KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
TEVHİD
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
TEVHİD

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Zerredeki okyanusu farkedebilmek...
“…Allah... hitâbı kâmil insan’a yapıyor. Bak diyor, bak! Ben neler yarattım. Tekrar tekrar bak. Îtiraz edecek bir şey bulabilir misin? Çünkü îtiraz aklın îcâbıdır kâinatta san’atımı, kudretimi gör!...
…her zerrede, mevcûdâtın her zerresinde, Cenâbı Hak cüz’î veya küllî esmâsiyle tecellî etmiştir…   SOH.2000/s.122

 …Her zerrede bir nûr, her katrede (damlada) bir yeni zuhur vardır. Zerre deyip de geçme! …”
(Öğrenciler ise şöyle özetliyor) YM.1983/s. 442

“…Hayatın zirvesi, bir insanın kendi sembolü içinde mütevazi bir zerre olarak yaşadığını idrâk ettiği demdir…” YM.1983/s. 258259

Varlığını sorgulayan insanoğlu için rûhu sevmek ne demektir? Bu izahla yaratılmışı sevmek nasıl bir mânâ kazanır?
“…Şimdi benim ve senin bir benliğimiz var. Bu mecâzîdir. Ben, ben miyim, sen, sen misin?  Burada, pek sevdiğimiz bir kimse şimdi ölse, ürker, tiksinir, kaçardınız. O halde kimi seviyordunuz, size soruyorum? Onu seviyor idiyseniz, bu tiksinme nedir?  Demek oluyor ki bu sevdiğiniz ile berâber rûhu seviyordunuz…  SOH.2000/s.540
…su hayat veriyor, toprak ise cisim! Ancak her ikisinin imtizacından (uyum sağlamasından) hâsıl olan terkipten (karışımdan) istifade olunabiliyor. Ruh da, bir cisimde zuhûr etmezse ondan kimsenin istifade edemediğine işte bir misal ... YM.1983/s. 429

 … Pastör’ün bulduğu mikropları hiç olmazsa mikroskopla görmek, beslemek ve onları üretmek mümkündür. Fakat rûh âlemindeki mânevî büyük hakîkatleri görmek için henüz cismânî bir mikroskop keşfolunmamıştır. Öyle ise rûhu yine rûha terk etmek ve kendi göziyle kendisini görmeye muvafakat (razı) etmek elbet münâsiptir (uygundur) …”            
(öğrencileri de diyor ki:) YM.1983/s. 424 

“…İnsan, gayba (bilinmeyene) îman ettiği nisbette kendi kendini idrâk ediyor ve kendi kendini idrâk ettiği nisbette mevcut oluyor…”  YM.1983/s.243

Her bir zerreye sevgi ile bakmak tevhîd inancına temel mi teşkil eder?
Tevhîd ehli demekle ne kastedilmektedir?
“…Hakk’ın herkesle olduğunda şüphe yoktur.  Ve hüve maaküm eynemâ küntüm (Hadîd sûresi, 4. âyet) buyuruyor...   SOH.2000/s.79

  …eşyaya bakan göz, o eşyanın mânâsını anlayamazsa, bir bakar körden ibaret kalır…  YM.1983/s. 343

 …Şunu içiyorum, vücudüme fayda veriyor, biz kime fayda veriyoruz? Meselâ sarımsak için öf ne kadar fena kokuyor diyorsun, halbuki o ne dertlere deva, ne hastalara şifa oluyor, biz kimin derdinin devası, hastalığının şifası oluyoruz?… YM.1983/s. 303

  …her bir eşyâda Hakk’ın bir çeşit tecellîsi vardır. Şu halde, keyfiyeti bu hakîkat noktasından görürsen, kimseye kötülük edemez, vefâsızlıkta bulunamaz, hakãret nazarıyle (gözüyle) de bakamazsın...  SOH.2000/s.611

  …Her şey Allâh’ın bir ismine mazhardır, onun için söyleyeceğin sözü dikkatli ve temiz söyle... SOH.2000/s.613

 … Belâ, belâyı verenden gãfil olmaktır. Eserden görüp, müessirden (yapandan etkili olandan) gãfil olmaktır.  Güneşin şuâına (ışığına) sarılmaktır… SOH.2000/s.389

   …her yerde Hakk’ı gördükten sonra kimden incinebilirsin?...SOH.2000/s.213

  …İnsan kâfirde, mü’minde, ganîde (zenginde), fakirde, nar (ateş) ve nurda aynı tecellîyi gördüğü vakit ancak o zaman, hakikaten lâ ilâhe  illâllah (Allah’tan başka ilah yoktur. Yalnız Allah) demiş olur…”    YM.1983/s. 184

Tasavvuf ehlinin hazarâtı hams diye nitelendirdiği Allah’ın sıfatlarının zuhur yeri olan beş makam hakkında nasıl bir bilgi mevcuttur?
Bu bağlamda tevhîd inancı ne demektir? Tevhîd ehli nasıl bir anlayışı kendine hâl edinmiştir?
“… Tasavvuf ehlinin hazarâtı hams, beş hazretler dedikleri bir ıstılâh (tâbir) vardır. Bunların biri ahadiyet mertebesidir ki burada ne ilmen ne de aynen taayyün yâni (şekil) bir varlık vardır.
Beş hazretten ikincisi, taayyüni sânî mertebesidir ki buna âyânı sâbite dahi denir. Âyânı sâbitede de aynen temeyyüz yâni bir vücutlaşma bir varlığa bürünme yoktur. Amma ilmen temeyyüz, yâni fikren bir seçilme, varlığa doğru fikrî bir hazırlanış kendini göstermiştir.
İşte bu âyânı sâbite mertebesi, Hakk’ın zâtının, esmâ ve sıfâtının tecellî mahalli (yeri) olur. Vahdette (birlikte) kesret (çokluk), kesrette vahdet mertebesi, bu mertebedir. Cenâbı Hakk’ın mutlak vücûdu, bu âyânı sâbiteye ayna olduğundan, bu sûretle de vahdette kesret oluyor. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadîsi şerîfi budur işte.
Öyle ki, birinci mü’min, kâmil mü’min; ikinci mü’min, Cenâbı Hak’tır. Demek ki kâmil mü’min, Cenâbı Hakk’ın aynası imiş.
Beş hazretin üçüncü mertebesi, ruhlar âlemidir. İşte melâikei kerubiyun (meleklerin en büyükleri) rûhü’lkuds (Cebrail), aklı evvel hep buradadır.
Dördüncü mertebe, hayâl veyâhut misal âlemidir. Dünya ile bu ruhlar âlemi arasında bir âlemdir. Rüyâlar bu misal ve hayâl âleminde görülür. Melâike ve evliyâ, istedikleri kalıba burada temessül edip (şekillenip) görünürler. Kemal erbâbı, bu âleme, daha dünyâda iken girmiş, görüp gezip ondan haber vermişlerdir. Meleklerin birçok şekillerde temessül edip (cisimlenebilip) göründükleri yer, bu misal âlemidir.
İşte bu âlemlerin cümlesini hâvî olan (içine alan) beşinci bir âlem daha vardır ki, o da beşeriyet ve nâsut (insanlık) âlemidir. Âdemin hakîkati ne büyük şeydir. Bu hakîkatı Âdem, cümleyi ihâta etmiş (içermiş), kuşatmıştır...     SOH.2000/s.565

…biz ve bütün mevcûdat esâsen hayalden ibâretiz. Evvel (önce) ve âhir (sonra) Cenâbı Hak’tan gayrı bir şey yoktur. “Ben bir gizli hazîneydim, istedim ki bilineyim,” buyurduğu zaman, nasıl kendisiyle berâber kimse yok idiyse, şimdi şu dakîkada da gene öyledir. O zamanla bu zaman arasındaki fark ancak Hakk’ın gizlilikten zâhire çıkmasından ibârettir. Zâhir (görünür) de odur, bâtın da (özde) o. Evvel de odur, âhir de (son da) o.
İstedim ki bilineyim’den maksat, Cenabı Hakk’ın kendi kendine tecellî etmesidir. Bir şeftâli ağacı çekirdek iken, ondan dallar yapraklar ve meyveler zuhur ediyor. Ağaç başka çekirdek başka mıdır? Görünüşte başka, esasta ise birdir…SOH.2000/s.624-625

… Sen zannedersin ki Hakk’ın vücûdundan başka bir vücut vardır. Halbuki vücut birdir. O da, Hak’tır. O “nûrı münbasit”e erip (genişleyen, dağılan o nura katılıp)  kemâlini bulunca, o vakit hakîkat sana âşikâr olur, kendini gösterir. Ve:
Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem, şehr ü bâzar kalmadı
sırrı âşikâr olur. İşte tevhîd ehlinin nazariyesi (teorisi) budur.
O vücûdun zâhir görülen kısmı ki, bu mezâhir yâni gördüğümüz şu zuhur, varlık âlemidir. İşte bütün bu zuhur âlemi, Hakk’ın isim ve sıfatlarının mazharları, tecellî mahallî (yeri) olmuştur.
Onun için Resûlullah (s.a): “Beni gören Allâh’ı görür,” buyuruyor. Hazreti Ali de: “Görmediğim Allâh’a tapmam,” buyuruyor. Hazreti Ebû Bekir ise: “Hiçbir şey görmedim ki onda Allâh’ı görmemeyim,” buyuruyor.
“Allâh u nûru’ssemâvâti ve’lard” âyeti de (Nûr sûresi, 35.âyet) bunu gösterir. (Allah semâların ve arzın nûrudur) Hazreti Cüneyd: “Rabbimi Rabbimle gördüm, dedi ki: Kimsin? Dedim ki: Senim,” buyuruyor. Bâyezîdi Bistâmî ise: “Evvelce zannederdim ki ben Hakk’a tâlibim. Halbuki Hak bana tâlip imiş. Yine zannederdim ki Hakk’a vâsıl olacağım (kavuşacağım). Halbuki Hakk’a vâsıl imişim ve yine zannederdim ki ben Hakk’ı zikrederim, halbuki Hak beni zikredermiş. Nihâyet kendimi kendi hayrını isteyen sanırdım. Fakat berbâdıma çalışıyormuşum, hayrımı isteyici ise Allah imiş,” diyor...
...Cenâbı Hak lâ ilâhe illallah sırrını görüp anlamayı ve hal etmeyi bize nasip etsin. Çünkü işiten de, gören de, bilen, bildiren de hep odur.
Lâ mevcûda illallah yâni “Allah’tan gayrı mevcut yoktur.” Lâ fâile illallah yâni “Allah’tan gayrı fâil yoktur.” Kezâ, Allah’tan gayrı izzetleyici (yücelten) hidâyet verici (doğru yola ileten) yoktur, diyoruz. Bunların hepsini topla, lâ ilâhe illallah zuhur eder.
Mâdemki senin vücûdun vardır, tamâmiyle mü’min olamazsın. Bil ki ne ben vardır, ne de sen. Var olan ancak Hak’tır. Tehvîd ehli işte böyle söylüyorlar. Doğruyu bilici Allah’tır. Biz, büyüklerimizden naklen söylüyoruz… SOH.200/s.565-566

…insanın, vücûdunun Hak’la kãim (var) olup müstakil (bağımsız) bir vücûda mâlik (sâhip) olmadığını ve Hakk’ın fiil ve sıfatları ile ancak o kimsenin istîdat ve kãbiliyet derecesine göre onda tecellî ettiğini bilmek gerektir... SOH.2000/s.468
… En büyük küfür, senin kendi vücûdundur. Onu atınca gönlünde hakîkat doğar, îman o vakit gelir. Mâsivâyı (Allah’dan gayrıyı) var zannediyorsun. Yoktur. Bir varlık gösteren yokluktur. Bu dünya bir puthânedir. İçinde olan ihtiraslar ise birer puttur.
İşte küfrü îman yerine koymak demek, kendine vücut vermekten kurtulup vahdete ermek demektir…

SOH. 2000/s.470

…Vücut birdir, demekten maksadımız, kainatta yani yukarıdan aşağı her şeyde ve her yerde Hakk’ın vücudundan başka bir mevcut yoktur; demektir… SOH.2000/s.584

