KEN'AN RİFÂÎ BÜYÜKAKSOY - (1867 - 1950)

MUTASAVVIF
ÖĞRETMEN
EĞİTMEN
BESTEKÂR
ŞAİR
MÜRŞİD
TASAVVUF ANLAYIŞI
YARATILIŞ
(1908-1925)KURUCUSU VE ŞEYHİ
RİFÂÎLİĞİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN
İNSAN OLMAYA
VE
YETİŞTİRMEYE
ADANMIŞ
BİR HAYAT
ÜMMÜ KENAN DERGAHI
YARATILIŞ SÜRECİ

 

"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.

Hazreti Mevlânâ’nın sözlerinden yola çıkarak, Ken’an Rifâî yaratılış âlemini nasıl açıklamaktadır?
“… Hazreti Mevlânâ, nâyın (ney, enstrümanının) dilinden şöyle söyler: “Beni nâyistandan ayırdılar, kestiler. Onun için benim feryatlarımdan erkek de kadın da ağlamaktadır.”
Nâyistandan maksat, ilâhî oluşların zuhûru ve eşyânın hakîkati olmak münâsebetiyle ahadiyet (şekle bürünmezden önceki) mertebesidir. Burada ne oluşlar ne de hakîkatler birbirinden seçilmiştir. Burası: “Ben gizli bir hazîneydim istedim ki bilineyim” ve: “O demde Allah vardı ve onunla başka bir şey yoktu” mertebesidir. İşte bu mertebeye gaybı evvel de deniyor.
Sonra Hakk’ın muhabbeti kendini görmek ve göstermek  arzû ettiğinden, gaybı sânî yâni âyânı sâbite mertebesine geldi. Bu mertebede eşyâ biribirinden ilmen ayrıldı...  İşte bu  mertebe için Şeyh Muhiddîn Hazretleri: “Biz isim ve sıfatların kulelerinde ulu harfler idik. Sonradan bu süflî (aşağı, bayağı) âlemin satırlarına indik. Sonra da bütün kâinat olduk,” der.
İşte bu âyânı sâbite ve eşyânın mâhiyetleri mertebesinden de yine Hakk’ın meyli ve muhabbeti ile ruhlar âlemine geçtik ve bu âlemde: “Elestü birabbiküm. Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbına mazhar olduk. Herkes kendi anlayış ve istîdâdına göre: Evet Rabbimizsin, dedi ve ruhlar bu âlemde kendi denkleri, kendi cinsleri (benzerleri) ile anlaştı, buluştu, sevişti.
İşte kadın da erkek de asıllarından ayrıldıkları için bu âlemde feryat edici oldular.
Fakat Cenâbı Hakk’ın yaratıcı ve îcat edici ismi, bunları burada da bırakmayıp misal âlemine attı. Burada da bir müddet (süre) oyalandıktan sonra akıl mertebesinde olan erkek ve nefs mertebesinde olan kadın yine nice feryatlar ettikten sonra, buradan da yıldızlar âlemine atıldılar. Bir müddet orada da oyalandıktan sonra nihâyet bu anâsır âlemine, dünyâya geldiler.
Anâsır  âleminde de erkek mertebesinde olan gök ve kadın mertebesinde olan toprağın birleşmesinden nebat (bitki) zuhur etti.
Bunların yıldızlardan yere atılmalarına, gök ve zemin ağladı.
Hadîsi şerifte de: “Yedi kat gök, aziz iken zelil, zengin iken fakir olan kimseye ağlar,” buyurulur.
Şu insanın başlangıcını, kopup geldiği yükseklikleri bir düşünün; sonra da bu dünyâyı, anâsırı bir göz önüne getirin.
Nihâyet, nebattan hayvana, hayvandan insana intikãl ederek akıl ve düşünce sâhibi oldu. O zaman da, erkek mertebesinde olan aklı, kadın mertebesinde olan nefsi, bu ayrılıklardan ağladı.
Sonra insanoğlu bir melek vâsıtasıyle geldiği yeri düşündü ve: Ben burada garîbim... dedi. Îman, vatan sevgisinden gelir anlayışı üzere: Ben aslımdan kopup buraya gelmişim... diye inlemeye başladı ve nasîbi olan, o geldiği yere, aslına kavuştu. Fakat orada da bırakılmadılar. İrşat (yol göstermek) için yine buraya geldi. İşte bu görüp geçirmiş ve nice mertebeler aşmış olan ulu kişi, o âlemlerin güzelliklerini anlattıkça, siz ey erkekler, kadınlar! Onun anlatışlarından ağlıyorsunuz. Yâni bu beşerî vücutta bulunan Hakk’ın isim ve sıfatları, kendi vatanlarından ayrı düştükleri için nâle (inliyor) ve feryat ediyor.
İşte.. bir seyir yaptık, yine bulunduğumuz yere geldik…”

