KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
TESLİMİYET- RIZA - SABIR- EDEP
i
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
TESLİMİYET - RAZI OLUŞ - EDEP - SABIR

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Cenâbı Hakk’ın büyüklüğü  karşısında kulun acizliğini farkedişi teslîmiyet fikrine nasıl bir mânâ katar? Özellikle de teslîmiyetin sözlük anlamının boyun eğme, teslim olma, itirazda bulunmama olduğu düşünüldüğünde … 
“…Bil ki kimsede bir şey yoktur. Sana bir zarar gelecek olsa onu kimse çevirmeye muktedir (gücüne sahip) değildir. Bir hayır da gelecek olsa, onu da bir kimsenin tebdil etmeye (değiştirmeye) kudreti yoktur...  her şeyi Hak’tan bil! Her ne şey ki vâki olur (gerçekleşir), Allâh’ın emriyledir. Çünkü hüküm onundur: Elhükmü lillâhi’laliyyi’lkebîr (Gãfir sûresi, 12. âyet “Hüküm, O çok ulu, O çok büyük Allâh’ındır”) Semâvat ve arzın (göğün ve yerin) anahtarları onun kudreti elindedir...  SOH.2000/s.385
...hiçbir şeyde kat’iyet (kesinlik) yoktur. Ben şunu şöyle yaparım, yâhut yapmam! diye kestirip atamazsın. Her hususta Hakk’a sığınmak gerek. Çünkü Allah kalpleri ve halleri istediği gibi değiştirir. O güvendiğin harekâtını ve niyetini değiştiriverirse sen ne yapabilirsin? ...”   SOH.2000/s.209

İbâdetten maksat nedir diye sorulması üzerine Ken’an Rifâî’nin verdiği cevap teslîmiyetin nasıl bir hâli yansıtması gerektiğini vurgulamaktadır?
(Öğrenci:)
“…  İbâdette, maksat nedir?
“Allâh’a teslim olmaktır. Meselâ minâreden düşmekte olan bir kimsenin o esnâda talebi ne olur? Nasıl Allâh’a sığınırsa, sen de o sûretle ibâdet et, baştan savma değil.”…” SOH.2000/s.639

Daha önceki konularımızda öğrendiğimiz “tevekkül” ve “tefviz” tâbirleriyle ne kastedildiğini birkez aha hatırlarsak...
“...Tevekkül demek, Allah’tan gayrı fâil olmadığını bilmek demektir. Bu bilinmedikçe de, ben Allâh’a mütevekkilim (ondan gelene râzıyım), demek doğru olmaz. Bu bahçede de korku ve endîşe dikenlerini koparıp atmak lâzımdır...
...tefviz, yâni kendini Hakk’ın irâdesine terkeylemektir ki bu bahçede tedbir ve ihtiyardan (serbest irâdeden seçiminden), şahsî isteğini kullanmaktan ileri gelen dikenler görülürse söküp atmak gerekir. İşini Allâh’a bırakanın yâni tefviz edenin ne elemi olur ne kederi. Her işini Allâh’a bırakmak, tedbir alsan, kendi irâdeni kullansan da bunu sırf bir âdettir diye yapmak, tedbîrinden bir şey beklemeden, bir fayda ummadan, Allah’tan gayri ve onun irâdesinden başka hiçbir şeyin tesîri olmayacağını bilmek ve tedbîrine bağlanmamak lâzımdır...”   SOH.2000/s.450

Teslîmiyet, rızâ, sabır ve tevekkülü ayrı ayrı mânâlandırmak doğru bir yaklaşım olur mu?
“...Teslîmiyet, tefviz, rızâ, sabır ve tevekkül, bunların hepsi de bir mânâya çıkar. Bu mânâ, kendi acz ve ihtiyâcını ve hakîkat güneşine karşı mevhum (varsandığın) ve hiçten ibâret bir varlık olduğunu idrak etmek, kudret ve kuvvetiyle ve her  şeydeki zuhûru ile Cenâbı Hakk’ı bilmek demektir ki, lâ ilâhe illallâh’ın hakîkati budur.
Bunu bilmeyenler ise, dediğimiz gibi, türlü menfaatler peşinde, beyhûde yere kendilerini zorluğa, zahmete, yorgunluğa ve netîcesiz bir savaşa atmaktadırlar...” SOH.2000/s.458459

Teslîmiyet içinde bulunmak hangi hâlin idrak edildiğinin göstergesidir?
“...Allâh’ın murâdından (dileğinden) başka bir şey olmaz. Eğer o, bir şeyi böyle murat etmişse olur. Beyhûde (boşa) telâş. Eğer o bir şeyi öyle murat etmemişse olmaz.  Yine behûde telâş. Sen ikisinin ortasında bağdaş kur, otur...”  SOH.2000/s.460461

Mukadderâttan (Kaderden)  kaçılabilir mi?
“…Mukadderâtından kaçmak isteyen kimsenin içine, sanki muayyen (belli) zamanlarda infilâk edecek bombalar yerleştirilmiştir. Vakti gelince bunlar birer birer patlar ve kader yerini bulur…” SOH.2000/s.202

Teslîmiyetle yol almak ve dâimî bir râbıta içerisinde bulunmak nasıl mümkün olabilir?
“…Sen kendini Hakk’a teslim et, bırak ne isterse o yapsın...  sana fenâlık yapmayacağı pek tabiîdir. Niçin yapsın! Seni yoktan var eden o değil mi?  Sendeki şefkat, Hakk’ın şefkatine nazaran bir katre iken, sen evlâdına fenâlık yapamıyorsun da, ya o cümle şefkatlerin menbaı (kaynağı) olan Allah sana nasıl yapar?…”  SOH.2000/s.213