… Meselâ, bu kadın şurasını süpürüyor, çünkü orada temizlenmeye muhtaç bir kir görmüştür. Fakat bu kirli yeri temizlemek için ellerini kirletmiyor, süpürge ile süpürüyor.. yâni vasıtaya vasıta kullanıyor. İnsan mânada âlemi ekberdir (en büyük âlem). Âyeti kerîme’de de “O sizin kendinizdedir, göremiyorsunuz”(Sûrei Zâriyat, âyet: 21) deniyor. İçindeki çûş ve hurûş (coşup taşmak) da, seni bir şeye meylettiren (yönlendiren) de hep o kuvvettir. İşte (Lâ mevcûde illâllah lâ faile illâllah)’ın mânası budur… YM.1983/s.345 -346

…Af da bizde değil, cezâ da. Lâ fâile illallah. Yâni Allah’tan başka fâil (yapan, eden) olmadığını bilmiyorsak yazık bize! …” SOH.2000/s.509

Tevhîd ve vahdet prensibine göre; yaratılmış her zerre Allah’tan bir parçadır. Dolayısıyla eşyâ da, kul da, cümle mevcudat da Hakk’tan bir parçadır, onu yansıtır. Yaratılmış olan da  aslında yoktur. Cümle var olan Hakk’tır. Yaratılmışlık Hakk’ın görünüşlerinden ibârettir. Böylesi bir durumdan yola çıkarak, Muhiddîni Arabî  Hazretleri’nin “Abd Rabdır, Rab abdır. O hâlde teklif kimedir” sorusu Ken’an Rifâî’de nasıl izah bulmuştur?
a) Hazarâtı hams ve  vahdet prensibi  ışığında konu nasıl açıklanmıştır? 
b) “Tecellîye nihâyet yok ki… Cenâbı Hak her an bir başka tecellîdedir (Rahman sûresi, 29. âyet)” bize (konuya ilişkin) nasıl bir mesaj iletir?
c) Kuldan tecellî eden de  Hak’tır ama, Hakk’ın tecellîsine nihâyet yoktur. Hakk, kuldaki tecellî ile sınırlı değildir.  Allah sonsuzdur. Evveli yoktur. Sonrası yoktur. Doğmamıştır. Doğrulmamıştır. Ölümsüzdür. Bâkîdir. Zeval bulmaz… 
Allah, aşkının ateşiyle kulunun benliğini yok eylediğinde,  kendi mânâsı ile kulunu mânâlandırır. Kul artık kendi benliğini bir kenara bırakmış, Allah’ın arzusuna göre şekillenmiş bir haldedir. Nefsinin pisliklerinden arınmış olan o kalıp, Allah tarafından adeta kaplanmıştır. Şüphesiz Allah kalıpla sınırlı değildir. Kalıpların sınırların üzerindedir. Aşkındır (müteâldir)...
Deryâyı, boş bir bardağın üzerinden geçirelim.
Bardak hacmi kadar bu deryâdan payına düşeni alabilecektir. Temiz, pisliklerinden arınmış olması halinde ise deryâdan aldığı suyu, en iyi, en doğru, deryâ ile homojenlik sergileyecek şekilde temsil edeceği ortadadır.
Bardağın içindeki de su. Deryadaki de su.
O halde bardaktaki deryâ mıdır?
Muhiddîni Arabi’nin “Rab Abdır, Abd da Rab dır. O halde teklif kimedir sorusuna getirilen izahtan, yukarıda yer alan a, b ve c şıklarındaki sorularımıza nasıl cevaplar bulabiliriz?
“… Hazreti Muhiddîn: Abd (kul), Rabdır, Rab abddır (kuldur). O halde teklif kimedir? İşte şaşırdığım nokta budur, diyor.
Abd, yâni kul, hakîkat cihetiyle fânî ve meyyittir (hareketsiz), ölüdür. Meyyit olduğu halde nasıl mükellef (sorumlu) olur? Bu teklif, oruç namaz ve ilh… kimedir? Eğer mükellef Rab’dır denirse, Hakk’a teklif olur mu? Rab mükellef kılınır mı?
Lâ mevcûde illallah… yâni Allah’tan başka mevcut yoktur. Mevcûdatta görünen şeylerin hepsi esmâ ve sıfat tecellîsinin mazharıdır. Tecellîye nihâyet yok ki… “Cenâbı Hak her an bir başka tecellîdedir” (Rahman sûresi, 29. âyet) Abd bir mazhardır (kul bir zuhur yeridir). Abdin vücûdunda zâhir olan Hak’tır. Şu halde abd (kul), kendisinde zuhur eden tecellî îtibâriyle Rab’dır. Bakın:
Ey mazharı mürşitte tecelli eden Allah
diyoruz. Rab da, mukayyet (sınırlanmış) bir vücuttan zuhur etmesi îtibâriyle abd’dir (kuldur). Eğer vahdet nûru tecellî ederse o kimse, cümlede Hakk’ı müşâhede eder (gözler). İşte edebin mânâsı da budur. Vahdet (birlik) galebe edince  âşıklık mâşukluk, sizlik bizlik kalmaz. Âşık, mâşuk ve aşk bir olur.
Eğer kesret (çokluk) galebe ederse, senlik benlik taayyün (şekle bürünmüşlük) zâhir olur. Eğer kesretle vahdet birlikte zâhir olursa hayret zuhur edip o kimse mütehayyir (şaşkın) kalır. Bir kimse bu mertebelere varmayınca, bu lezzeti bulamaz. Çünkü bu hal vicdânîdir. Beşeriyet (cismî olarak insanlık) mertebesinde olanlar, tamâmiyle ve küllî olarak Allâh’ın nûrunda fâni olanların mertebesinden nasıl dem vurabilirler? Ve onlar ile kendilerini nasıl kıyaslayabilirler? Onların varlık gösteren yok olmuş vücutları Tûr’u Hakk’ın cezbesi tecellîsinin sarsıntılarıyle kendinden geçip tamâmiyle muzmahil (darmadağın) olmuş, silinip gitmiştir. İşte o zaman bunların iki âlemi kendinde toplamış olan Tûrı Sînâ’ya benzeyen varlıkları dağından zuhur eden kavil (söz) ve fiil, in’ikâs (yansıma) yoluyla, Rahmân’ın iktizâlarıdır (gerekleridir). Âyeti kerîmede de: “Allah de sonra onları bırak, kendi havzalarında oynasınlar” (En’am sûresi, 91.âyet). buyuruluyor.
Ama bu, âyeti kerîmenin zâhir mânâsı sırrı ise: Allah bes bâkî heves (Allah sana yeter) demektir. Yâni Allah de, mâsivâyı (gayrıyı) bırak. Çünkü yalnız Allah vardır... SOH.2000/s.161-162

 …Birlik yâni vahdet mertebesini bulmuş kimseye şeytan karışmaz. Bu mertebeyi bulanlar Allâh’ın velîleridir…”  SOH.2000/s.628

Vahdet prensibi düşünüldüğünde, secde ediş neyi ifâde eder? 
a) Vahdet noktasında, ortada yanlız Allah ve Allah’tan başka bir şey olmadığı düşünülürse, secde kimden kimedir?
b) Cümle mevcudat, Allah’ı ancak kendi algılayabilirliği kadarıyla bilecektir. Taayyün aleminde (şekle bürünmüşlükle) secdesi (mevcudatın) kendi algılayabildiği Allah’adır. Oysa Allah sınırların ötesidir. O halde
Taayyün âleminde, cüz’ün (parçanın) kendi küllüne (algılayabilirliğinin en üst seviyesine) mi  secdesi söz konusudur?
c) Şiblî’nin vahdet ânında secdenin kime olduğunu sorgulayışı hakkında Ken’an Rifâî’nin yorumu ne olmuştur?
f) İnsânı kâmil’in secdesinin ulaştığını düşünürsek, secde anı, cüzdeki küllün, sınırsız, hudutsuz, zeval bulmayan, ölmeyen, doğmayan, öncesi sonrası bulunmayan... gerçek külle olduğunu söyleyebilir miyiz?
d) “İnsânı kâmile nazar kâbeye nazar gibidir” Hadîsi şerifiyle ne anlatılmaktadır?
e) Duâ etmek tevhîde aykırı mıdır?
Şâyet vahdet noktasına ulaşılabilinir ise,  gören de görülen de o noktada bir olacaktır.  İsteyip istememek, kahırlar, lutuflar birdir.  Bu noktada kulun arzûsunun, Allah’ın arzusu hâricinde olamayacağını öğrenmiştik. Dolayısıyla da ortada istenecek  istenmeyecek, kahır veya lutuf diye adlandırılabilecek bir şey kalmamış olması doğal değil midir?
O halde  vahdet noktasında duâ yer alabilir mi?
“…Şiblî namaza hazır olduğu zaman kesret (çokluk) âleminin hükmü idi. Namaza başlayınca görüyor ki ibâdet eden ve edilen, yâni kul ve Hak hep beraber olmuştur. Eğer namazını ibâdet eden ve ibâdet edilen ayrıdır diye kılsa, bu takdirde vahdet nûrunu inkâr etmiş olacak.  Ve eğer mâbut ve âbit, (ibadet edilen ve ibâdet eden) secde eden ve edileni bir olmuş olarak görüp namazı terk etse kâfir olacaktır…
…bütün bu zikrolunan hâlet vicdânîdir. Yoksa beşeriyet mertebesinde ve kesret âleminin pençesinde olanlar, cümleden hür ve âzat olan irfan ve vicdan ehlinin hallerini kendi hallerine nasıl kıyas edebilirler? Hazreti Mevlânâ’nın dediği gibi: “Pâk olanlar ile kendini kıyas etmek, bayağı aslanla Acem bayrağında olan aslanı kıyas etmek gibidir.” …  SOH.2000/s.472

…Şüphesiz ki, tecellînin bu genişliğinden ve sonsuzluğundan habersiz olanlara, zuhûrun böyle çeşitli şekiller  ve hallerde olması düşüncelerini karmakarışık edip, elemler kederler verir. Fakat zamanın babası (Ebü’lvakt insânı kâmil, zamânın varoluşuyla mânâ kazandığı), yâni zamâna tasarruf edici olup da Hakk’ın tecellîsinde mahvolanlar her bir zuhurda bir nur cilvesi görüp dâimî zevkte olurlar. Bil ki zuhûrun gereği hem kabz ve bast, yâni darlık ve ferahlık, hem celâl ve cemaldir ki bu tecellîler birbirinden ayrı değil, birbirine eştir... SOH.2000/s.304

…büyük mevkide olanlar... Allâh’ım senin rızânı isterim, demekten bile utanırlar. Zîra bunu da bir menfaat sayarlar. Hattâ: Senin yakınlığını isteriz, dahi diyemezler.
Tamâmiyle tekâmül etmek için rûhânî ve mânevî menfaatten bile soyunmak lâzımdır… SOH.2000/s.457

…Kur’anı Kerîm herkese hitap etmiştir. Orada bütün insanlara, havâssa, ahassü’lhavâssa (özel, çok özele, saygınlara), mü’min ve kâfirlere de hitap vardır. Doğrudan doğruya peygambere de hitap vardır.
“Herkese aklının yettiği mertebeden söyle” hadîsi şerîfinin verdiği düstûru (prensibi) ele alırsak, bir çocukla konuşmak ile, rüşde vâsıl olmuş bir kimse ile konuşmak bir olmadığını görürüz. Kezâ, zâhir ilimlere vâkıf bir münevver (aydın) ile konuşmak başka, bilgiden yana, sathî (yüzeysel) ve basit bilgisinin içinde kalmış kimse ile konuşmak yine başkadır.
Onun için kibârı ehlullah dediğimiz kâmil kimseler, Allah’tan emir almadıkça duâda bulunmazlar…              SOH.2000/s.477

 …Su içinde yüzen kimsenin su istemesi ayıp değil midir?  Yakınlık talebi adamına göre hicaptır (perdedir, noksandır). Hak’la hak olmak derecesini bulan kimse, istemek ve istememek derecelerini de geçmiş, kahır ve lutfu birleyip deryâya dalmıştır.
Daha hangi yakınlığı isteyebilir? Suya garkolan kimsenin susuzlar gibi su istemesi tuhaf olmaz mı? …       SOH.2000/s.319-320

…Onlar da duâ ederler, fakat emir ile duâ ederler. Kendiliğinden yok olduğu için, ettiği duâyı kabul eden de odur. Nitekim hadîsi kudsîde buyurulduğu üzere: “O kulum  bana yaklaştığı vakitte ben onu severim. Ben onu sevdiğim vakitte gördüğü göz, işittiği kulak, tuttuğu el ben olurum,” hikmetlerin sırrı ve hilkatın rumûzu (yaratılışın sembolü) budur işte.
Bize gelince, biz duâda kusur etmemeliyiz. Biz muhtâcız. Biz, Acem bayrağındaki arslan gibiyiz. Onlar ise ormanlarda gezen hakîkî arslanlardır. Binâenaleyh onların işleriyle kendi işlerimizi kıyaslamak asla doğru olmaz…”SOH.2000/s.477

“…Muhyî Bey:
Hadîsi şerifte: “Hazreti Ali’ye nazar, Kâbe’ye nazar gibidir,” buyurulmuş, bunu îzah eder misiniz?

