenin derviş olması lâzım gelmez. Her mektebe devam eden talebenin mezun olamadığı gibi...
Kâmil hocayı bulursun da yine olamayabilirsin.
…Eğer ona küllî (tam) bir teslim ile teslim olmazsan, bu istîdat ve kãbiliyet sende bulunmazsa nâfiledir...     
…Her mektebe girenin orayı ikmâle muvaffak olacağına (tamamlamayı başaracağına) dâir eline hüccet (delil) verilmediği gibi, her sülûk eden (yola giren, mânevi terbiye içinde bulunan) kimse de dervişlik şahâdetnâmesi (diploması) alamaz…"SOH.2000/s.1920

Ken’an Rifâî için tarîkate girmek sözü neyi ifâde etmiştir?
Tasavvuf ve tarîkat anlayışında insânı kâmil’in önemi hakkında nasıl bir bilgi mevcuttur?
“… İş tarîkate girmekte değil, gönül sâhibinin gönlüne girmektedir. O tarîkate giren kimse, isterse bütün gün ve gece riyâzat (nefsin terbiyesi için maddîmânevî perhiz) ve tâatle (Allah’ın emirlerine uymayla), ibâdetle meşgul olsun, öldüğü vakit karşısında yaptığı iyilik veya kötülüğü bulur.
Fakat bir gönül sâhibini bulursa, o vakit iş kolaylaşır çünkü o sâyede ahlâkını tasfiye eder (temizler).

Tabiî, bulandan maksat, rengine boyanan, onun isrine yâni yoluna giden demektir. Buna muvaffak olamayan kimse, o üstâdın değil, şeytanın, nefsinin yoluna gidiyor, demektir… SOH.2000/s.316-317

…Onun için, iş tarîkate girmekte değil, insan bulmaktadır. Halbuki bâzıları, tarîkata girmekte zannederler. Tarîkat, tarîki Muhammedî’dir (Hz. Muhammed’in yoludur). İnsanı tarîkat kurtarmaz. Kurtaran mürşittir (Hak yolu eğiticisi, öğreticisi) kâmil insandır. Hangi tarikte olsa, onu arayıp bulmalı. İş, eline tesbîhi alıp sabahlara kadar esmâ çekmekte, yâhut zikir ve ibâdette değildir. O kâmil mürşidi bulup, önünde (lâ) (yok) olabilmektedir…” SOH.2000/s.547

Bir dervişin  tekke (eğitim ocağı) kapısında bulunması nasıl değerlendirilmiş ve hangi  hâli uslûb edinerek yolunda ilerlemesi doğal bulunmuştur?
“…Tekke, avam (halk tabakası, irfan sâhibi olmayan kimseler) içindir. Bu çekiliş ve muhabbet ise olgun rûhun kârıdır. Bundan da anlaşılıyor ki bir kimse, bir insana tâbi olup ondan şifâlanmaya muhtaçtır. Tâbi olunca da göstereceği yoldan gitmesi tabiîdir…” SOH.2000/s.183

Ken’an Rifâî’nin yaşadığı dönem içerisinde varolan, tekkelerdeki atmosfer nasıl tasvir edilmiştir?
“…Tarîkat, asker ocağı gibidir, bilmiyor musunuz semâhânelerde sancaklar, mıtripler (musiki heyeti) vardı. Askeri yüreklendirmek için nasıl mehterhâne veya mızıka çalınırsa, burada da kudümler, mazharlar çalınır, neyler üflenirdi.
Sonra, asker ocağındaki onbaşılara, çavuşlara, zâbit ve kumandanlara karşı dergâhlarda mertebe silsilesine göre, nukabâ (reis veya vekili), nücebâ (pak olan kimse, erenler), halîfe (temsil etmeye ve öğrenci yetiştirmeye yetkisi olan) ve nihâyet mürşit (Hak yolunun öğreticisi, kılavuzu) gelirdi. Ve bir asker bir nefer (er) nasıl doğrudan doğruya kumandanlarla temas edip lâubâli olamazsa ve  onun emrinde olan bir takım rütbe sâhiplerinin terbiye ve idâresinde bulunursa, yeni tarîkate girmiş bir sâlik de (mânevî terbiye yolunun yolcusu) da aynen böyle idi. O da, kumandanı ile doğrudan doğruya  temas edemeyen bir asker gibi, lâubâli olup seyrine engel olmaması için, doğrudan doğruya mürşidi ile temas edemezdi...” SOH.2000/s.21