Hâdiselerle ve bu hâdiselerde rol oynayan kahramanlarla uğraşmayıp, gerçekte Allâh’ın uygun gördüğüne imân etmekle gelişen teslîmiyet, kişiyi nasıl bir hâl ve tavır kazanmaya yöneltir?
“…Gerçek mü’min her olanı Hak bilip eşyâda irâde görmeyip Allah’tan gayri fâil (yapan, eden) yoktur, lâ fâile illallah diyerek bütün bu görünen varlığın Allâh’ın emrinde olduğunu bilir ve öylece amel eder. Tâ ki gönül ıztırâbından kurtulup dâimî cilve ve hoşluk hâsıl ede…”  SOH.2000/s.388

Teslîmiyet, hayattaki imtihanlarla acılarla tatlılarla dâima sınanır mı? Ken’an Rifâî ile bir dostu arasında geçen deniz hakkındaki konuşma bu sorumuzu nasıl açıklar?
“...Hocamız, İzmir’e gidip dönen birisine, bu yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu. Yolcu da, hem giderken hem gelirken çok sâkin bir havada ve dalgasız, fırtınasız bir denizde seyâhat etmiş olduğunu anlattıktan sonra:
Dümdüz bir deniz insana teslimiyeti hatırlatıyor! dedi.
(Ken’an Rifâî’den gelen cevap)
“Hakk’a tesilm olmak, âsûdelik (sâkinlik), rahatlık ve saâdet zamanlarında belli olmaz. Asıl teslimiyet, fırtına ve felâketlerde olur!” ...” SOH.2000/s.32

Teslîmiyetin mânâsının hayata taşınması konusunda, bir örnek verilebilir mi?
(Güzîde Hanımefendi:)
“…Helvacı İbrâhim Ağa isminde birisi varmış. Dâimâ: Varken sevinme, yokken düşünme... dermiş...”

  “İşte senden kaybolana esef etme; sana verilene de ferahlanma âyeti kerimesine ne kadar yakın bir söz.” (Hadîd sûresi, 23. âyet)
Melîha Hanımefendi de,  bir vapur yolculuğunda şâhit olduğu şu hâdiseyi anlattı:
  Bir köylü hıristiyan kadını, kucağında hasta yatan çocuğunun hastalığı hakkında etraftan sual sorulması üzerine: Kaç tâne çocuğum öldü!  Verirse alırım, isterse veririm! demişti.
  “Bu da Cenâbı Hakk’ın kazâsına rızâ ve teslîmiyetin bir nümûnesi (örneği).”… ” SOH.2000/s.382

Şuursuz, şahsiyetsiz bir teslîmiyet âdeta köpeğin sadâkatine benzetilebilir mi? Böylesi bir hâl makbûl müdür? İnsandan beklenen ne tarz bir teslîmiyettir?
“…her şey şuur ve irfan ölçülerine göre olmalı. Sadâkat de şuurlu olmazsa, tam ve matlup olan (istenilen) sadâkat sayılmaz. Çünkü şuursuz sadâkat bir köpekte de vardır. Verdiğin bir lokma ekmek karşılığı sana hayâtını fedâ edinceye kadar sadâkat gösterir. Ancak, hayvandaki sadâkat, sadâkatın kışrıdır, kabuğudur, cevheri değildir. İrfan ve cevheri ise, ancak insanda olmak lâzım gelir, aksi halde o kimsenin sadâkati, köpeğin sadâkatinden farklı sayılmaz.
Derler ki: Filân kimse, efendisinin uğrunda canını veriyor. Ne yapayım bu sadâkati ki, o, hayvanda da vardır. Farazâ sen, sabahlara kadar müsemmâdan gãfil (ezelden sana verilmiş, taşıdığın isimlerin mânâsından habersiz) olarak zikredip ibâdette bulunmuşsun. Ne ehemmiyeti (önemi) var? Bunu, bir gramafon plağı, bir vapur makinası, senden bin kere âlâ yapar. Ne olsa bir makina ile yarışamaz, birkaç kere zikredip, Allah, Allah! deyince yorulursun. Nefesin kesilir. Fakat o yorulmaz ve senden çok daha mükemmel olarak zikreder. Demek ki kışra (kabuğa) âit olan tâat, ibâdet ve zikirleri, makinalar insanlardan daha devamlı ve daha mükemmel yapıyor. Kezâ bir köpek de bir insanın başaramayacağı sadâkati gösteriyor. Halbuki insandan beklenen şuursuz bilgi ve amel (fiil) değil irfan ve cevherdir…” SOH.2000/s.73

 

Sabır kelimesinin sözlük anlamının acı, yoksulluk, haksızlık gibi üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi olduğundan hareketle, tasavvuf anlayışında kaç çeşit sabırdan sözedebiliriz? Bunlar nelerdir?
“…Biri, Hakk’a lâzım gelen kulluk  husûsunda karşına çıkacak güçlüklere sabır. İkinci, dünyânın zevklerine, sürurlarına (sevinç), ferahlarına kendini kaptırmamak husûsunda sabır. Üçüncü, dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak husûsundaki sabır. Dördüncü de, musîbetlere, felâketlere sabır…
…dünya zulmetinden nûraniyete çıkaracak ip sabırdır…
“Allah, sabırlı olan kimseler ile berâberdir. ” (Enfâl sûresi, 46. âyet)…” SOH.2000/s.450