 “Hazreti Ali’nin vechine bakmak, Kâbe’ye nazar etmek gibidir. Âlimin vechine bakmak da öyledir. Yoksa bu hadîsi şerif, yalnız Hazreti Ali’ye tahsis edilmemiştir (özel olarak ayrılmamıştır). Ancak, Ali’nin vechine bakmak ibâdettir, buyurulmuş olması, Hazreti Ali’nin Allah’ta fânî olmuş bulunması îtibâriyledir... SOH. 2000/s. 540-541

…Takvânın üç derecesi vardır. Birinci derecesi, Cenâbı Hakk’ın haram kıldığı fiillerden perhiz etmek ve emir buyurduğu şeylere uymaktır.
Âlâ derecesi mâsivallahtan yâni Hak’tan gayri şeylerden perhiz etmektir. Demek oluyor ki takvâ, mâsivallâhı yakıyor. Fakat bir tecellî daha olursa takvâyı da yakıyor ve o zaman, Allah var, ondan başka bir şey yok; evvelde de, şimdi de öyle... sırrı zuhur ederek, perhiz edecek mâsivallah bırakmıyor. Çünkü mâsivallah (Allah’tan gayrı) yoktur ki bıraksın.
Fakat bu dereceler geçilmedikçe anlaşılamaz. Peşin haramdan, nehyolunan (yasak) şeylerden sakınacak ve emir edileni yapacaksın sonra bu derece zuhûra gelecektir... SOH.2000/s.537

…emânetten maksat, insanın kendinde ve cümle mevcûdatta Allâh’ı görmesidir. Sende bir ilâhî sır, bir emânetullah vardır. Onu sana vermişler ki, arayıp bulasın diye… Onu bulmak için de şüphesiz eline mücâhede (savaş) kazmasını alıp vücûdunun binâ olunduğu o beşerî tabakaları birer birer riyâzat külüngü (kazması) ile yıkacaksın. Tâ ki o yıkıldıktan sonra, içinden çıkacak hazînede gömülü olan emãnetullahı (kutsal emaneti) bulasın.
Sonra da onu bulduğun gibi:
Kande (nereye) baksan ol güzel Allâh’ı bul
Âdem isen semme Vechullâhı bul
(Allah’ın yüzü oradadır, insan isen onu bul)
sırrına mazhar olursun. Yoksa hayat, yiyip içmek gezip tozmaktan ibâret değildir. Bu hayvanda da vardır…” SOH.2000/s.560-561

Ken’an Rifâî’nin (ilâhi) aşkı bir metot olarak değerlendirip, tevhîde ve vahdete ulaşmada tek yol olarak kabul etmesinin sebebi nasıl açıklanabilir? Bu sorumuza getirilen izahtan cüzün öncelikle kendi küllüne secdesi hakkında nasıl bir açıklamaya ulaşırız?
(Öğrenciler diyor ki:)
“…onun tasavvufdan kastettiği şey en geniş mânası ile “birlemek”tir.  Kesret (çokluk) halinde önümüze serilen bu âlemi bir bilip, bir görüp, bir sevmek…”  YM.1983/s. 180
(Ken’an Rifâî :)
“... “Yâ Rabbi! Sen cehenneminde azab edeceğim, diyorsun. Senin olmadığın yeri göster ki cehennemini göreyim diyen şair ne güzel söylemiş. ... En küçük zerreden bilcümle (bütün) mevcudata kadar her şey hâlikın (Yaratanın) tecellisinde müstağraktır (gark olmuştur).
Her insan, Hakkın bir başka sûretinde (şekilde) bize el uzatan sâdık bir dosttur. Hayatı, dosttan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan (gizli) imiş, diyen Niyazi’nin rü’yeti (görüşü) ile seyredebilmek ne büyük bir zevktir... ”
(Öğrenci:)
Bu fikrini “ağyar (el, yabancı olan) yok , zıdlar var” diye de formüle eden Kenan Rifaî’nin imanındaki samimiyet her halinden ve her sözünden aşıp taşmaktadır. Esasen kendisinin de dediği gibi “bir kabın içinde ne varsa o kabdan o sızar...
(Ken’an Rifâî şöyle devam ediyor:)
... Allah, aklı küldür, Allah’ı ancak kendimizde mevcut olan Allah’la bilebiliriz. Hazreti Ebûbekir’in “Rabbimi Rabbimle gördüm. Dedim ki kimsin, dedi ki senim” demesi ve Muhiddini Arabî’nin: Abd Rabdır, Rab abdir, o halde bu teklif kimedir diye sorması bu yüzdendir.”

Bu konuşma esnasında, güzel bir vak’a da cereyan ediyor. Odada bulunan ve o zaman ancak 2 yaşında olan torunu Ahsen, elindeki aynaya bakıp kendi hayâlini görünce bu hayâle temenna (selâm) ediyor. Her küçük hadisenin yardımı ve ışığı ile bir meselenin halline giden Kenan Rifaî, bu küçük vak’ayı da gözden kaçırmıyarak ele alıyor ve: “İnsan mir’atı  ilâhîde (ilâhî aynada) kendi kendisini görünce anlar ki kendinin matlûbu (talep ettiği) ve mescûdu (secde ettiği) yine kendi imiş ve kendi lisânından tahıyyâtı (selâmını) yine kendi zâtına söylermiş. Demek oluyor ki o mir’atı hakîkîye (hakikat aynasında) nazar eden sâcid (secdeye varan) ve mescûd (secde ettiği), âşık ve mâşuk yine kendi olduğunu anlıyor. Ahsen’in aynaya bakması ile temennâyı kendine etmesi gibi, görür ki, secdesi kendisinedir, eden de kendisidir.”
Bütün bunları hulâsa etmek (özetlemek) istersek diyebiliriz ki Kenan Rifaî’nin tasavvuf anlayışı cümle mevcûdâtı (varolanı) Hak, Hakkı da halk bilmek esasına dayanan ve insandan kendi fâni (ölümlü, zeval bulmaya mahkûm) vücudunu bâki (ölümsüz, gerçekte var) olan Hakkın yâni halkın hizmet ve menfaati yolunda ifna (yok) etmesini talep eden bir âlem görüşüne dayanıyordu. Zira o, insan müdrikesine (idrâkine) nâmütenahî cüz’üler (sonsuz parçalar) şeklinde dökülen küllî varlığı, mâna dolu bir vahdet halinde idrâk edebilme keyfiyetini benliğine bütünü ile maledebilmiş olan gerçek bir mutasavvıftı (tasavvuf ehli idi)... YM.1983/s.185-186

...aşkını ... bütün insaniyete yorulmadan cömertçe bütün bir ömür boşalttı. Bu şeyda (sevmeyi seven) ve serâzat (hür) âşığın bir gün şöyle seslendiğini işitiyoruz:
“Aşk! Aşk! İşte beni yalnız bu kuvvet kandırdı!... Ebedî, hakîkî aşk, benim kendimi hissettiğim zamanlardan beri dünyanın geçici zevkleri ile aramı açan ve beni kendimden başkasına gönül verdirmeyen mâbudumdur (ilâhımdır)...
...  Benim sabrım ne vakit kalktı biliyor musunuz? Aşk doğdu, ve âşıkı ölümle tehdit etmek bâtıl (boş) oldu  ve bu âşıkın, sevdiği uğrunda yok olması hayatı ebediyeye (ölümsüz hayata) kavuşması demek olduğu aşikâr oldu, işte benim sabrım o vakit kalktı... Aşk geldi mi kıyamet koptu demektir, aşk geldi mi tövbe kapıları kapınır...
...Sazı severim, beni söylerse, sözü severim, beni söylerse, güzeli severim, beni söyler, beni severse!. Benim mânam olmayan, beni söylemeyen güzeli ne yapayım? Ben karşımda kendi mânamı görmeliyim, onu nerede bulursam ona âşık olurum. Ben aşkın izhârını (ortaya çıkışını) severim. Ben aşkın lisânını severim. Şiir, musiki, su sesi aşkın lisânıdır, aşkı söylerler, onun için severim.” Gerçekten de Kenan Rifaî mânaya meczup (kapılmış) ve meftundur (tutkundur). Semiha Cemal’in dediği gibi “kadında dahî muayyen (belli) bir heykeli hüsn ü hayal, onun için mevcut değildir. Kadın, mazharı aşktır (aşk sıfatının ortaya çıktığı yerdir), diye onu tebcil eder (yüceltir).”
… “Aşk, her şeyden evvel bana istemeyi unutturdu” diyen bu büyük insan, şu mukaddes iptilâsında (tutkusunda) dahi o kadar kanaatkâr ve munsiftir (insaflıdır) ki “azıcık hararetim olur da serince bir su içersem o suda ben aşk lezzeti duyarım” demektedir.
Ona göre, “Aşk, ölümle tev’emdir (eştir).” İhtiraslarını, zaaflarını, nisyanlarını (Hakk’ı unutuşlarını) öldürmemiş kimselerin aşkı bilmeleri muhaldir (şüphelidir)... Bütün yaradılmışlar içinde yalnız insanların erebildiği son tekâmül merhalesi (gelişim aşaması) olan aşka lâyık olabilmek için insan “değil acı ve tatlı kaydından, sırasında aşkından bile geçmedikçe insan olamıyor.”
Görülüyor ki, insanları gerçek insan etmek yolunda aşktan başka muallim (öğretici) tanımıyordu. Muhalleri (şüpheleri) mümkün kılan bu kudret, girdiği yerde taş taş üstünde bırakmaz, yakar, yıkarsa da onun yeniden inşası, insanlık sıfatına en yakışan bir mükemmellik örneğine göre vücut bulur. Aşk bir irfan ışığıdır ki yolu yoluna düşenlere iyiyi fenadan, bâtılı (boş olanı) sahihten (doludan, açıktan), yalanı ve çirkini doğrudan ve güzelden ayıracak ölçüleri verir. Aşk hayatının keyfiyet yakıcı zevkine ayak koyanlar için ne gelmek, ne gitmek, ne çekmek hiçbir şey yoktur. Onlar ne doğar, ne ölür, yalnız aşkın vücudünde seyrederler. “Aşk her şeyin, zikrin ve ibâdetin de fevkindedir (üstündedir). İbâdet de aşksız olursa bir işe yaramaz, cemâli görerek aşkla yapılan ibâdetle, Allah’ın emri diye yapılan ibâdet arasında ne azim (büyük) fark vardır.”
Kenan Rifaî bu duyguda dahi egoistliği, inhisarcılığı (tekelciliği) istemiyor. “Kendi hakkında istediğin hayrı, güzelliği, gönül zevkini, aşkı ve nûru başkaları için de iste ki tam âşık olasın. Zevkini, aşkını varlığını bezlet; çünkü aşkın kemâli bezletmektir (saçmak, dağıtmaktır).” diyor...”  YM.1983/s.188-189-190

Şerîat ehli ve tevhîd ehli arasındaki fark  vahdeti vücûd (vücûd birliği) konusuna nasıl yansımıştır?
“… Şerîat ehline göre bir hâdis, yâni sonradan yaratılmış, bir de kadîm, yâni ebedî vücut vardır. Onun için de şerîat ehli, Allah başka, vücut başkadır, derler.
Tevhîd ehlinin inançlarına gelince, onlar, vücut birdir iki değildir, derler. Yalnız, bu bir olan vücûdun bâtını ve zâhiri vardır. Bâtını, bir nûrı münbasittir ki (genişleyen dağılan nurdur ki) cümle mevcûdâtı (varolanı) kuşatmıştır. Âlem, bu nûrun içinde, güneşe karşı bir zerre, denize karşı bir katre (damla) hükmündedir. Binâenaleyh bu beyan ve târîfe gelmeyen, nihâyet ve pâyânı (ucu) olmayan bir sonsuzluktur. İşte cümle mevcûdattan zuhur eden, bu nurdur. Bilcümle mevcûdat ise bu nûrun tecellîsine mazhardır. Her bir varlıktan zuhur eden işte bu nurdur...   SOH.2000/s.564

…Bir gün balıklar toplanarak demişler ki: Su, su... dedikleri bir şey varmış. Yalnız ismini işitiyoruz, kendini göremiyoruz. İçlerinden biri demiş ki:  Falan denizde herşeyi bilen bir balık vardır. Gidelim de ona soralım... Olsa olsa müşkülümüzü o halleder.
Gidip dertlerini anlatmışlar ve: Su nerededir, bize göster! demişler. Hazret de: Suyun olmadığı yeri siz bana gösterin! cevâbında bulunmuş.
Bunun gibi, her bir zerreyi nûrun nûru olan Cenâbı  Hakk’ın nûru ihâta etmiş (kaplamıştır), her şey onun vücûdundan zuhur etmiş ve ona yakın olmuştur. Nasıl ki Cenâbı Hak, Kur’ânı Kerîm’de: “Sana benden soranlara de ki: Ben onların yakınındayım (Bakara sûresi, 186. âyet)…” SOH.2000/s.347

…Allah görülür, çünkü ondan başka bir şey yoktur. Onu göstermeyen, bizim kendi hicâbımızdır (ayıbımızdır). Kendi varlığımız ve benliğimizdir. Niyazî Mısrî’nin dediği gibi:

“Hak’dan ayan bir nesne yok
Gözsüzlere pinhân (gizli) imiş..”