Başa gelen bir dert  nasıl değerlendirildiğinde  mânevî yolda ilerleyebilmek için bir kazanç haline dönüşebilir? Bu idrâke ulaşma konusunda  dönemi içersinde tekkelerin nasıl bir rolü olmuştur?
“… Zâtın biri vaaz etmek üzere kürsüye çıktığı zaman: Yâ Rabbî, sen ne kadar hırsız, edepsiz, hayırsızlar varsa bunlara iyilikler ver! diye duâ edermiş. Kendisine bu türlü duânın sebebini sordukları vakit: Nasıl duâ etmeyeyim ki bu nîmeti onların sâyesinde kazandım. Ben vaktiyle son derece zengin bir tâcirdim. Kervan ile memleketten memlekete gidip ticâret yapıyor, para kazanıyordum; fakat bir kere olsun Allâh’ı  zikretmek aklıma gelmiyordu. Bir kere kervanın karışısına hırsızlar çktı. Malımın yarısını çalıp gittiler. İkinici defa yine soyuldum. Fakat üçüncüde hiçbir şeyim kalmamacasına gidince bir tekkeye ilticâya (sığınmaya)  mecbur oldum. Orada karnımı doyurdular. İzzet ikram ettiler. Nihâyet Allâh’ımın  lutfu erişti. Bir kâmil mürşide intisap ettim (bağlandım) ve işte bu günkü mevkiimi buldum. Eğer bütün o mallarım bende kalsaydı hâlim nice olurdu?
İşte, Allâh’ın seçilmiş kulları fakr (yokluk, yoksunluk) gelince de Hakk’a isyan etmezler ve Hakk’ın bu tasarrufu altındaki hikmeti görerek şükrederler…” SOH.2000/s.563564

Tarîkat ehli üçe ayrılmıştır demekle ne kastedilmiştir?
“…tarîkat ehli üç kısma ayrılır. Biri akıl sâhipleri olup, halkı zâhir (görünür), Hakk’ı bâtın (gizli) görürler. Diğeri göz sâhipleri olup, evvelkilerin aksi olarak Hakk’ı zâhir, halkı bâtın görürler. Üçüncüsü de saâdet sâhipleridir ki bunlar halka hitap etseler Hakk’a, Hakk’a hitap etseler yine Hakk’a hitap ederler…” SOH.2000/s.442443

Tasavvufta ve tarîkatte nasıl bir ifâde yolu üslûb edinilmiştir? Aklın ve aşkın bu konudaki yeri nedir? Hikâyelerle bu ifâde yolları nasıl kuvvetlendirilmiştir? Örnek verilebilir mi?
“… Resûlullah Efendimiz, eshâbı kiram (Hz. Muhammed’in sahabeleri) çoğalmadan evvel bir hurma dalına dayanmak sûretiyle vaaz buyururdu. Eshap (ahâli) çoğalınca bir minber (kürsü) yapıldı. Fakat hurma sütûnu feryâda başladı. Efendimiz ona sarılınca feryâdı dindi. Resûlullah sordu: Benden ne istersin? Dilersen seni yeşil bir ağaç hâlinde dirilteyim. Şark (doğu) ve Garp (batı) halkı senin meyvelerini toplasın yine de bitmeyesin. Yâhut âhirette hep ter ü taze kalacak bir fidan hâlinde dirilteyim? Hangisini istersin? dedi.
Hurma dalı: Benim terâvetim (tazelenişim) senin cemâlindir (güzelliğin, lutfundur). Onun için ben cemâlinden başka şey istemem! dedi. Resûlullah: O halde seni gömsünler ve insan olarak haşrol! buyurdu.
Hurma dalı bu sözleri nasıl söyler, denebilir. Elin ayağın da hurma dalından ne farkı var? Bunlar da câmid (cansız cisim) değil mi? Bunları harekete getiren ve bu hareketleri ele ayağa yaptıran tutmak, itmek, yürümek gibi fiillere kumanda eden nedir?
Tarîkat yolu aşk yoludur. Akıl bâbı (kapısı) değildir... SOH.2000/s.172


… Hacca gittiğin vakit, Kâbe’yi, dört duvarı ziyâret ediyorsun. Mantık ve akıl terâzisine vuracak olsan bunu yapar mısın? Sonra Merve ile Safâ arasında koşuyorsun, gidip geliyorsun. Şeytan’ı taşlıyorum, diye taş atıyorsun. Halbuki karşında koca bir taş! Bunların akılla bir münâsebeti (ilgisi) var mı?… SOH.2000/s.172