Sıkıntıya tahammül edememek, yâni sabır gösterememek, sebebi aradaki kişilerden bilmekden mi kaynaklanır?
“…Her emir, her fiil, zuhûra çıkmadan evvel bir âlete havâle olunmuştur. Vakti geldikte zuhûrunu zorlar, coşup sûret (şekil, görünüş) bulur.
Hakk’ın fiillerinin âleti, insanın elidir. O fiili kendilerine isnat edenler (dayandıranlar) gizli şirkten kurtulamazlar…”   SOH.2000/s.388

“Sıkıntı ve çilenin en şiddetlisi nebîlerindir” hadîsi şerifiyle  ne anlatılmaktadır?
(Sãmiha Hanım:)
“…Hadîsi şerifte; “İnsanlar arasında en şiddetli belâya dûçar olanlar nebîlerdir (Peygamberlerdir). Sonra onlara yakın olanlar, sonra da bu yakınlara yakın olanlar gelir” buyuruluyor. Hamların tahammülü olmadığı için mi bu  böyledir?
“Tabiî… pek çok kimse vardır ki en küçük sıkıntı karşısında şikâyet ve feryâda başlar. Çünkü ıztırâba tahammül edecek olgunluğa sâhip olmamıştır. Onun için en büyük belâ en üst derecede olanlara verilir… SOH.2000/s.109

…“Kimin sabrı yoksa imanı da yoktur; Sabır, imanın başıdır” (Hadîsi şerif)…”YM.1983/s.59

Sıkıntı ve sabrın, kemâle ulaşma yolundaki önemi, İbrahim Edhem Hazretleri’nin, şeyhiyle arasında geçen olayla nasıl izah edilmiştir?
“…Hikmet ve irfan seviyesine ulaşabilmek için insanlar neler ve neler çekmişlerdir. Meselâ Hazreti Niyâzi’yi alalım. Kemâle erişinceye kadar ne devirler geçirmiş neler çekmiştir. Kezâ, İbrâhim Edhem Hazretleri de dünya saltanatını terkettikten sonra tam on sene, iki saatlik bir ormandan dergâhına hergün sırtında odun taşımıştır. Bir gün kendi kendine: On senedir odun taşıyorum da neden keşfim açılmıyor, diye bir düşünce gelmekle, şeyhinin gönlüne akseden bu istifham (şüphe, soru), ona nelere mâl olmuştur. Şöyle ki: Şeyhi, dervişlerinden birini çağırarak: İbrâhim Edhem ormana odun kesmeye giderken arkasını tâkip et ve kuvvetlice bir sopa vur! demiş ve bu emir yerine getirildiği zaman İbrâhim Edhem Hazretleri dönüp arkasına bile bakmamıştır. 
Böylece aradan birkaç sene daha geçmiş, bu defâ hazretin kalbine bundan daha basit bir düşünce gelmiş. Şeyhi bu defâ çağırdığı dervişine: Bacağını kıracak derecede kuvvetli bir darbe vur! diye emretmiş. Hatâsını anlayan İbrâhim Edhem Hazretleri: Bu bana şeyhimdendir, demiş ve nihâyet kemâlini bulmuş, keşfi de açılmıştır.
İşte olgunluğa erinceye kadar tâbî olduğu o çileler ve geçirdiği o çetin devreler, istîdat ve kãbiliyetini kemâle (olğunluğa) erdirmek içindi. İstîdat ve kãbiliyetin kemâle ermesi de zamâna ve sabra muhtaçtır…”           SOH.2000/s.43

Allah’a teslîmiyet ne kadar kuvvetli ise, başa gelenden etkilenmemek o kadar mümkündür fikri doğru bir sonuç olarak karşımıza çıkabilir mi? Ken’an Rifâî bu konuya nasıl izah getirmiştir?
“…İnsan deniz üzerinde çerçöp gibidir. Vapurların, sandalların bile birer dümeni vardır ve bu dümenle idare olunurlar. Halbuki deryaya nisbetle çerçöp menzilesinde (derecesinde) olan insanlar, dümensiz o deryanın dalgalarına mukavemet edip (direnip) onlara hâkim ve nafiz (sözünü geçiren) olup beni şuraya, buraya sevk et! diye nasıl emredebilirler?
İşte deryayı âlemde iradesini Hakkın iradesine bağlamayıp ondan mahrum kalanlar da hâdisat (olayların) dalgaları ortasında çerçöp gibi esir ve âciz çalkalanır dururlar…”   YM.1983/s.417

Allah’a teslîmiyetle yol alışta, sabırlı olmak ve ümidi kesmemek  neden önemlidir?
“…Mevlana diyor ki: “Senin alış verişin kerîm (affedici, bağışlayıcı) olan Allah’ın sevgilileri ile oldukça senin için ümitsizlik yoktur. Şu halde nevmid (ümitsiz) olma.. Bir kimsenin müddeti ömründe (ömrü boyunca) yapamadığını, Allah isterse bir anda da ihsan eder; O kerîmdir! Şairin dediği gibi, Allah, buz gibi eriyici ve fenâ bulucu vücûdu satın alır, buna mukabil (karşılık) bir mülki ebedi (dâimi mülk) verir ki, hiç gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve akl u hayale gelmemiştir.
Birkaç katre (damla) göz yaşı satın alır, onun yerine öyle bir kevser verir ki halâvetine şeker reşk çeker (tatlılığını şeker kıskanır).
Pür sevdâ (sevda dolu) olan, ciğersûz olan âhı (ciğer yakan acıyı) satın alır, onun yerine senin her âhına yüzlerce câh (rütbe, derece) ve yüzlerce menfaatler ve faydalar verir. Ve âh ile me’lûf olanlara (ahetmeyi huy edinenlere) yakınlığını ve sevgisini ihsan eder.
Onun için... ümidini kesme ve meyus (kederli) olma... YM.1983/s. 418