Fakat, görene! köre ne? Mevcudiyetimiz kalkınca Allah kendi nûriyle kendini görmüş oluyor.
Demek oluyor ki, sen, sen olunca Allah’ı görmek kabil değildir. Allah’ı görmek, senin kendiliğinden çıkmandır. O zaman senin kendiliğin de Allah’ın nûrundan ibaret kalır ve gören de, görülen de bir olur...YM.1983/s. 346-347

 … Hakk’a ayrı, eşyâya dahi yine ayrı bir vücut vererek, Allah, âlem zerrelerinin gizli ve âşikâr, zâhir ve bâtın hareket, gidiş ve hâlini ilmen bilir, demek imkânsızdır. Çünkü iki ayrı vücut arasında bir oluşun ilmen gerçekleşmesi mümkün değildir. Ahmed’in başı ağrısa, Ömer’in bundan haberi olmaz. Çünkü Ahmed’in ilmi, yâni bilgisi, bedeninden öteye geçemez.
Esâsen ilâhî kelimeler olan her bir zerrenin başlı başına olması ve yekdiğerinin sırrını hâvî bulunması (içermesi),  vücut birliğine işârettir. Meselâ bin adet elmanın içinden bir adedini ayırıp tahlil etsen, bu elmanın terkîbi (karışımı), ötekininkinin aynıdır. Şu halde aradaki fark, çokluktan ibârettir.
Anlaşılıyor ki her cisim, kendi madde ve sırlarını içinde toplamış yekpâre (tek parça) bir cevherdir ki bu cevhere ilâhî kelimeler denir…”SOH.2000/s.584

Kesret nedir?
“…Bir boya kutusu içinde muhtelif renkler var. Bunların üstüne su serpilince, muhtelif renklerde sular akıyor. Halbuki su, renksizdir... işte o boyalar âyânı sâbite (şekle bürünmeden önceki âlem) gibidir. Bir de şu var ki bütün renklerin birbirine karıştırılmasından renksizlik zuhur eder...   SOH.2000/s.108

… “Ben gizli bir hazîneydim istedim ki bilineyim ve: O demde Allah vardı ve onunla başka bir şey yoktu” mertebesidir. İşte bu mertebeye gaybı evvel de deniyor... SOH.2000/s.272

…vahdet makãmı ve ulûhiyet (ilâhlık, yâni; teklik noktasına varış, ilâhi oluş) mertebesi gizli bir hazînedir. Herkesin kalbine ve zihnine gelen fikrî, aklî ve hissî nakış ve sûretler, hep o hazînenin parıltıları ve akisleridir.
İşte bu parıltılar, hazînenin altunları mesâbesinde (konumunda) olan ilâhî sıfatların parlak akisleri (yansıyışlarının) eseridir. Ama bu parıltı ve akisler, herkese istîdâdına göre ışık verir…
SOH.2000/s.265

…Kesret yoktur. Kesret, senin gözüne göre vardır. Bu görünüş âleminde tezâhür eden (ortaya çıkan) çokluk,  Hakk’ın tecellîsidir. Eşyâ, Hakk’a ayna olmuş, Cenâbı Hak, bu yaratılış âleminde kendi sıfatlarını ve isimlerini görür. Kezâ insanlar da bu yaratılış âleminde Hakk’ın tecellîsini görürler…  SOH.2000/s.615

…Hâsılı mahlûkat ve bütün bu yaradılış âlemi Hakk’ın mutlak güzelliğine perde gibidir. Bu perde açılıp Hazreti Ebû Bekir’in: “Hiçbir şey görmedim ki onda Allâh’ı görmeyeyim,” dediği gibi görgü sâhibi olmak, ancak ölmezden evvel ölmekle olur…” SOH.2000/s.249

Bu çokluk niye?
“…Nokta deyip de geçmemeli. “İlim de bir noktadır, onu câhiller çoğaltmışlardır,”  buyuruyor Hazreti Ali. Bu gördüğümüz âlem, bu varlıklar, hep bir noktanın zuhûrundan ibârettir. Ancak, o noktayı halka anlatabilmek için de behemahal (mutlaka) teksir etmek, çoğaltmak îcap eder. Herkes o noktadan anlar mı? Meselâ benim zihnimde bir hikâye var. Onu gazetede neşretmek (yayınlamak) istiyorum. Fakat hikâyeyi yazacağım yerde, kağıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikâyemi, kendime göre ifâde etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi (detaylı açıklanması) yâni hikâyenin yazılması lâzımdır…”         SOH.2000/s.58

…Evet, ilim bir noktadır, fakat o noktadan maksat noktayı vahdettir (teklik noktasıdır). Kur’an da bir noktadır!  Mademki yalnız bir noktayı vahdet var.. o halde bu kesret, bu varlık nedir diye sorulabilir.
Allah, mevcudatı kendini bilsinler için yarattı. Nâmı diğerle kendine ayna düzdü, hilkatten (yaratılıştan) maksut budur. Bu kesret, bir hayalden ibarettir. Hakikatte mevcut olan, vâhidi bizzattır (tek olan zattır). Ancak cahiller bu kesrette bir vücut farzederler… 
… Hakîkat zâhir olunca, şerîat bâtıl olur. Şerîat, nizam ve intizamı âlem (âlemin düzeni) içindir. Eğer hakîkat âşikâr olursa, hayret zâhir olur. O vakit bu kesret mâdum olur (yokolur).
İlim; hakikatte bir noktadır. Yâni noktayı irfandır. Bir kimsenin zâhirî ve rûhânî ilimleri tahsilden maksadı, noktayı irfanı bulmak olmalıdır. Eğer bu kimse noktayı irfanı bulmaksızın, yalnız bu ilimlerde oyalanıp kalırsa vaktini zâyi etmiş olur. Zira bütün bu ilimler o hakikate vâsıl olabilmek için atılmış şebekeler, ağlardır. Ve o ağları hakikat balıkçısı seni sayd etmek (avlamak) için atmıştır. Eğer sen taşlar, kayalar arasında ilişir kalırsan hakîkate vâsıl olamazsın…”   YM.1983/s. 399-400

Mizaç farklılıkları da aslında kesretten bir parça mıdır?  Zeytinyağı ve su örneğiyle konu nasıl açıklanmıştır?
“…Her ne kadar bunları birbirlerine karıştırsan bir müddet sonra yine ayrılırlar. Bunun gibi yekdiğerine muhâlif (biri diğerine zıt) yâni ayrı isimlere mazhar olmuş iki kimse her ne kadar zarûri olarak berâber bulunsalar da, kendi hallerine kalınca yine birbirlerinin zıddıdırlar. İşte mazhariyet cihetiyle mücâdeleler, azap ve eziyetler, çarpışmalar ve netîce îtibâriyle cezâlar bundandır.
Yoksa hakîkat cihetiyle, bu zıt isimlerin hepsi bir küldür (bütündür), vâhittir (birdir). O mertebede dâvâ yoktur. Su ile imtizaç etmeyen (birleşip kaynaşmayan) zeytin yağının aslı su olduğu gibi... Firavun ile Mûsâ’nın da hakîkatte asılları bir olduğu gibi... Ayrılmaları, zıddiyetleri, mazhar oldukları isimler ve yaratılışları cihetiyledir...” SOH.2000/s.540

Zıtların biraraya gelişindeki ulvî âhenk vahdet anlayışını mı doğurur?
“… Şu da var ki, bu âhengi vücûda getiren muhtelif notalar olduğu halde, meselâ, bunlardan birini alıp yalnız (re, rere) yâhut (mi, mi, mi) diye hep aynı sesi çıkarsa, aynı tanbur ve aynı teller, şu anda duyduğumuz zevki verebilir mi? Demek ki bu âhengi vücûda getiren, seslerin ihtilâfı (uyuşmazlığı, karşıtlığı), birbirine zıt seslerin ustalıkla bir araya getirilmesi imiş. İşte ilâhî saltanat da zıtlar ile tecellî edegelmiştir…”  SOH.2000/s.283

Abes diye birşey var mıdır? Bunu çözmeyi başarabilen için ne söylenebilir?
“… Bu âlemde abes bir şey yoktur. Esâsen bütün bu tezatların (zıtların) bir araya gelmesiyledir ki zevk hâsıl olur. Sinemada, tiyatroda bile iki sevişenin arasına bir cadı girmeyince tad olmuyor. Eğer bu âlemde de âşık ve mâşuk, şakî ve denî  (soysuz) mevcut olmazsa hayat noksan kalmış olur.  İşte bu çoklukta birliği görüş ve o sûretle (şekilde) Hakk’ın cemâlini temâşâ ediş (seyrediş) ne kadar tatlı şeydir. Sen o münkirde (inkâr eden de) de ilâhî saltanatı seyret. Buna muvaffak olan, mârifet sâhibidir. İrfânı Muhammedî’ye mâliktir (sâhiptir). İrfan demek bu demektir.
Kezâ, insan da bir zıtlar âbidesi değil midir?  Meselâ bir güzelin bağırsağını, gözünü, ciğerini ve küme küme saçlarını getirseler, bütün îtibâriyle meftun (tutkun) olduğun o güzelin gözünü, dudağını öpebilir misin? Aksine, ne iğrenç, ne korkunç şeyler! diye korkar kaçarsın. Ancak bunların hepsi birleşince zevk ve âhenk meydana geliyor ve o zaman ne güzel insan diyorsun.
Ses için de başka türlü düşünülemez. Şöyle ki: A güzelim nerdesin, göster bana kendini, ilâhîsinin ne güzel bir bestesi vardır. İşte bu besteyi notalara ayırıp, teker teker do, re, mi… diye okusan derhal o âhenk ve zevk kaybolup gider. Halbuki inceli kalınlı, diyezli bemollü bir kompozisyon olarak ne kadar tesirli, ne kadar âhenkli ve zevklidir. Onun için kötü dediğimiz şeylerin de bu âlemde bir vazîfesi ve yeri vardır. Bunu idrak etmek ise er kişi kârıdır…”SOH.2000/s.313-314

“Kisvenin kıymeti yoktur” neye istînâden söylenmiştir? Bu düşünce  tevhîd inancına nasıl yansır?
“…  Bir İngiliz papazı, müslüman olmuş. Fakat gazeteler vâsıtasıyle İslâm âlemine şöyle bir beyannâme neşretmiş (yayınlamış): Ey müslümanlar, ben İslâmiyet’in bütün hakîkatlerini görüp tasdik ettim ve elhamdülillah müslüman oldum, lâkin annem ihtiyardır. Eğer benim müslüman olduğumu duyarsa kederinden ölür. Şimdi size soruyorum: Annemden, müslüman olduğumu gizlemek için papaz kisvesiyle gezebilir miyim?
Papaz bu suâli sora dursun, biz de deriz ki, kisvenin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah zâhirinize değil, kalbinize bakar. Cenâbı Resûlullah da inneme’lâmâlü bi’nniyât, yâni “amel niyet içinde gizlidir” buyurur. Bu ne büyük bir düsturdur…”SOH.2000/s.370