 

Allah, irâde edip bildirmek istediği hakîkatini zuhûra getirir. Bu aklı kül olarak ifadelendirilmiştir.
Aklı kül Allah’ın bilinmezliği sırrının içinde Hakîkati Muhamedî (nûru Muhammedî) olarak mevcûttur.
Aklı küllün yansımasıyla da nefsi kül zuhûr eder. Bu bilgiden hareketle, felekler, unsurlar ve onsekiz bin âlem hakkında Ken’an Rifâi nasıl bir bilgiyi aktarmaktadır?
“…Yaratıcı kuvvet, evvelâ faâl (aktif) olarak zuhur etmiştir ki buna aklı kül derler. Bu faâliyet, münfail (pasif) bir sıfat meydana getirmiştir ki bu da nefsi küldür.
Aklı kül ile nefsi kül’den, yâni yaratıcı kudretin faâl (aktif) ve münfail (pasif) sıfatlarından dokuz felek meydana geldi. Bundan da dört unsur zuhur etti: Ateş, hava, su, toprak.
Bunların birleşmesinden ise üç varlık doğdu: Mâden, nebat, hayvan ki hepsi birden on sekiz eder. Her biri zuhurdaki çokluk îtibâriyle bin sayılır. Bu sûretle on sekiz bin olur. Yaratıcı kuvvet, Hakk’ın mutlak varlığıdır. Aklı kül, hakîkati Muhammediye’dir. Nefsi kül, hakîkati Muhammediye’nin toplu olarak, öz olarak zuhûrudur. Bu iki âleme, ahadiyet ve vâhidiyet denir. Allah, ahadiyyü’zzât vâhidiyyü’ssıfat’tır. Hakîkati Muhammediye’nin tafsil (detaylanıdırılıp, açıklanışı) ile zuhûru dokuz feleği meydana getirmiştir…”SOH.2000/s.452