…maksat, bütün mevcûdun Hak olduğunu bilmektir. Fakat bu mânânın hâsıl olması için de bir sâlikin (mânevî eğitim yoluna girenin) bir çok devreler ve dereceler geçirmesi lâzım geliyor. Onun için irfan denen o tevhit anlayışı kolay elde edilmiyor ve pek tabiî ki herkeste de bulunmuyor…”  SOH.2000/s.44

Sabrı anillah ne demektir?
“…en güç sabırdır. Meselâ eski devirlerde bir hükümdar, beğendiği, liyâkat (lâyık) ve kãbiliyet gördüğü bir kimseyi karşısına alıp, beş dakîka içinde, seni onbaşı yaptım, yüzbaşı yaptım, binbaşı yaptım, nihâyet müşir (mareşâl) yaptım! diyerek bütün bu derece ve makamları bir anda geçirttikten sonra, yâni üstün bir ihsan (bağış) olan müşirlik mertebesinin tevcîhinden (rütbesinin verilmesinden) sonra, onu kesrete (çokluğa) sevk ve reddederek: Haydi şimdi yürü kıt’alarının başına geç, bilgi ve tecrübe sâhibi ol! derdi. Yâni bir anda aşk pâyesine (rütbesine) erdirdikten sonra, sülûkun (tarikat eğitiminin) cilve ve çileleri içine salarak: Haydi bakalım benim nelerim olduğunu gör, hicrânımı tat! diyerek beşeriyetin külfet ve zahmetleri içine sürerdi. İşte o cezbeyi (çekimi) tattıktan sonra bu yangını gönlünde uyandıran mâşuktan (sevgiliden) uzak düşmeye, onun likãsına (kavuşmaya, yüzyüze gelmeye) olan sabra, sabrı anillah derler…
…Gerçi bu zümre, daha ezel âleminde iken terbiye görüp de dünyâya gelmiş onun için de doğrudan doğruya büyük sınıfa kabul edilmişlerdir. Ama yine de, mânevî liyâkatleri (lâyık oluşları) bir zâhiri tecrübe ve tatbîkatla birleşmeye mecburdur…” SOH.2000/s.4546

Edep nasıl tanımlanabilir?
…Edep, kalbiyle ve hâliyle Allah’tan gãfil olmamaktır. Hiçbir sûretle de kendine vücut vermemek, yâni kendinde bir varlık görmemektir… SOH.2000/s.591

…Edep, her şeyi Hak’tan bilmek, fiili, fâili, mevcûdu hep Hak görmektir... SOH.2000/s.6

…Tasavvuf demek, edep demektir. Edep ise, göz ile Hak’tan başka bir şey görmemek, lisanla birşeye îtiraz etmemek, Allâh’ın buyruğunu tutmak, menettiğinden kaçmaktır. Bunların kendisinde yer ettiği kimse, şüphesiz adâletten ayrılamaz, kimsenin kalbini kıramaz. Hâsılı, Allâh’ın hoşnutsuzluğuna sebep olacak işlerde bulunamaz.
Şunu bilmeli ki bunların dışında haraket etmek, insanın kendi nefsine zararlıdır. Zarara sebebiyet veren en büyük zarar ise, bir insana, yaptığı fenâlık söylendiği vakit, o fenâlığı kendisine kondurmayıp saplanıp kaldığı fikir ile hareket etmesidir ki, bu kimsenin selâmeti, mutlak başına  bir felâket gelmesiyle mümkün olur. Bu ise acı bir hakîkattir... SOH.2000/s.379

…Gıybet etmemek, tecessüs etmemek (meraklılıkla rahatsız etmemek), yalan söylememek, riyâ yapmamak hep edebin çerçevesi içine dâhildir. Benim bir kimseye yaptığım iyiliğe karşı onun kötülükle mukabele etmesinin (karşılık vermesinin) üstünde duramam, çünkü vazîfem değildir. Ondan iyilik beklemek, kadrini bilmedi demek de edepsizliktir. Sen sana düşeni yap, varsın o da kendine düşeni yapsın. Çünkü o, buna âlet olmuş, sen de ötekine. İş, onun bilmesinde değil, Allâh’ın bilmesindedir. Senin sana düşeni yapman ibâdettir. Onun da kendine düşeni yapması ibâdettir. Halbuki o iyiliği yapan sen değilsin. O kötülüğü yapan da o değildir. Bu âlem sahnesinde oynanacak piyesten her ikiniz de, istîdâdınıza göre verilen rolün îcaplarını yerine getiriyorsunuz.
Hâsılı edep, illâ edep...
Edepsizlik, ister zâhir fiiller ile tahakkuk etsin (görünen davranışlar ile meydana gelsin), sirkat (hırsızlık) gibi, dolandırıcılık gibi... ister kavlî (sözlü) fiil ile tahakkuk etsin, gıybet (dedikodu) gibi, fassallık gibi (insanların arasını açmak), yalan gibi...
Netice îtibâriyle bunların her ikisi de müsâvîdir (eşittir). O da haram, bu da haram. Zinâ etmek nasıl haram ise, gıybet etmek de öylece haramdır...  SOH2000/s.132