Din farklılıkları da, dinsizlik de kesrette birer noktayı mı oluşturmaktadır?
“…Esas itibariyle bütün dinler birdir. İptidaî dinlerden tutunuz, İbrahim’den, Mûsa’dan, İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar bütün dinler mâna itibariyle aynıdır. Maksat tasfiyei derun (iç özü saflaştırma) ve Allah’ı tanımak ve bulmaktır. Din de ilk mektepten üniversiteye gelinceye kadar bir talebenin geçirdiği taallüm (öğrenme) safahatını (evrelerini) geçirmiş ve İslâmiyette kemalini bulmuştur… Hıristiyan nedir? Sen onu gayrı mı görüyorsun? Sen İsa’ya da inanıyorsun, Mûsa’ya da.. çünkü başka türlü müslüman olamazsın...” YM.1983/s.134

(Öğrenciler:)
“…Herkes imanlıdır. “Ben dinsizim” diye şerefine yemin edenin bile şerefi dinden müsteardır (ödünç alınmıştır), yemîni de dînî bir jesttir. Belki Allahı, peygamberi düşünmez. Fakat yenemediği müphem (belirsiz) huzursuzlukları, haşyetleri (korkuları), türlü türlü kamuflaj altında gizlenmiş ölüm korkuları, devasız kalmaya mahkûm ruh illetleri vardır ki bunların hepsinin uygun mecra bulamamış ve seyrini şaşmış iman olduğunu isabetle iddia edebiliriz…” YM.1983/s. 244-245

Mânâya eremeyip, yüzeyde kalınması ve yaptıranın kim olduğunun algılanamaması hâliyle nasıl bir durum kastediliyor olabilir?
“… Karagöz’ü (1) Türk zevkine mal eden Şeyh Küşterî, bu oyunla, görmeyenlerin cehline (bilgisizliğine), şuhut ehlinin ve evliyânın görmelerine, hakîkat ehlinin de aynı hüviyet olmalarına ne güzel işâret etmiştir. Öyle değil mi ya? Câhiller gördüklerini o gölgelerden bilirler. Bir Arnavut’un Şîrin ile Ferhad’ın arasına giren cadıya piştovu çektiği gibi…” SOH.2000/s.252
1 (Gölge oyunu kahramânı)

Kesretten vahdete, vahdetten kesrete bakış...
Tevhid prensibine göre, varolan her noktada Allah’ın nûru âşikâr olmaktadır. O halde nefis de bu nurdan bir yansıma içerir mi?
Nefis kesrette bir nokta mıdır?
Hayvanî nefisten, insânî nefse (ıslah olmuş nefse), ordan da nefsi külle (Cenâbı Hakk’ın bilinmesini arzu ettiği küllündeki nefse) uzanan bir yolculuktan bahsedebilir miyiz?
“… “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Bakara sûresi, 156. âyet); her şeyin rücûu, dönüşü hep o merkeze, hep Allâh’adır.” Uzaklıkta yakınlıkta varacağın nokta, hep aynı merkezdir… SOH.2000/s.306

… “Ey mutmainne (terbiye görerek emniyet getirmiş tatmin olmuş) olan nefis, sen Rabbine, o senden sen ondan râzı olduğun halde dön..” (Fecr sûresi,  27. âyet)…
Her şeyin olduğu gibi nefsin hakîkati de Allah’tır… SOH.2000/s.180

…Nasıl ki nefes ve harfleri ağızdan çıkarmak sûretiyle söz ve kelime zuhur ediyorsa, bütün bu görünen ve olan şeyler de Allâh’ın kelimeleridir. Evliyâ, ulvî, yüksek kelimeler; eşya ise süflî, alçak kelimelerdir ve bunların hepsi de bir (kün) (ol) emrinden zuhur etmiştir. Her şey, aslında ne ise, sonunda da odur. Çünkü evvel sondur, son da evveldir. SOH. 2000/s.211

Yaşam mâcerası içerisinde tevhîd inancı nasıl bir denge üzere yer almaktadır?  Aşağıdaki sorularımızdan yararlanarak konuyu nasıl inceleyebiliriz?
a) Tevhîd inancı olmayan kişinin düştüğü gülünç durum, hikâye aracılığıyla nasıl izah edilebilir?
b) Cebrilik anlayışı (kaderciliğin getirdiği baskı) kişiyi cüz’î irâdeyi inkâra sürükler mi?
c) Tevhîd anlayışında cüz’î irâde ile gelişen denge, âlem düzenine nasıl katkıda bulunur?
d) Vahdet prensibi göz önüne alındığında, denge; “Sevdiğim bir, gördüğüm bir, taptığım bir” ifâdesine nasıl bir mânâ kazandırır?
e) Gerçek bir tevhîd ehli hakkında ne söyleyebiliriz?
f) Tevhîdi sıfat hattâ tevhîdi zâta ulaşamayan tevhîdi ef’âlde kalan vahdet anlayışı neden yanlıştır?
“… Birgün, Şîrin ile Ferhat oyunu oynanırken, cadı bunları birbirinden ayırdığı zaman Arnavud’un biri kızmış ve piştovunu çekerek cadıya sıkmış. Etraftan: Ne yapıyorsun, o bir deri parçasıdır… diye müdâhale edenler, gülüp alay eyleyenler olmuşsa da, kimse Arnavud’a lakırdı anlatamamış.
İşte bu câhil adamın hâli ne kadar gülünç ise, dünya perdesinde de aynı hal vâkidir. Şundan bundan, nefsine hoş gelmeyen ve arzûna aykırı olarak zuhur eden şeyler için, bu şeylerin fâillerine hiddet edip düşman oluyorsun ve hâdiseyi, asıl sâhibinden, oyunu oynatandan bilmiyorsun. Şu halde Arnavud’un yaptığı hareket nasıl gülünç ve akılsızca bir iş telâkkî ediliyorsa (değerlendiriliyorsa), fâili (yapanı, edeni) Hak bilenler indinde de senin hiddet ve şiddetin öylece acınacak bir hal olarak görülüyor.
Hakîkat nazarıyle (gözüyle) nereye baksan, ancak birlikten başka bir şey göremezsin. Bütün kesret âlemi, vazîfesini yerine getirmek için yaratılmış birer âletten ibârettir. Kudret, kuvvet, fiil, havl (tâkat), herşey Allah’tandır: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’laliyyi’lazim.”
Yalnız burada, îtidalli (dengeli) bir cebir (kaderciliğin getirdiği baskı) anlayışından ayrılmamaya çalışmalıdır. Sırf cebrîliğe gidersek âlemin intizâmı (düzeni) bozulur ve bu türlü düşünen kimse dalâlete (sapkınlığa) düşüp yolunu şaşırır.
Adamın biri, gelişi güzel bir bahçeye girmiş ve bir hurma ağacına çıkarak hurma yemeğe başlamış. İşi farkeden bahçe sâhibi, ağacın altına gelerek orada ne yaptığını sormuş. Adam ise gãyet rahat: Allâh’ın bahçesinden, Allâh’ın hurma ağacından, Allâh’ın hurmasını yiyorum! cevâbını verince, bu defa bahçe sâhibi: Âfiyet olsun, ye kardeşim... diyerek gidip bir ip ile bir kamçı alarak gelmiş ve adamı ağaca bağlayarak döğmeğe başlamış. Canı yanan adam bu defa feryat edip, hiddetle haykırmaya başlayınca, bahçe sâhibi: Allâh’ın ipi ile seni bağladım. Vur dediği kamçı ile de nerene rast gelirse indiriyorum işte... diye cevap vermiş.
Ehli sünnet ve’lcemaat (sünnet ehli olanların) anlayışına göre îtidâl (denge) üzere olan cebirde (baskıda) cüz’î irâde vardır ki dünyânın nizâmı (düzeni), işte bu gayret ile tevekkül arasındaki ince bağlantıyı muhâfaza eden (koruyan) anlayış noktasını hayâta tatbik eyleyebilmekle mümkün olur...SOH.2000/s.490

… İş, halkı nefyedebilmekte (aradan kaldırabilmekte), yok olduğunu kabul edebilmektedir. Böylece de halktan kalben alâkayı kesip yine kalben kendini ortadan kaldırmaktadır.
Tabiî bu nefy (yokediş), bu reddediş kalbî olmalıdır. Şu konuştuklarımızı dinleyip de: Dur, eve gider gitmez kocamı çocuğumu sokağa atayım… diyecek değilsin. Bir yandan boynuna borç olan bütün vazîfelerini dikkat ve sadâkatle îfâ edecek (yerine getirecek) ama, halkı görmeyip muâmelenin Hak’la olduğunu bileceksin. Hakk’ın rızâsını kazanmak için her tarafta her hal ve kârda Allah’la muâmelede olduğunu bilmek gerek…
Tevhîdi ef’âl (bütün fiillerin Allah’tan olduğunu bilme), şeytanın varabildiği son mertebedir. O, tevhîdi sıfat ve zâta gidemediği için Âdem’e secdeden kaçındı. Maamâfih (bununla birlikte) tevhîdi ef’âl dahi birçok hocaların ve aklına ilmine güvenen birçok kimselerin eremediği bir derecedir... SOH.2000/s.127

…üç arkadaş bir yere misâfir olurlar. Kaldıkları yerin ahâlisi de bunlara bir tencere helva gönderir. Ramazan olduğu için müslüman oruçludur. Hıristiyanla yahûdi, müslüman arkadaşlarının bu helvadan yememesi için o gece el sürmeyip ertesi günü yemeğe karar verirler. Müslüman da çâresiz râzı olur. Yâni onlara müdâra eder (idâreten rızâ gösterir), boyun eğer...
… Nihâyet bu üç arkadaş, aralarında şöyle bir karar verirler: Gece uykuya yatacaklar ve hangisinin rüyâsı ötekinden mühim ise helvayı da o yiyecektir.
Ertesi gün olur. Hıristiyanla yahûdi, ibâdetlerini yapmak üzere ibâdethânelerine giderler. Müslüman ise bulunduğu yerde ibâdetini yapar.
Hıristiyanlar ile yahûdiler için ibâdethâne şarttır. İbâdetlerini ancak orada yaparlarsa Cenâbı Hakk’ın kabul edeceğine inanırlar. Halbuki müslümanlar için her yer ibâdetgâhtır. Bütün dünya onların mescididir.
Hâsılı üç arkadaşın da ibâdeti tamam olduktan sonra bir araya gelerek rüyâlarını anlatmaya başlarlar. Yahûdi, rüyâmda Mûsâ’yı gördüm. Tûr’a gidiyordu. Ben de arkasından gittim. Orada bir tecellî oldu. Mûsâ, Tûr, ben bir olduk. Ne Mûsâ kaldı, ne Tûr, ne de ben… Bir müddet sonra kendime geldim. Bir tecellî daha oldu. Tûr üç parçaya ayrıldı. Biri âsumâne (göğe) biri zemîne gitti ve hayâta sebep olan sebze ve bostan oldu. Biri de Mekke’ye gidip Arafat Dağı oldu. Üçüncü bir tecellîde Tûr parçalandı. Yüz bin Tûr’un eteğinde yüz bin Mûsâ, elinde yüz bin asâ ile göründü, dedi.
Bu sûretle de yahûdi, peygamberler arasında nur cihetiyle farkolmadığını gösterdi. (Bakara sûresi, 285.âyet) Yahûdiler Mûsâ’dan evvel gelen peygamberlere îtikat ederler. Yalnız Hazreti Îsâ’yı ve Resûlullah Efendimiz’i tanımazlar.
Hıristiyan da rüyâsını anlatmaya başladı: Zeminden ne olacak? Ben âsumâna, Îsâ’nın bulunduğu dördüncü kat göğe çıktım, dedi.
Bir hikâye vardır: Bir koç, bir öküz bir de deve arkadaş olmuş ve yola çıkmışlar. Yolda bir demet arpa görmüşler. Koç: Bu arpayı taksim edecek olursak hissemize pek az bir şey düşecek. İyisi mi, içimizde hangimizin nesli daha eski ise arpayı o yesin. Ben, tâ Hazreti İsmâil zamânından kalmayım! demiş. Öküz de: Benim neslim tâ Hazreti Âdem zamânından beri mevcuttur. Âdem’in ilk çift sürdüğü öküz benim ecdâdımdır! demiş. Deve ise onlar dâvâlarını isbâta çalışırken boynunu uzatmış ve arpayı yemiş.
Rüyâsını anlatma sırası müslümana gelince: Ben bu gece Resûlullah Efendimiz ile müşerref oldum (şereflendim). Oğlum, dedi. Onların kimi Tûr’a gitti. Kimi semâya çıktı. Senin yükseklerde işin yok. Senin işin zemindedir. Onlar orada gezmekte iken kalk helvayı ye! buyurdu. Ben de kalktım âfiyetle helvayı yedim! demiş.
Yâni ey insan, senin aradığın ne zeminde ne semâda, ille kendindedir, o mânevî rızkı ye! Cenâbı Hak: “Siz nerede olsanız o sizinle berâberdir (Hadîd sûresi,  4. âyet)” buyuruyor. Yine: “Biz ona şâh damarından daha yakınız (Kãf sûresi, 16. âyet)” ve: “Nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü oradadır (Bakara sûresi, 115. âyet)” buyuruyor.
Yâni senin aradığın kendindedir. Bu irfânı Muhammedî’ye varan kimse, yâni kalk o helvayı ye! buyurulan kimse için Hak’tan gayri yoktur. Çünkü bütün âlem Hakk’ın yüzüdür, vechullahtır. İşte bu kemâli bulabilmek için, sevdiğin bir, gördüğün bir, taptığın bir olmalı…” SOH.2000/s.258-259-260

Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinin hocasından aldığı feyzler ışığında “kesrette vahdet, vahdette kesret” prensibine yaklaşımı şahsiyetin gelişimine bağlı olarak nasıl açıklamıştır?
Aşağıdaki soruları basamak olarak kullanarak konuyu inceleyebiliriz.
a) Vahdet Şoku ne demektir?
b) Kesret Şoku nedir?
c) Vahdet ve Kesret Şoku arasındaki fark nedir?
d) Kesret hâli senfoniye nasıl bir bakış açısıyla benzetilmektedir?
e)  İnsanoğlunu iki zümreye ayırmak, garanti bölgesi içinde ve dışında diye niteleyiş neyi anlatır?
f) Garanti bölgesi dışındaki insanoğlunun çilesinde, vahdet şokunun I. fâsılası diye nitelendirilen “Hak Noktası” nedir?
g) Müstehlik sınıfından müstahsil sınıfına geçmek ne demektir?
h) Kristal özlerinin biraraya gelerek erimeleri ve bunun neticesi, birleşerek, tek görünmeleri (kimya ilminin ifâdesiyle amalgam hâdisesi) vahdet prensibine benzetilebilinir mi?
Bu özlerin birleşiminin ardından (yeni ve farklı bir hale bürünerek) billurlaşmaları (kristalize olmaları); vahdet noktasına ulaşmışlığın netîcesi kesrete dönerek hizmete soyunuşun kimya diliyle ifâdesi olarak yorumlanabilir mi?
i) İnsânı kâmil’in mistik adam diye nitelendirilişi ile nasıl bir durum kastedilir?
(Sn. Safiye EROL’un kaleminden;)
“…Mevcudu (varolanı) – mevhum (varsayılan) olduğunu nazarî (teorik) olarak bilsek bile yine de hakikaten mevcud ve müstakar (yerleşilen yer) diye kabûl etmek yaşama hamle ve şevkimizin (coşkumuzun) temeli değil midir? Pekâlâ yuvarlanıp gittiğimiz dünya plânından uzaklara, gözle görülmiyen mıntıkalara sürüklenmek için nasıl  bir sebep olabilir? Deriz ki: “kandili yakar işimize bakarız.” Pek çok insanlar için mukadder (kaçınılmaz)  yol budur, bunlar…. Müstehlik (tüketici) diye adlandırdıklarımdır. Onlar garanti bölgesi dahilinde, kendi fonksiyonları içinde mâsum ve habersiz kalırlar, öyle yaşar, öyle ölürler. Diğer bir zümre (grup) insan vardır ki günün birinde farkına varmadan iflâs sınırına dayanır. Ya büyük bir korku, bir kayıp, inkisar (gücenme, kırılma) veya ölüm manzarası öyle bir insanın bakışını değiştirir. Artık kandili yakamaz, yağ tükenmiştir, kandil de zaten yok olmuştur. Hangi işe bakacak, işinin izini  ve mânasını bulamıyor; hem ne idi  o iş, nasıl yapılırdı, neyi istihdaf (hedef) ederdi; kim öğretmişti, kime öğretmişti? Bu hal, tâbir caizse (deyim yerindeyse) bir vahdet şokudur. Mâruz kalan, müthiş bir yokluk buhranı içinde kendini dümdüz bir karanlığa düşmüş cisimsiz ve şekilsiz bir varlık olarak duyar. Herhangi bir sabit noktayı yakalayabilmek için çırpınır, nafile (boşuna)... muallâkta (kesin olmayan) vücudsuz olarak dönüyordur. Nihayet kendi şahsı da dahil, her şeyin olduğunu, daha doğrusu evvelden mevcut sanılanın birer mecazdan ibaret olduğunu itirafa mecbur kalarak tecelli perdesinin ötesine geçtiğini anlar; boşluğa saldırırken eski âleminin eşyasından hiçbir tutanak yakalayamaz, fakat bir görünüp bir silinen mecazlar âleminin (varolduğu zannedilen âlemin) püskürücüsü bir kuvvet mevcut olması ve her olan bitenin mutlaka bir kanuna, bir icaba dayanması lâzım geleceğini idrâk ederek “Hak!”der bir karar bulur. Bu, vahdet şokunun ilk faslıdır (arasıdır, bölümüdür) ve yaşayanın müstehlik (tüketici) sınıfdan müstahsil (üretici) sınıfına geçişidir. Artık hazır yaşamak bitmiş, yaşatmak başlamıştır. Fert şimdi bir kristalizasyon nüvesi (kristalize eden öz) haline gelmiştir, kuvvet ve istidadına göre ya diğer nüveleri (özleri) kendine çekerek amalgam (ayrı cinsten unsurların karışımı) merkezi olur, yahut daha kuvvetli nüveler tarafından cezb edilip (çekilip) tekevvün (meydana gelme) fazında bulunan bir amalgama (karışıma) katılır. Ancak vahdet şokunu tâkip eden diğer bir buhranı, yani kesret şokunu geçirmeden kritalizasyona girmek kabil değildir. Kesret şoku, ferdin mutlak sandığı benliğini kaybedip yeni bir benlik giyinmesinden, yâni geçmiş bir rüya gibi geride kalan benliği nam ve hesabına değil de havzasına düştüğü hak ve birlik kanununun bir âleti olarak fonksiyona devama müheyya (hazır) olduğu anda tecelli eder. O, mutavaat etmiştir (başeğmiştir). “Hem men menem; hem tü meni”(1) diyordur, fakat her temas ettiği şey, her karşısına çıkan insan ona “nî tü menî, nî tü menî(2)” diye bağırarak onu geri tepiyordur. Fert, bu ikinci dehşet ve belki birinciden de baskın ikinci imtihan karşısında kendini şaşırır gibi olur. Bir evvel boşluk içinde erimişti, şimdi de çokluk içinde erimektedir, zira hepsi birbirini inkâr eden ve tepelemeğe çalışan sonsuz eşkâl (şekiller) arasına düşmüştür. Birinci şoka, bir kanuna sığınmak suretiyle intibak eden (uyum sağlayan) ferd, bu defa da gene bir kanuna, ilkin variyantı (diğer bir görünüşü versiyonu) ve mütemmimi (tamamlayıcısı) olan bir hakka iltica ederek (sığınarak) formunu bulur. Her zerreye başka şekil, başka yol, başka istikamet veren kudret, elbette onun nisabını da (ölçüsünü de) vermiştir.
1 Hem ben benim hem sen senin, hem sen bensin.
2 Ne ben benim, ne sen sensin, ne sen bensin (Nî men menem, nî tü tüz, ni tû meni)

Bu nisab nerede başlar, nerede biter? Hudut çizilebildiği gün mesele hallolmuştur. Büyük senfoniyi vücuda getiren sayısız enstrümanlar arasında ufacık bir ney, artık notasını şaşırmaz; hem beraber okur, hem de kendi bildiğini okur. Kesretin çepeçevre diş bileyen tehacümü (saldırısı) ortasında ancak kendi fonksiyonunu icra ve idame etmek (devam ettirebilmek)  suretiyle tutunabilir. Daha doğrusu, fonksiyonu, onun varlığının koruyucusu, mânası, kısacası varlığının hepsi demektir. Bütün bunlar nihayet bir biyolojik kanun mesabesinde (konumunda) ve bütün insanlığa şâmil (insanlığı içine alan) hakikatlerdir. Fakat mistik adam burada kanuna ayak uydurmuş bir cüzü (parçası) değil, o kanunun hakikatini şuuru ile yaşamış, yaşadıktan sonra da bir yandan o kanunun pasif tâbii olmakta devam ederken, bir yandan da hükümleri bilerek yürüten aktifler sınıfına geçmiş vaziyettedir. Öyle görünüyor ki hilkatin (yaratılışın) sırlarına entüisyon (sezgi) yollarından yaklaşan insan, karşılaştığı (neyin? manzaranın mı, halin mi, dehşetin, heybetin, güzelliğin mi? facialı bir maceranın mı..) evet, öyle bir insan, karşılaştığı sırrın şâyet kurbanı olmazsa bundan böyle o sırrın faaliyetine takatince iştirâk eden bir ortak olacaktır. Tasavvufumuzda çok rağbet görmüş (hakikat ve ayna) mefhumuna (kavramına) işaret ederim. Süleyman Çelebi, Mevlidinde bu düşünceye berrak bir ifade  bulmuştur: (Zâtıma mir’at (ayna) edindim zâtını, âdım ile bile yazdım adını.)
Tetkikler (araştırmalar) bize gösteriyor ki sır denizine dalan ve tekrar satha (yüzeye) çıkmaya muvaffak olan (başarabilen) dalgıcın vehleten (birdenbire), ne söyleyecek bir sözü, ne de yapacak bir işi vardır. Onun sadece derunî (iç alemine ilişkin) bir ihtilâç (çarpıntı) ve ihtizazı (titreyişleri) vardır ki meçhul derinliklerde geçirdiği macerayı nakleder ve satha (yüzeye) çıkarılabilen hazine de gene iliklere ve hücrelere depo edilmiş bulunan bu ihtilâç ve ihtizazdır. Zira cemiyetin müstakbel (ilerideki) bünyesinin tenasüp (uygunluğu) ve nizamı (düzeni) için bu ilk taslaktır. Daha sonraları hâmilinin (sâhibinin) ıztırap ve mücadeleleriyle yoğrularak – tabir caizse – fikre tercüme edilir. Fikir ise zemin ve zamanın icaplarını değiştirerek, kısmen kendisi de stilize olarak hükmünü yapar. Mühim olan nokta: İstihale (layık olabilme) merhaleleri için lâzım gelen ilk sademenin (patlamaların)  mistik menşe’li (kökenli) oluşudur…”   YM.1983/s.216-217-218-219

“Hayırı da şerri de veren Allâh’tır” inancı nasıl izah edilmektedir?  
“…Şüphesiz kötülükleri, şerri de veren Allah’tır. “Hayır da şer de Allah’tandır” (Hadîsi şerif). Yalnız, Allah şerre râzı değildir. Fakat sen bunu ister ve: Bana şer ver! dersen, o da verir.
Allâh’ın emirlerine muhâlif (aykırı) davranmak, karşı gelmek de: Bana şer ver, demektir. İyilik Allah’tan; şer ise insanın kendi nefsindendir.  Fakat netîce îtibâriyle hepsi Allah’tandır...” SOH.2000/s.523-524

(Öğrenci anlatıyor:)
“…Altınkum Gazinosu’nda idik. Aziz Efendi, örümcek ağına yakalanmış bir sineği kurtarmak istemiş. Hocamız Ken’an Rifâî mâni olmuştu. Eve döndüğümüzde aynı meseleye avdet ederek (geri dönerek):
“Azîz Efendi’nin sineği kurtarmasına mâni oldum ve dedim ki: Onu niçin kurtarmak istiyorsun? Eğer örümcek senden dâvâ edip de: Neden Allâh’ımın bana gönderdiği rızkı elimden aldın, ben gıdâyı nereden bulayım? Ağımı onun için kurdum! derse ne cevap verirsin?