Dervişlerin nefislerini ıslah ederek âdeta benliklerini yok kıldıklarını ve bu yokluğun netîcesinde de Cenâb’ı Hakk’ın mânâsıyla mânâ bulmuş olduklarını daha önceki konularda öğrenmiştik. Bu bilgiden hareketle, yaratılış süreci de gözönüne alındığında, yokluğu hâl etmişliğin (fenâ mertebesinin) kişiyi ahâdiyete (vücûdun bir olduğu mertebeye) ulaştırması nasıl açıklanabilir?
Ahâdiyet ve vâhidiyet mertebeleri nasıl izah edilmiştir?
“… “Sabîha Hanım, adem yâni yokluk ile vücut bir midir?”
Sabîha Hanımefendi:
Birdir Efendim.
“Hangi mertebede fakat? Ahadiyet mertebesinde birdir. Vâhidiyet  mertebesinde ayrılır. 
Vâhidiyette, adem (yokluk), mutlak vücûdun nesi olur? (Herkeste sükût) Aynası olur. Oraya bakınca esrârı Muhammedî zuhûra gelir.
Bunu dünyâya tatbik edelim. Bu oluş âleminde yâni bu dünyâda Hakk’ın aynası nedir?”
Server Beyefendi:
Kâmil insandır. Mübârek varlığı, vücûdı mutlakın zarfıdır.
“Zarf, harf gibidir. Harfler, mânâya zarftır. Ezel âleminde bütün hazırlıklar icmâlîdir (toplu ve teferruatsızdır). Yâni fikir ve tasavvur (düşünce) hâlindedir. Sanki komprime  (özün özü) ve hulâsadır (özetidir). Ama orada kuvvede yâni fikir ve tasavvurda (düşüncede) olan hakîkatler, bu dünya âleminde zuhur ve tatbik sâhasına geçer.
Hakîkat ambarında türlü türlü tohumlar olduğunu, yaratan bilir. Bunların kimi arpa, kimi buğday, kimi çavdar, şu veya budur. O tânelerin içinde sap ve başak gizli olduğunu da yine yaratan bilmektedir. İşte bu henüz âşikâr olmamış noktaları âşikâr etmek yâni dünyâya getirip tasavvur (düşünce) hâlinden zuhur hâline geçirmek için onları toprağa ekmek lâzımdır. Tâ ki aslı ne ise o zâhir (görünür) olsun ve vücut bulsun.
Kezâlik insanın da dünyâya gelişinde birçok sebep ve hikmetler vardır. Bunlardan biri de kemal tahsîli ve Hakk’ın mârifetidir.
İnsan, ezel gününde Cenâbı Hakk’ın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf sûresi, 172. âyet) sualine evet! dedi. İşte o ikrârı (kabulü) burada tasdîke (onaylamaya), o vermiş olduğu  ahdi burada isbâta gönderildi. 
Ahadiyet âleminde de vâhidiyet âleminde de Allâh’ın esmâsı (isimleri) icmâlî, yâni zuhûra çıkmamış vaziyettedir. Meselâ Şâfi (şifâ veren), Muhyî (hayat veren), Mümît (öldürücü), Hâdî (doğru yola erdiren) isimlerinin zuhûru ve tafsîlâtı bu dünya hayâtındadır. Şöyle ki, kul burada yolunu sapıtacak dalâlette kalacak da bunun üzerine Hâdî ismi zuhur edip onu dalâletten hidâyete götürecek. 
Kezâ, orada ne hastalık var ne de ölüm... binâenaleyh burada hasta olacaksın ki karşına Şâfi ismi çıksın… onun için ölmek de burada, doğup dirilmek de burada…
İşte insan dünyâya çekirdek hâlinde olan isimleri tafsil (detaylandırma) ve vuslatın (kavuşmanın) kadrini bilmesi için atıldı. Bu hicrâna bu fırâka (ayrılığa) onun için mahkûm edildi. Ama şâyet matlûp olanı (istenileni) bu dünyâda elde edemezse, eski hâlini de kaybeder. Çünkü beşeriyet mertebesini elde etmek büyük bir nîmet ve fırsattır. Bu fırsat kaybedilirse bir daha kolay kolay o mertebeyi bulmak da mümkün olamaz. Peki şu halde, o mertebeye çıkmış iken, kadrini bilmemek yazık değil mi? Sefer  bitmez, illâ nefis mağlûp olmazsa. Ve eğer insanoğlu, bu dünyadan cismâniyeti gãlip olarak giderse, ehlini tanımadığı öyle bir diyâra atılır ki, dâimâ muazzep (azap çeken) olmaktan hâlî (boş) kalmaz.” .…”    SOH.2000/s.148-149