…Esâsen dervişlikten maksat da budur. Meselâ birisi sana yalan söylüyor. Bunu da sen biliyorsun. Mâdemki o Mudil (delâlete götürücü saptırıcı) ismine mazhar olmuştur; suçunu yüzüne vurup hakãret etme, ondan kaç. Dervişlik yalnız baş sallamakla olmaz. Bir derviş gıybet edemez, yalan söyleyemez, bilerek ve isteyerek kimseye kötülük edemez. Çünkü dervişlik insanlıktır. Bu yaratılış âlemi Cenâbı Hakk’ın “Kün” (ol) emrine mazhar olmuş, bu sûretle de çeşitli esmâ ve sıfât meydana gelmiş. Mâdemki sen “Celâl” ismine mazhar değilsin, kahır ve dalâlet ismine mazhar olanlara yaklaşma. Fakat tahkir de etme (hâkaret etme, küçümseme). Allâh’ın doksan dokuz isminden yalnız istediğini  alıp diğerlerini atabilir misin? Tabiî atamazsın. Şu halde yaklaşma, fakat hürmet et. Kendinde kötülük olmayan kimse, başkalarında ayıp ve noksan aramaz. Şirkten kurtulmak istiyorsan, tevhîd ehli (her şeyde kaynağın Cenâbı Hak olduğunu bilerek, yapanın, yaptıranın Allah olduğu bilinciyle yaşamanın ustası) ol…” SOH.2000/s.585586

Edepsizlik...
“…edepsizlikten maksat, vefâ ve sadâkati zedeleyen, yâni esâsa dokunan harekettir…” SOH.2000/s.6

Zâhirî ve bâtinî edep nedir ve aralarında ne fark vardır?
“…Zâhirî edep: Namaz, oruç, hac, zekat vesâire gibi şeylerdir. Bâtınî (derin mânâda) edep de: İnsanın hayvan sıfatlarından kurtulması, elinden, dilinden kimsenin rencîde olmaması (incinmemesi) ve kalbinin hîle ve fesat gibi kötülüklerden arınmış olarak Allâh’ın cemâlini seyretmesidir... SOH.2000/s.324
…Zâhir edebi, şerîati Muhammediye’yi tutmaktır. Bâtın edebi ise Cenâbı Hakk’ın tasarrufunu abes görmemektir, şu sarhoştu, şu kötüydü, şu çirkindi dememektir...
...Hâsılı hiçbir şeye abes gözüyle bakmayıp, îtiraz etmeyeceksin. Bileceksin ki her şey Cenâbı Hak’tandır. Onun için de Âyete’lKürsî’yi okumak kâfîdir. Fakat mânâsını anlayarak okumak şart...
...Tekrar edelim ki, iyilik de kötülük de Allah’tandır. Onun için yerde süründüğünü gördüğün bir topala bir köre acıma, vah zavallı, neden böyle olmuş, deme. Îcap ederse sadaka ver, yardım eyle. Lâyığı ne ise Allah ona bunu vermiştir. Eğer kedinin kanadı olsaydı, yeryüzünde serçe kuşunun tohumu kalmazdı. Her şeyde bir hikmet gizli olduğunu bilmek, ârif kişi kârıdır. Onun için de bize îtiraz yakışmaz…” SOH.2000/s.524525

Göz ve kalp edebiyle ne kastedilmektedir?
“…Dünyaya gelmekten maksat, insanlık ve edep tahsilidir. Edep, abes birşey görmemektir. Bu, göz edebidir. Kalb edebi de sükût etmektir…”  YM.1983/s. 360

İnsan olma san’atında şekillenirken; râzı oluşun, çaresizlikden değil, kahrı ve lutfu bir bilmekten kaynaklanması  sükût (suskunluk) içinde bir kabullenişi mi doğurur?
Bu kabullenişle vahdet noktası arasında nasıl bir bağ mevcuttur?
“…Sükût ikidir: Biri dilin, diğeri kalbin sükûtudur. Dilin susması, mâlâyâniden (mânâsız), hayırsız şeylerden boş ve faydasız sözlerden sükûttur. Bu hâsıl olur da kalbin sükûtu olmazsa, insanın yalnız günahları azalır. Kalbin sükûtu ise dünya endîşe ve takıntılarını bırakmaktır.
Hem dilin hem de kalbin sükûtu hâsıl olursa, o kulun sırrı kendini gösterir ve Cenâbı Hak o kimseye tecellî eyler (görünür olur). Çünkü bu hâsıl olunca vahdet (bir oluş) zâhir olur.
Eğer ne kalbin ne de lisânın sükûtu olmazsa, o kimsenin vücûdu şeytanın memleketi olur; şeytan ona hâkim olur…” SOH.2000/s.333

Sağdan zuhur eden melekî (pozitif) kuvvetler, soldan zuhur eden ise nefsâni (negatif) kuvvetler olarak nitelendirilecek olursa, bunlar arasındaki dengeyi ancak edep mi sağlar?
Celâli cemâli, kahrı ve lutfu, pozitifi ve negatifi bir biliş, edebin netîcesi midir?
“…Bir kimsenin kalbinde bu nur uyandı mı, ona sağ ve sol olmaz. Fakat bunu da değme kimse idrak edip bu mânâya ârif olamaz. Ne kadar açık ne kadar berrak olarak anlatsam yine de ifâdesiz kalır. Halbuki irfan sâhibi bir derviş için bu ve emsâli (benzeri) hakîkatlerin anlaşılmaz bir tarafı yoktur…”  SOH.2000/s. 16

Edep yolunda çaba sarfetmek fikriyle ne anlatılmaktadır?
“…Edepten maksat da, Hakk’ın rızâsını kazanmaktır...
..Bir keman, bir piyano öğrenmek için bile ne kadar uğraşıyor ne türlü fedâkârlıklar ediyorsun. Hakk’ın rızâsını tahsil için de, ehlini bulup teslim olmak lâzımdır.  Eğer onu bulamazsan, eserlerini oku…”SOH.2000/s.280

Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinin edep konusundaki yorumu ne olmuştur?