…Neden bu budur, derseniz, iç alemi, akıl ile îzah olunamaz. Tarîkat, aklın dışındadır. Eğer akıl hârici olmasaydı, Kant da, Schopenhauer de, peygamberim! diye ortaya çıkarlardı.Her dâvâ, her müşkül (zorluk) akıl ile halledilmiş olsaydı ne nebilere ne mürşitlere lüzum kalırdı…” SOH.2000/s.172

Bir tarîkat anlayışı içerisinde riyâzat fikrine yüklenen mânânın örnek yardımıyla izahı nasıl yapılabilir?
“… Ehlullâh’ın biri, henüz kemâlini (olgunluğu) bulmadan, riyâzatlar (nefsi (egoyu) terbiye için, maddî, mânevî perhizler) ve mücâhedeler (nefsi yenmek için savaşlar) ile çok meşgul olur ve kendine türlü eziyetler edermiş. Bunu da bilen bir ahbâbı varmış. Fakat nedense iki dost birbirleriyle on beş yirmi sene kadar görüşmemişler. Lâkin bir gün karşılaşmışlar ve zamânını ibâdetle geçiren zâtı, eski arkadaşı pek değişmiş bulmuş. Öyle ki, cennet gibi bir bahçenin içinde, süslü bir sedire uzanmış ve yârânı ile çevrili olarak oturduğunu hayretle görmüş. Eski dostunun hayretini fark eden zat: Şaştın değil mi? diye sorunca, misâfir: Evet, demiş, sizi hiç böyle bir halde görmemiştim. Vaktiyle kendinize etmediğiniz eziyet kalmazdı. Bu cevap karşısında o zat gülümseyerek: Evet o zaman muhip (sevgi besleyen, mânevî terbiye yoluna girmemiş fakat âlâka ve muhabbet duyan) idik, şimdi mahbup (gerçek mânâsına ererek sevilen sevgili) olduk! demiş…”  SOH.2000/s.52

İrşat, vaaz ve nasihatlerden kimler istifâde edebilir?
“… Hiçbir anadan doğma kör veya kambur, hekimi çağırıp: Gözümü aç veya kamburumu düzelt! der mi? Dese bile, hekim tedâvide âciz olduğunu söyler. Çünkü hekim, geçici hastalıkların tedâvîsine memurdur. İşte birinci âyet…(Sen ne söylersen onları kandıramaz, imana getiremezin / Yasin sûresi, 10. âyet)… ezelde kör, kambur, topal olan şakîler (Allah indinde makbul olmayanlar) hakkındadır ki, peygamberler ve mürşitler bunlara karşı hiçbir şey yapamazlar. İkinci âyet ise, …(Onlar Allah’tan korkar ve inanırlar /Yasin sûresi,11. âyet)  geçici hastalıklara uğramış olanlar içindir ki, işte irşat (doğru yolu gösterme) ve vaaz ve nasîhat bunlaradır…” SOH.2000/s.494

Hangi âyetler ve  hadîsi şerifler incelendiğinde, tasavvuf, tarîkat, mürşit, derviş, tevhîd gibi unsurlar hakkında bilgi sâhibi olunabilinir? Konuya ilişkin bir iki örnek vermek mümkün müdür?
“… Resûlullah Efendimiz: “Fakr (yokluk, yoksunluk) fahrımdır (övüncümdür), iftihârımdır” buyurmuştur. Fakrdan maksat, dervişliktir. Cenâbı Hak da: “Allâh’a yaklaşmak için vesîle talep ediniz” (Mâide sûresi, 35.âyet) ve yine: “Bilmediğinizi bilenden öğreniniz”(Nahl sûresi, 43. âyet; Enbiyâ sûresi, 7. âyet)…buyurur.
Resûlullah, ashâba zikir telkin için Hazreti Ali Efendimiz’e: “Gözlerini kapa, üç kere lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur. Yalnız Allah) de, buyurmuşlardır.
Hadîsi şerifte, “Allâh’ı öyle çok zikrediniz ki size mecnun desinler”…  ve yine; Kur’ânı Kerîm’de: “Kim ki benim zikrimi etmezse yarın âhirette ben onu âmâ  haşrederim” (Tâhâ sûresi, 124. âyet), buyuruyor.
Efendimiz Hazreti  Ali’ye: “Yâ Ali, Allâh’a varan en kolay ve emin yol bir akıl sâhibine tâbi olmaktır”, buyurmuşlardır...”  SOH.2000/s.601

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...