Âyânı sâbite ve vahdet âleminin örnekle izahı mümkün müdür?
“…Şurada otururken sokaktan geçenlere bakıyorum: Asker, sivil, polis, odacı, çöpçü, türlü kıyâfette insanlar geçiyor. Bunlara: Efendiler nereye gidiyorsunuz? diye sorsanız, hepsi de bağlı olduğu merkezleri ve gidecekleri yerleri söylerler. Meselâ ben muallimim (öğretmenim), maârife tâbiyim. Doktor sıhhıyeye, mühendis nâfiaya (bayındırlığa) ve ilh… fakat bu merkezlerin hepsini birden cem eden (toplayan), hepsine birden hükmeden bir ana merkez, bir hükûmet var. İşte, asıl merkeze tâbi olan bu merkezlerden birini, farazâ belediyeyi ele alalım: Bu dâirenin en küçük memûrundan, çöpçü, onbaşı, kâtip, muhâsebeciden tâ belediye reîsine kadar hepsi de kendi vazîfelerinin îcap ve mes’ûliyetleri hudûdu içinde meşguldürler. Gerçi hepsi de aynı merkezin hizmetindedirler. Fakat aralarında derece farkları vardır. Farazâ belediye reîsinin belediye merkezine olan yakınlığı ile çöpçününki bir midir? İşte bu tabloyu âyânı sâbiteye benzetebiliriz. Herkesin mensup olduğu isim onun rabbi, mürebbîsi, âmiridir. Ama âyânı sâbiteden daha yukarı çıkarsak vahdet zuhur eder. Yâni onu da hükûmete benzetebiliriz...” SOH. 2000/s.183

Âyânı sâbite’de belirlenmiş hâle doğru ilerleyiş ve sırâtı müstakim anlayışı arasında bir bağ mevcut mudur?
“…Vakit ve zaman gelince ezelde ilâhî nurdan kendilerine isâbet etmiş kimseler şu veya bu sebeple bir rahmânî şûleye (ışığa) eriştiler mi ne kadar kötü yolda bulunsalar veyâhut küfür ve isyan üzere olmuş olsalar, derhal bu küfür kaftanını atıp Hakk’a ve hikîkata sırâtı müstakîme (doğru yola) dönerler…SOH. 2000/s.242

…Bir kimsenin kendisini cezbedene (çekene) doğru gitmesi, onun için sırâtı müstakîmdir ve bu, güneşten çıkan ışığın yine güneşe avdeti gibidir. Meselâ, burada muhtelif renkte bir çok camlar olsa… siyah, turuncu, mavi, kımızı, yeşil… bunlara vuran ışık renkli akisler (yansımalar) vücûda getirir. Halbuki haddizâtında güneşin ışığı öyle renkli midir? İşte onların türlü istîdat renkleriyle renklenmiş olan âyânı sâbitelerine, renksiz olan feyzi akdes (en kutsal tecellî) tecellî edince, bu türlü türlü renkler meydana gelir. Sonra güneş batınca, bütün o renkler ve akisler nereye gidiyor, yine güneşe avdet ediyor (geri dönüyor), güneş tarafına çekiliyor.
Bir misal daha alalım: Bir boya kutusu içinde muhtelif (değişik) renkler var. Bunların üstüne su serpilince, muhtelif renklerde sular akıyor. Halbuki su, renksizdir… işte o boyalar âyânı sâbite gibidir. Bir de şu var ki bütün renklerin birbirine karıştırılmasından renksizlik zuhur eder. SOH.2000/s.108

… Bütün mevcûdat, kâfir, mü’min, süflî, âlî (yüce), hiçbir zerre yoktur ki, Cenâbı Hak ona cüz’î veya küllî esmâsiyle (isimleriyle) tecellî etmesin. Her bir mahlûk, her bir zerre, her isim sâhibi kendi isminin aslını dâvet ediyor, celbediyor (çekiyor) ve kendisi de o ismin câzibesine tutuluyor ve bu onun için bir sırâtı müstakîm oluyor.
Mâdemki her mahlûk Rabb’ına, kendi terbiye edicisine âyânı sâbitesine müncezip oluyor (çekiliyor), o halde peygamberlerin, mürşitlerin dâvetine ne lüzum var? derseniz, o dâvetten maksat, Mudil (delâlete götüren) isminden Hâdî (doğruya götüren) ismine dâvettir, yâni şerden hayra çağırmaktır. Bilcümle isimler, bilcümle merbuplar (kullar), ancak bütün isim ve sıfatları kendinde toplamış olan Allah isminde, bu bir tek merkezde toplanır. Her mahlûkun, her zerrenin Rabbı’ına müncezip (çekilmiş) olması, onun sırâtı müstakîmidir (Allah’ın rızası olan doğru yoludur). Fakat en doğru sırat, en doğru yol ihdina’ssırâta’lmüstakîm (Fâtiha sûresi, 6. âyet: “Bizi doğru yola ulaştır!”) deki mazharı Muhammedî olan sırâtı müstakîm (Hz.Muhammed’in (s.a.v) yoludur), yâni tevhîddir.  SOH. 2000/s.122-123