“…Edep: teyakkuz (uyanık olma), sabır ve hak tevazünü (dengesi) dediğimiz etik (ahlâkî) elemanların estetik sahada şekil bulmasıdır. Hocam Kenan Rifai derdi ki: “Edep tacını başına giy, istediğin yere git.” Müslümanlığın etik cevherine estetik tefsir (yorum) bulanın her cemiyete her vaziyete kifayet (yetebilmek) şöyle dursun, muhitinin tâcidârı (çevresinin baş tacı) olacağını biz Kenan  Rifai’den öğrendik. Etik cevher hep aynıdır, fakat estetik versionlar zamanla değişmek  gerek…”   YM.1983/s.261

Ken’an Rifâî’nin işlediği “Edep tacını başına giy istediğin yere git” prensibinden hareketle öğrencileri, kadın, namus ve giyim konusunda nasıl sonuçlara ulaşmışlardır?
“…yakın zamanlara kadar kadının iffeti çarşaf ve peçe ile ifade edilirdi; bugün tesettürün muadili (eşiti): Dünya modasını inkâr etmeksizin, göze çarpmak ve tahrik etmek gibi sefil maksatlardan münezzeh (temizlenmiş) olarak, edepli kılıkta gezmektir. Bugünün kadını çarşaf diye kendi şahsiyetine bürünür, peçe diye kendi vekarını (onurunu) yüzüne çeker. Fakat bu etik (ahlãkî) esaslara göre estetik versiyonlar keyfiyeti henüz beynelislâm (İslâm âleminde) muallâkta (netleşip sonuca bağlanmamış) bir meseledir... İslâmın sırrı vicdanlarda Cenâbı Hak tarafından vaz’edilmiş (konulan) bir ibre gibi duruyor, Hak canibinden (tarafından) başka hiç bir cihete (yöne) meyledemez…” YM.1983/s.262

Hürmet kavramında edebin yeri özetlenecek olsa ne söylenebilir?
“…Hürmetten maksat, onun hareketlerine iştirak etmek (katılmak) değil, uzaktan bakarak îtiraz etmemektir…”     SOH.2000/s.137

Rızâ ne demektir?
“…Nefsin ihtiraslarından geçmek demektir…”     SOH.2000/s.167

Kulun Allah’tan râzı olması ne demektir?
“…Allah’tan her ne gelirse ona râzı olmak demektir. Yâni gerek celâl (kahır) ve gerek cemal (güzellik), her ne gelirse iyi karşılayıp rızâ göstermek demektir…”SOH.2000/s.57

Allah’tan râzı olmak örnek yardımıyla nasıl izah edilmiştir?
“…Önce ben Allah’dan râzı olayım! Evet, önce ben rızâ göstereyim, yâni Rabbimin her  bir ihsanına (bağışına) hamd (şükür) edebileyim, Allah’dan gelen her  hediyeyi, bize iyi veya fena görünen her şeyi hoş kabûl edeyim ve ona lâzım gelen itibarı göstereyim; şikâyetten vaz geçip Allah’dan önce ben râzı ve hoşnut olayım ki, o da benden râzı olsun…”  YM.1983/s. 436

Allah’ın rızâsını kazanmak hakkında ne söylenebilir?
“…Allah’ın rızâsını kazanmayı herkes ister. Fakat nasıl kazanılacağını bilmez, bunun iki yolu vardır: Maddî, mânevî.  Maddîsi esasâtı dînîyeye riâyet (dîni esaslara uymak). Oruç, namaz ve vesaire gibi.
Mânevî kısım da ikiye ayrılır. Gözle Hak’tan başka birşey görmemek ve dille de Allah’ın istemediği bir şey söylememek, gıybet (dedikodu), yalan ve mezmûm (ayıp) sözler gibi…” YM.1983/s. 384

“Allah’ın rızâsı,  zâhir (görünür) ve  bâtın (öz)  iki kısımdır” demekle ne kastedilmektedir?
“…Zâhiri,  kalp kırmamak , yalan söylememek, iftirâ etmemek, hîlekârlık eylememek ve emrolunan ibâdetlerde kusur eylememeye çalışmak gibi herkesin bildiği hallerdir. 
Bâtın rızâsı ise, kalben  uyanık olup, Hak’tan gelen şeylere îtiraz etmemek ve abes görmemek, bu sûretle de edep sâhibi olmaktır…”  SOH.2000/s.616