Biz, ağa tutulmuş bir şikârı (avı), bir böceği kurtarmak istemediğimiz gibi, onu kendi elimizle tutup ağın içine atmayız. Yâni şerre vesîle (aracı) olmak istemeyiz. Fakat hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu da biliriz. Yâni her şeyi Hak’tan bilerek, ona el ve dil uzatmayız. Yanlız temâşâ ederiz (seyreyleriz)...”
Sâmiha Hanım:
Bir şeyi, meselâ lâ fâile illallah düstûrunu yalnız bir misâle bağlı olarak öğrenmek kifâyet etmiyor. Bir şeyi öğrenmek için onu hal etmek îcap ediyor.
“Elbette bu tâlim ettiğim bir misalden ibârettir. Şimdi sana bir riyâziye (matematik) meselesi versem: Dört okka kömür beş kuruştan ne eder? desem, hesap eder bulursun. Fakat aynı meseleyi bir başka misal ile söylesem, Sâmiha ve Semîha çarşıya gittiler, yüz  kuruştan onsekiz arşın kumaş aldılar, bunu hesap et! desem.  A, ben kömürü hesap etmeyi öğrenmiştim, bunu bilmem diyebilir misin? Eğer kãideyi (kuralı) öğrenmişsen, onu bütün meselelere tatbik etmekte güçlük çekmezsin.
Bir mânâda, evliyânın kerâmetleri de böyledir. Velî bir kerâmet izhar ediyor (gösteriyor). Sen ona saplanıp kalmamalısın. Çünkü bu Hak sevgilisinin kendisi baştan ayağa kerâmettir. Onun kerâmeti ile meşgul olup kalacağına, kendisini temâşâya çalış!” …” SOH.2000/s.60

“Zerre kadar hayır işleyen hayır görür, zerre kadar şer işleyen şer görür” âyeti kerîmesi doğrultusunda tevhîd inancı nasıl açıklanmıştır?
“… Mesnevî okunuyordu. Bir yerinde her vaki olan şeyin mutlak gizli veya aşikar bir sebepten ileri geldiğinden ve hiçbir şeyin haksız olmadığından bahis olunuyordu.
(Ken’an Rifâî şöyle dedi:)
“…bir şey yapacağın vakit daima düşünerek yap, adım atacağın vakit keza nereye gittiğini düşün. Bunun için Ahmede’lRifai, “her nefes muhasebei nefes etmeyeni biz ricalden (adamdan) saymayız!” diyor. Sen de her nefesini kendinin nigâhbanı (gözcüsü) olarak al. Çünkü hiç bir şey kaybolmaz. Ne yaparsan kendine yaptığı bilmelisin. Faraza eline batan dikene kızma, sen onu kendin batırdın, tesadüf değil. Ya bir saniye veya bir saat veya bir sene evvel yaptığın bir şey sebebiyle o zahmi (zorluğu,  yarayı) bu dikenden yedin. Zira her yaptığın şey asla  kaybolmadığı için zamanı gelir seni bulur. Çünkü her taraf aynadır. Her ne suret bağlarsan o aynada mün’akis (yankısı, aksi) olacağı aşikardır. Bütün bu cihan mademki senin ef’aline (fiiline) aynadır, bu aynanın önünden kaçmak elbette muhaldir.
… “Zerre kadar hayır işleyen hayır görür, zerre kadar şer işleyen şer görür. (Zilzâl sûresi, 7. âyet)”…”                   YM.1983/s. 433

Kahırdan (şerden) lûtfun (hayırın) doğuşunun örnekli izahından yola çıkarak tevhîd anlayışı nasıl açıklanabilir?
“…Görünüşte, yutulması güç demir bir leblebi. Fakat Allahına güvenerek hareket edersen, o demir leblebi yumuşak kaymak gibi gelir...” YM.1983/s.361
(Öğrencileri ekliyor ve diyor ki:)
“…İnsanların çoğunun bahtsızlıkları, bahtlarından habersiz olmalarından ileri gelir. Öyle ki çile ve mihnet (zorluk) dediğimiz nice hayat cilveleri vardır ki, bunların safa ve nimet olduğunu hemen hiç bilmeyiz. Bu yüzden de hilkat (yaratılış) kanunları, bizi, saadet şuuruna erdirebilmek için türlü tecrübe ve denemelere tâbi tutar. Halbuki ellerine bir ölçü verilmiş olanlar, ıztırabın içindeki lezzeti tatmış olmak suretiyle hayatla barışmış, anlaşıp âhenge vararak bahtiyar olmuş ve etrafını da bu bahta iştirak ettirmiş kimselerdir…”  YM.1983/s.57

Tevhîdi yaşayan kişiyle, benliğini yaşayan kişi arasındaki fark, hikâye yardımıyla nasıl açıklanmıştır?
“…Şâzelî Hazretleri ilk zamanlarında bir gün sahrâya çıkmış oturuyormuş. Bir set üzerinde uyumuş. Etrâfını bütün vahşî hayvanlar tavaf ediyormuş. Bu manzara karşısında kendi kendine: Cenâbı Hak’la bize ünsiyet ve yakınlık hâsıl oldu. Bu, o makãmın hâlidir, diye düşünmüş. Ertesi gün bir dere kenarından geçerken Şâzelî Hazretleri’ni gören bıldırcınlar uçuşuvermişler. Hattâ Hazret, beklemediği bu ânî kaçışla ürkmüş. O vakit bir ses duymuş: Bunda şaşıp korkacak bir şey yok.. Dün bizimle idin. Şimdi ise kendinlesin…”  SOH.2000/s.341

“Tedbîrine güvenme, Allâh’a güven” demekle ne kastedilmektedir?
“…Fiiline şehvet, yalan karıştırma ve netîceyi tedbîrinden bekleyerek çalışma. Ancak Allah’tan bekle! Ağyârdan (gayrıdan)  ve dünyâdan çekilmek işte bu demektir. Tedbîrini dâimâ şerîate (Allah’ın emirlerine) uydur ve herşeyi Allah’tan bil. Bu anlayışta gidersen, tel üstünde yürüsen de yine düşmezsin! …” SOH.2000/s.534

“Geçmiş de gelecek de hâlin içindedir” ne demektir?
Tevhid ehli her duyduğunu Allah’tan bilir demekle nasıl bir durum anlatılmaktadır?
“…Biz hakîkat dilencisiyiz. Gâvurdan cıfıttan, kimden olursa olsun, hakîkate dâir bir söz  duyarsak keşkülümüzü uzatırız. Fakat hakîkat sözünü de herkes anlamaz. Meselâ diyoruz ki: Geçmiş de gelecek de hâlin içindedir. Bunu bir söz diye dinliyor, o kadar. Halbuki mânâsını anlasa, bütün hayâtını ıslâha kâfî gelecek bir söz. Zîra halde bulduğun şeyler, geçmişte yaptıklarının semeresidir. Gelecekte bulacağın, seni karşılayacak olanlar da şimdi yaptıklarının eserleridir…”SOH.2000/s.402

Bedduâ neden anlamsızdır?
“… Bil ki kimsede bir şey yoktur. Sana bir zarar gelecek olsa onu kimse çevirmeye muktedir (gücü yeterli) değildir. Bir hayır da gelecek olsa, onu da bir kimsenin tebdil etmeye (değiştirmeye) kudreti yoktur. Bunun için kimseye bedduâ etme; her şeyi Hak’tan bil! Her ne şey ki vâki olur, Allâh’ın emriyledir. Çünkü hüküm onundur: “Elhükmü lillahi’laliyyi’lkebîr” (Gãfir sûresi, 12. âyet) Semâvat ve arzın anahtarları onun kudreti elindedir...” SOH.2000/s.385

Hayır olandadır anlayışından tevhîde ulaşmak nasıl mümkün olabilir?
Fenâfillah neyi anlatır?
“… Aklını pîşi Mustafâ’da (Hz. Muhammed’in (s.a.v) önünde) kurban et ve bana Allâh’ım yeter, de! Bunu diyen, Rabbim Allah’tır, deyip istikãmet etmekle korku ve kederden kurtulur. O halde sen kendini Hakk’a verirsen, elbet o da senin için olur.
Vâsıtalı olsun, vasıtasız olsun, her yerde tecellî eden Allah’tır. Tekkeleri kapadılar, şöyle yaptılar, böyle ettiler, deme...  yaptıran Allah’tır. Bunu sen anlamamakla böyle olmaması îcap etmez. Kimsede kabâhat yoktur. Yapan, tertip ve tanzim (düzenleyen) eden hep Allah’tır. Bunu sen idrak etmemekle böyle olmaması îcap etmez. Sen çocuğunu ateşe yaklaşmaktan menedersin ama o, bunu takdir eder mi? Kızar ve ağlar.
Hakk’ın da her yaptığında bir hikmet vardır. Bunu görebilmek de tevhîddir. Bu tevhîdi elde edip Hakk’ı her yerde görürsen gıybet, riyâ, kibir, benlik, tefâhür edemezsin (övünemezsin). Eğer bunları bilir ve yaparsan, mührü basar, pasaportunu eline verirler. Kalbin selâmeti de başka türlü olamaz. Bu olmadıkça da o kalp dâimâ puthânedir. Sen, istediğin kadar Allâh’a tapıyorum da desen bunun hiçbir faydası yoktur.
Bir derviş, her yerde Allah ile berâber olup, her işittiğinin ondan olduğunu bilmedikçe Allah’ta fânî olamaz. Fenâfillah mertebesi işte budur. Nasıl benim yanımda bir kimseyi gıybet etmeye utanıyorsan hâriçte de utanmalısın. Çünkü her yer huzurdur. Yemen’de de olsan Allah seninle berâberdir. İşin aslı bunu bilmektedir….”      SOH.2000/s.214

“At ve bulanık su” hikâyesi ile kişi neye dâvet edilmektedir?
“…Şeyh Sâdîi Sahavî Hazretleri, bindiği atı bir gün dereden geçirmek istedi. At bir türlü geçmedi. Suyu bulandırın, dedi. Bulandırdılar ve at dereyi geçti.
Demek oluyor ki, insan da kendini gördükçe, Hak yolunu geçemez ve vücut kaydından âzat olmadıkça maksûda eremezmiş…” SOH.2000/s.347

Müşâhede (gözlem) kişiyi nasıl tevhîde ulaştırabilir?
“…Müşâhedenin iki mânâsı vardır: Biri eşyâyı Hakk’ın birliğine delil bulmaktır. İkincisi de, eşyâda Hakk’ı görmektir...” SOH.2000/s.580

“Vücûd fizyolojisinden tevhîde köprü vardır.” demekle ne kastedilmektedir?
“…Vücûdun fizyolojik hârikalarını herkesten iyi bilen kimseler hekimler, bu azamet karşısında: Aman ya Rabbî  ne büyüklük! diyecekleri yerde bir çokları biz doktoruz, Allâh’a inanmak, inşallah diyerek kudret ve kuvveti Hak’tan görmek bize yakışır mı? diyorlar. İşte bu da Allâh’ın bir azameti! Güneşi gördüğü halde güneş yoktur, diyor. Fakat gerçekten güneşi görüp ona inananlar, bu gururları içine hapsolmuş kimselere acıyarak gülüyorlar. Her şey zıddıyla bilinir, mefhûmunca (anlayışınca), bunların inkârları da bir çoklarının îmanlarını takviye ediyor (arttırıyor) ... SOH.2000/s.20

 …İşte el ve ayağın ve sair âzanın kendilerinin o dimağa merbut (beyine bağlı) olarak çalıştığını bilmemesi, mahlukiyet (yaratılmışlık) mertebesidir. Dimağın bilgisi ise hâlıkiyet (yaratıcılık) mertesidir... YM.1983/s. 365

 …Hekim, eceli geciktiremez. Ancak hastanın rahatlamasına yardım eder. Yâni bu işe âlet olur. Hekim de Allâh’ın ismine mazhardır. Zâhirden de bâtından da tecellî eden Allah olduğuna göre, ondan da Hakk’ın Şâfî (şifâ verici) ismi tecellî eyler. SOH.2000/s.529

Gece ve gündüz kavramlarıyla tevhîd anlayışı nasıl izah olunabilir?
“…Canım bilmiyor musun? Eşyâ, gece karanlığı çöktüğü vakit görünmez olur. Zulmet her şeyi örter, göstermez. Mevcut olan bu eşyânın görünmemesi ile yok olması mı lâzım gelir? Ancak güneşin aydınlığı zuhur edince bu gözden silinmiş varlıklar âşikâr olur.