Râzı oluşla yaşayış nasıl bir hâli anlatır? Bu hâl hayata nasıl yansır?
“…Allah’tan ne nîmet için bir şey istemek ne nikmetinden yâni cezâ ve çile yollu verdiklerinden kurtulmak için yalvarmaktır. Bilâkis (tersine) hâdiseleri olduğu gibi kabul etmeye çalışıp, bu hâdiselere karşı dargınlık, küskünlük ve îtirazda bulunmamaktır… SOH.2000/s.450
…Yemen, içmen, uyuman, her şeyin, onun tarafından sana verilen emirlerin gereğidir. Bütün bunları da rızâ için değil, Allah için yap!… SOH.2000/s.297
...Cenâbı Hakk’ın yardımına mazhar olmakla mânevî rızâyı elde ederek hidâyet (doğru yolun) semtine yürüyün! Dâimâ dâvâ kokusu saçan sözden, en büyük günah gibi sakının ve aciz ile nefsinizi terbiyeden geri durmayın. Her işinizi Cenâbı Hakk’a havâle ederek yapın. Rızâda sâbit kadem (ısrarlı) olup, hakîkî kul ve hakîkî insan derecesine erişerek nefsinizin putu olan varlıktan ve nefsinize kulluktan, puta tapar gibi sakının...” SOH2000/s.479

Rahat ve mutlu olabilmenin sırrı râzı oluşta mı saklıdır? 
“… (Öğrenci:)
Her şeyi olduğu gibi kabul etmek ne rahatlık…
“Bu ne zaman olur biliyor musun? Ruh ve kalp,  mâsivâdan (Allah’tan gayrıdan) ve kötü ahlâktan kurtulursa…
Mâsivaya takılmak, Allah’tan başka fâil görmektir.
İki türlü temizlik vardır: Zâhir ve bâtın. Zâhir temizlik mâlûm (bilinmekte). Bâtın temizlik (derin mânâda ise), gözün abes birşey görmemesidir. Fâili (yapanı edeni) ve mevcûdu (varolanı) Hak bilince de her şeyi tabiî (doğal) ve hoş kabul etmekten başka ne yapılabilir?” …”  SOH.2000/s.411

Hayır anlayışının dört esas noktada toplanmış olması ne demektir? Bu esaslar nelerdir? Neleri kapsar?
“… Hayır, dört esasta toplanır. Söz, sükût, nazar ve hareket.
Söz, Allâh’ı ve Allâh’ın hoşlandığı şeyleri söylemek... “Dedikodudan kaçıp, baş çeviren mü’minler felâh bulur” (Müminûn sûresi, 13. âyet).
Resûlullah Efendimiz de: “Ya hayır söyle ya sus…” buyurmuştur. İnsanların hayrı için konuşmak, onları hayra teşvik ve fenâlıktan çekmek için söylenen sözler, hep bu hayrın içindedir.
İkincisi sükûttur. Fakat bu susmakta, Allâh’ı düşünmek gerektir. Dil susunca dimağ (beyin) boş durmaz, düşünür. Ancak bu düşünce, şunun bunun hâline veya dedikodusuna âit şeyler olmamalıdır. Allâh’ı ve onun ilâhî azametini düşün ve etrâfına faydalı olmanın yollarını tefekkür et. Hâsılı öyle bir düşünmek ki sana: Güzîde ne düşünüyorsun? diye sorduklarında, şunu! diyebilesin. Yoksa âlemin kepâzeliğini, ayıbını, fenâlığını düşünmek değil. İşte bu türlü düşünceden uzak olan kimse hatâ işlememiş olur.
Üçüncü, nazardır demiştik. Nazar demek, bütün mevcûdâta ibret gözüyle bakmak, her şeyde Hakk’ı görmek, her bir mevcûdu Allâh’ın bir kelimesi bilip onda bir mânâ okumaya çalışmak ve bu sûretle de Allâh’ın azametini ibret gözüyle seyreylemektir. Bu nazardan başkası ise gaflettir. En büyük azap da Allah’tan gaflettir.
Dördüncüsü, harekettir. Yâni Allâh’ın emrettiği dînî vazîfeleri yerine getirmek ve Allâh’ın râzı olduğu bir iş için hareket etmek. Ya hemcinsine (yaratılmışa) yardım ya onu bir vartadan kurtarmak, bir hayır işlemeye gitmek gibi çeşitli faydalı işlerde bulunmaktır. Hakk’ın rızâsı yolunda hareket eden kimseler, bir eğlence yerinde bir sinemada bir tiyatroda bile  Hakk’ın azametini seyrederler. İş niyettedir. Resûlullah Efendimiz’in buyurduğu gibi: “Amel, niyetin içinde gizlidir.” İş, bu düstûru (prensibi) hal etmektedir. Bütün amellerin bir hudûdu (sınırı) vardır. Fakat niyetin hudûdu yoktur. Onun için Fahriâlem Efendimiz: “Allah sizin amellerinize ve şekillerinize bakmaz, kalplerinize ve niyetlerinize bakar”,  buyurmuştur. İşte bu yüzden ey insan, Allah senin amellerine, hayrâtına, hasenâtına (hayırlı işlerine) bakmaz. Onun sana nazarı, ancak senin bir kâmil insanın kalbine girmenledir.
Bunun dışındaki hareketler ise, yorgunluktan, hüsran ve nedâmetten (pişmanlıktan) başka bir şey değildir…” 
SOH.2000/s.423424

Razı oluşun bir yaşam tarzı hâline dönüşmesinde nefsin terbiyesinin rolü nedir? Böylesi bir hâlin dışa ne şekilde yansıması beklenebilir?
“…beşeriyet engellerinden (insanın cismine yönelik egoizm gibi hayvanî özelliklerinden) kurtulmadıkça bu gönül sesini devamlı duymak mümkün olamaz. Hal’in hâkim olması için kãl’in yâni sözün susması lâzımdır…” SOH.2000/s.7

Allah’ın rızâsına teslim olmak ve himmet anlayışı arasında nasıl bir bağ mevcuttur?
Böylesine bir teslîmiyet tembelliği de berâberinde getirmez mi? I. Dünya Savaşı dönemi örnek gösterilerek  konu nasıl izah edilmiştir?
“… (Kul küllün min indillâh/ Nisâ sûresi, 78. âyetin sırrı)… “De yâ Habîb’im. Her şey Cenâbı Hakk’ın indi sübhânîsinde, yâni Allâh’ın iktidârı elindedir.”  Bunu hal ile bildin mi sana kimsenin bir şey yapamayacağını da bilirsin. İşte en yakın nümûne (örnek) Türkiye’nin bu günkü hâlidir. Karşı taraf en mükemmel harp techîzâtiyle, topu, tüfeği ve tayyâresiyle geldiği halde bir avuç Türk askerine mağlûp oldu. Bu, Allah’tan değil de senin topun tüfeğinden mi idi? Hakk’ın kudretini bilmek çalışmaktan fâriğ (vazgeçmiş) olmayı değil, gayret kemerini bağlamayı gerektirir. Çünkü insanın kıymeti himmetiyle ölçülür. Allah bir işi murat etti mi sebeplerini de ona göre halkeder. Nemrûd’u bir sivrisineğin helâk ettiği gibi, Yunan’a da bir maymunla neler yaptı?
Allâh’ın kuvvet ve kudreti her asırda âşikârdır (açıktır, ortadır). Gözün açık olursa, görürsün. Görene... Kör’e ne? Hüküm gãlibindir denirse de hüküm Allâh’ın hükmüdür, hakîkati vardır. Fakat insanlar ibret almazlarsa, ne yapalım? …”  SOH.2000/s.625

Râzı oluşla yaşayış Muhiddîni Arabî Hazretleri’nde nasıl bir anlam kazanır?
Kahrı ve lutfu Allah’tan bilen için, eziyet  gördüğü kimselerde de Allâh’ın takdirini bulmak, teslîmiyetin mânâsının tam yansıması olarak kabul edilebilir mi?
Açıklamanın affın hakîkati bölümü incelendiğinde, teslîmiyetsizlik gibi gözüken tavrın sebebi neye bağlanabilir?

“…Muhiddîni Arabî Hazretleri zindanda iken, hayranlarından biri sürüne sürüne gelerek hazrete, tevekkül, kanâat, sabır ve affın hakîkatlerini sorar.
Hazreti Muhiddîn: Yarın gel de birincisine cevap vereyim! buyurur ve o zat, birinci müşkülüne cevap almak üzere zindana geldiği zaman  Muhiddîn Hazretleri’nin bir kuru ekmeği yemekte olduğunu görür. Çok üzülerek bu derece sabrının sebebini sorar. İşte o esnâda hazretin bir işâretiyle bir âlem açılır ve mükellef sofraların kendisi için hazırlanmış olduğunu görür. O zaman hazret; o zâta hitap ederek: “Elimizinin altında neler olduğunu gördün mü? Ammâ bizi buraya gönderen Hakk’tır. Zindanda da yenen gıdâ ise bu kuru ekmektir. Onun için hâlimizin ve mevkîmizin îcapları hilâfına (zıddına) hareket etmeyiz. Hak’tan gelene tevekkül eder, ve sabreyleriz”, buyurur.
İkinci gün o zat yine zindana gelir. Bu defâ da hazreti zincirler içinde görür ve teessür (üzüntü) ile düşünürken, Muhiddîn Hazretleri’nin zincirlerini silkeleyip parçaladığını ve önlerinde güzel bir sâhil belirdiğini bir kayığın ise kendisini kaçırmak üzere hazır beklediğini görür. Hazret bu teklîfi de reddeder.
Üçüncü gün o zat tekrar zindana geldiğinde Hazreti Muhiddîn’in vefat etmiş olduğu haberini alarak, ağlaya ağlaya evine döner.
O gece rüyâsında, âlemi haşrı görür. Hazreti Muhiddîn’i zindana koymaya sebep olan kimselerin zincirlerle bağlı olarak cehenneme sevk edildikleri hazretin ise bunların arkasından koşarak: “Yâ Rabbî, bunlar benden evvel cennete girmedikçe, ben senin cennetine giremem!” diye yalvararak onları şefâat ve affına mazhar ettiğini görür. İşte o zaman kendisini zindanda ziyâret edip sual sormuş olan zâta dönerek: “Gördün mü oğlum bu da affın hakîkatidir!” der…” SOH.2000/s.2223

Hazreti Râbia’nın îmanı, rızâ konusunu değerlendirirken bize hangi noktayı hedef olarak göstermektedir?
Râzı oluşun varabileceği en üst nokta, (dünyâdan geçmek, âhiretten geçmek, vazgeçmek fikrinden dahi vazgeçmek), yâni; terki terk noktası mıdır?
“… Râbia Adeviye Hazretleri, sahâbei kirâmdan Süfyânı Sevrî  ile dâimâ görüşürlerdi. Bir gün Süfyânı Sevrî Râbia Adeviye Hazretleri’ne  gelerek: Ya Rabbî bana selâmet ihsan eyle… diye duâ etti. Bu duâ üzerine Hazreti Adeviye ağladı.
Süfyânı Sevrî Hazretleri:  Niçin ağlıyorsun yâ Adeviye? diye sorunca, beni sen ağlattın. Dünya için selâmet talep ediyorsun da...  Dünya için selâmet onu terketmektir. İşte bunun için ağladım, buyurmuştur…” SOH.2000/s.344

 

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...