Bunun gibi, şimdi de gecenin örttüğü şeyler meydana çıktı vesselâm! …”  SOH.2000/s.13

İnsanoğlunun güzel veya çirkin diye nitelendirdiği her noktada Hakk’ın tecellîsini görebilmesi neden önemlidir?
“…Güzel sevilir, çünkü ondan Hakk’ın nûru zuhur etmiştir. Fakat bir güzelde bu tecellîyi seyrettiğin gibi, meselâ bir devenin gözünde de ayni tecellîyi görmen icap eder… SOH.2000/s.242

…Hazreti Ebû Bekir: “Hiçbir şey görmedim ki onda Hakk’ı görmeyeyim” diyor…
Bunun için, nasıl bir ney sedâsı, güzel kokular, latif çehreler sende ferah ve inşirah (ferahlık) uyandırıyorsa, birisi tarafından tahkir edildiğin (hakârete uğrayıp, aşağılandığın) vakit de aynı zevki duymalı onu affetmeli, hoş görmelisin...”SOH.2000/s.255

Cenâbı Hakk’la dâimî bir râbıta için gerekli olan ne olabilir?
Radyo örneği konuyu nasıl açıklar?
“…  Sâmiha Hanım:
Şevkâver Hanımefendi(1) ile şundan bundan konuşurken söz radyoya geldi (Radyo, Türkiye’ye henüz gelmişti) ve: Biz, dedi bunu yazın bahçede çalıyorduk. Kışın kapalı odalara aldığımız zaman aynı sesleri dinleyebileceğimizi tereddüt ile karşılıyordum. Halbuki değil orada, kömürlüğe bile götürsem çalacak…
1(Eski vekillerden Ali Rânâ Tarhan Bey’in eşi)
İş, o alış verişi temin edecek kudretli makineye mâlik (sâhip) olmakta diye düşündüm.
“Evet, o nağmeler, şu bulunduğumuz havada da mevcut… fakat duyabiliyor muyuz? Hayır. Çünkü âlet yok. İşte: Allah her yerde mevcuttur; fakat herkes onu göremez, kelâmına canlı bir misal!”...” SOH.2000/s.168169

Başkalarının hatâlarını görmek tevhîdin mânâsının kavranamadığını mı gösterir?
“…Siz, o kimsenin hâline îtiraz etmekle hem onu ayıplamış ve dolayısıyla da hal diliyle: Ben olsam böyle yapmazdım, diyerek kendinizi beğenip şeytanlık sıfatını giymiş oluyorsunuz. O ayıpladığınız kimseye o arzu ve vazîfeyi Cenâbı Hak vermiş olduğu için onu ayıplamanız müteselsilen (zincirleme) Hakk’ın işine îtirâza kadar varıyor. Çünkü hiçbir kimse yoktur ki kendine verilen vazîfenin dışında bir iş görebilsin… Onun için vâki olan her ne olursa olsun, tarafsız ve rahat karşılamalıdır ve suçlu gördüğün kimseyi ayıplamayarak muhâkeme etmelidir. Sen onun hâline hürmet et ki o da seninkine hürmet etsin.  Hakîkat budur işte...” SOH.2000/s.135

Mürşit eğitiminden geçmekte olan kişi, başına gelen nâhoş olayları örneğin iftirâyı nasıl yorumlamalıdır ki tevhîd inancında yol alabilsin?
“…Meselâ Mü’mine Hanım rakı içti deseler, hiç alâkan olmayan bir şeyle suçlandığını görünce, herhalde bir başka hatâm yüzünden Cenâbı Hak beni bu sûretle (şekilde) ikãz ediyor ve mürşidim beni uyanıklığa dâvet ediyor dersin. Bu iftirâyı bir terbiye kabul ederek, gider söyleyenin elini öpersin. Bu kãbil (mümkün) olmazsa, kalben hoş görüp o kimsenin dâimâ iyiliğini istersin. Hak kulunu kullar vâsıtasıyla terbiye eder. Onun için bir derviş, olanı Ahmet’ten Mehmet’ten bilmez Allah’tan bilir…” SOH.2000/s.650

İyilik yapmak ve hayır duâ almak nasıl değerlendirilmelidir?

“…bir iyiliği yapabilmen de sana bir ihsandır (bağışdır). Ona teşekkür et ki Allah bu güzel iş için seni vasıta (aracı) kıldı  ve senin selâmetin için onun ağızından dua ettirdi...”     YM.1983/s.151

Ahlâki değerler ve iyilik  düşüncesi tevhîd inancına nasıl bir basamak oluşturmuştur?
“… Gıybet etmemek (dedikodu yapmamak), tecessüs etmemek (merakla rahatsız etmemek), yalan söylememek, riyâ yapmamak hep edebin çerçevesi içine dahildir. Benim bir kimseye yaptığım iyiliğe karşı onun kötülükle mukãbele etmesinin (karşılık vermesinin) üstünde duramam, çünkü vazîfem değildir. Ondan iyilik beklemek, kadrini bilmedi demek de edepsizliktir. Sen sana düşeni yap, varsın o da kendine düşeni yapsın. Çünkü o, buna âlet olmuş, sen de ötekine. İş, onun bilmesinde değil, Allâh’ın bilmesindedir. Senin sana düşeni yapman ibâdettir. Onun da kendine düşeni yapması ibâdettir. Halbuki o iyiliği yapan sen değilsin. O kötülüğü yapan da o değildir.  Bu âlem sahnesinde oynanacak piyesten her ikiniz de, istîdâdınıza göre verilen rolün îcaplarını yerine getiriyorsunuz...” SOH.2000/s.132

Nefyi kalp ve tevhîd inancı...
“…Eğer sen, halkla değil, daima Hak’la olursan, O’ndan başka bir şey görmez ve bilmezsen kime ne söyleyeceğin kalır?  Nasıl kibir eder, kimi gıybet edersin? Çünkü bu gibi evsaf (özellikler), ancak halk ile olan muameleye mahsustur. Fakat halkı görmezsen o vakit ne haset kalır, ne riyâ kalır, ne kibir, hepsi birden kökünden kesilir.
Fakat, tabii bu, nefyi kalbidir (kalpten atmaktır). Bu sözleri dinleyip de, öyle ise çoluğumla, çocuğumla, etrafımla bütün alakamı keseyim, diyecek değilsin. Benim sözlerim bu mânayı ifâde etmiyor ki.. Ben dünyevî alâkaların kesilmesinden değil nefyi kalbinden bahsediyorum.
Yâni Hakkın rızâsını kazanmak için, halkı görmeyip ancak Hak’la olacak ve her tarafta onu görüp onunla muamele edeceksin…”YM.1983/s. 420-421

“Kimseden incinme, kimseyi incitme” düsturunun hayata geçirilmesi tevhîd inancının yaşandığına mı işârettir?
“…herkesin meşrebi de zevki de başka başkadır. Kimseninki kimseye uymaz. İş, kalben ve ahlâken edebi muhâfaza etmektedir (korumaktadır). Allah, amele değil, kalbe bakar. Meselâ Sabîha Hanım pırasadan hoşlanıyor diye sen de hoşlanmaya mecbur değilsin. Mecbur olduğun, kimseyi incitmemeye çalışmaktır. Fakat meselâ sokakta bir kimse: Hanım, elbiseni çıkar da şu çöplüğe otur! diyecek olsa, elbet bu teklîfi kabul etmezsin. Çünkü Allah sana akıl ve temyiz (seçme, ayırt etme) kudreti vermiştir.
Evet, kimseyi incitmemeye çalış… mühim olan budur işte… eğer bunu yapamıyorsan sükût et. Onu da yapamıyorsan uzlet et (bir kenara çekil). Ama sana, birşey bilmiyor, söz bilmiyor, aptal demişler, varsın desinler. Sen, Allah de ve istikâmet eyle! …” SOH.2000/s.76

Yaratılmış her zerrede Yaradanı görürken, o ululuğun karşısında kişinin aczi bilip, teslîmiyeti, râzı oluşu ve vahdet prensibini yaşaması Muhiddîn Arabî Hazretleri’nin tevhîd inancını nasıl yorumlamasına sebep olmuştur?
“…Muhiddîni Arabî Hazretleri: “Tevhîdin hakîkati sükûttur, (sessizlik, durgunluktur)” buyurmuşlardır. Tarîkattan maksat da edeptir. Hele îtiraz, tarîkatin en büyük düşmanıdır. Yine Muhiddîn Arabî Hazretleri öyle buyurur: “Lisânı tutmak her şeyden iyidir. Fakat anlamak, itmînan (tatmin olmuşluk) hâsıl etmek, yâni emin olmak kanâat getirmek için sormak başka.” …” SOH.2000/s.509

“Cebri Rahmânî” “Cüz’î İhtiyar” “Küllî İhtiyar” kavramları neyi anlatır?
“… Bilirsiniz, iki türlü cebir yâni insan üzerinde iki türlü baskı vardır. Biri şeytânî diğer rahmânî cebirdir. Şeytânî cebir, nefsi emmâre sâhiplerinin tamâmiyle kendi nefsânî arzûlarına tâbi olmaları demektir. Meselâ hava oyununda para kazanmayı istemek, tabiî ki nefsin arzûsudur. Bu gibi kimseler, tamâmiyle şeytan tarafından aldatılmış ve ezilmiş kimselerdir.
Bir de rahmânî cebir vardır ki, şerîat ve tarîkat ehlinin sülûklerinin  (mânevî eğitim yolunun) ortalarında vâki olur (ortaya çıkar). Yâni sülûklerinin orta yerinde olan müritler, dâimâ mücâhede ve riyâzat hâli üzre bulunduklarından şeytanın aldatmalarına, çelmelerine kapılmamaya ve tamâmiyle Hak yolunda gitmeye çalışırlar. Fakat ne de olsa bunlarda henüz sebat hâsıl olmamış bulunduğundan kararsızlık içinde olmaları sebebiyle bir imtihan vukûnda bocalayıp hatâ işleyebilirler. Sonra yine Allâh’ın lutuf ve inâyetiyle kalplerine bir korku, tövbe ve nedâmet (pişmanlık) gelerek tövbe ve istiğfar ederler. “Günahtan tövbe eden günah işlememiş gibidir” hadîsi şerîfi üzre, Cenâbı Hak bunların tövbelerini kabul eder, yüksek ve ulvî (yüce) dereceler ihsan eyler (bağışlar).
Hâsılı düşe kalka Allah onların derecelerini yükseltir. İşte bu kimseler Allâh’ın cebri altındadır. Bu cebre, cebri rahmânî derler. Bunlara cüz’î  ihtiyar (kısmî olarak seçme, hür ve serbest olma kıvamına) gelinceye kadar böyle düşe kalka giderler. İhtiyârı cüz’î hâsıl olunca da bir daha bocalamazlar.
Küllî (bütünüyle) ihtiyar sâhibi olmak ise herkesin kârı değildir. Bu, her asırda bir kişiye mahsustur. O zâtın her yaptığı ilâhî irâdeye uygundur…”SOH.2000/s.186-187

Cem (toplamak) neyi anlatır?
“…Allah’ta fânî olmak makãmına erişen kimseden beşerî ve dünyevî alâkaların kalkmasıdır. Böylece de sâlikin Hakk’ı halksız görmesi, eşyâyı Hak ile görüp kendi kuvvet ve irâdesinden çıkarak Cenâbı Hakk’ın  kudret, kuvvet ve irâdesinin kendinde tamâmiyle zuhur etmesidir...” SOH.2000/s.579

Cemül cem (toplananların toplanması) ne demektir?
“…Ahadiyet mertebesidir (hiç zuhurun bulunmadığı âlemdir.) Sâlikin (mânevî eğitime girenin) küllî (bütünüyle) bir yokluk ile yok olup zâhirde de bâtında da varlıktan, dünyâdan fenâ bulmasıdır. Sâlik bu mertebede bütün mahlûkãtı ve mevcûdâtı (varolanı)  Hak gözüyle görür. Böylece de kesreti vahdette, vahdeti (birliği)  kesrette çoklukta müşâhede eder (gözler). Onun için vahdeti görmesi onu kesret görmekten ve sûret (şekil) âlemine bakmaktan men etmez (alıkoymaz)…” SOH.2000/s.579

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...