Ef’âl (fiil) tecellîyâtı nedir?
“… Sâlik sülûkünde ve murâkabesinde (Hakk’ı bulma yolunda, kendini hesâba çekme konusunda) ilerledikçe, kendisinden zuhur eden hareket ve fiillerin Cenâbı Hak’tan olduğunu ve kendisinin âdetâ bir ağaç mesâbesinde (konumunda) bulunduğunu, kezâ bilcümle mevcûdâtın hareket ve fiilerinin de Cenâbı Hak’tan olduğunu bütün mevcûdâtın dahi bir ağaç mesâbesinde bulunduğunu müşâhede eder...” SOH.2000/s.439

Sıfat tecellîyâtı nedir?
“…Salik, sülûkünde ve murâkabesinde ilerledikçe, kendisinin bir ayna olduğunu ve bilcümle mevcûdatın da kezâ bir ayna olup onlardan görünen sıfâtın Cenâbı Hak’tan olduğunu ve fakat görünenin rengine ve kãbiliyetine göre zuhur ettiğini anlar, meselâ müstesnâ bir güzelin etrâfındaki cilâlı, paslı, kırık, siyah, beyaz, yeşil aynalar, onu kendi kãbiliyetlerine göre aksettirirler (yansıtırlar). Kezâ, suyun konduğu kabın rengini alması gibi, tecellî de tıpkı kırmızı, yeşil bardaklara konmuş su gibi, rengârenk ve çeşit çeşit belirir.
Demek oluyor ki aslî hakîkat birdir, tektir ve fakat mazharların yâni sûretlerin kãbiliyet, istîdat, şekil

Esmâ tecellîyâtı nedir?
“…Sâlik, sülûkünde ve murâkabesinde bir feyze erişir ki kendinden zuhur eden kelâm, zikir, fikir vesâirenin Hak’tan zuhur ettiğini ve kendisinin sâdece bir tercüman olduğunu, sâir  mahlûklardan ve herşeyden zuhur eden sesin de Cenâbı Hak’tan olduğunu ve bunların cümlesinin bir tercümandan başka bir şey olmadıklarını müşâhede eder.
Bir sâlik bu ef’âl (fiil), sıfât ve esmâ (isim) tecellîsine mazhar olduktan sonradır ki zât tecellîsine vâsıl olur...” SOH.2000/s.439

Zat tecellisi nedir?
“…Bütün mevcûdat, Hakk’ın pertevine (ışığına) mazhar olmak îtibâriyle, her şeyde bir güzellik mevcuttur. Ef‘âlde (fiilde), esmâda, sıfatta, zatta güzellik var. Fakat zatta olan güzellik hepsini câmîdir (toplayıcıdır). Farazâ bir kimse ehlullahtan birinin tutumunu, tavır ve hareketlerini görerek meftun (tutkun) olup ona âşık oluyor. Bir başkası sözlerini işitiyor, okuyor, ona hayran oluyor. Kimi ise sâdece, ismine âşık oluyor. Ama bir diğeri, doğrudan doğruya o ulunun kendisine, zâtına âşık oluyor, ki bunun içinde tavır, harekât, söz, ses, isim hepsi dâhil... yâni hem esmâ, hem sıfat, hem ef’âl hepsi mevcut… çünkü zattaki güzellik bütün güzellikleri câmidir...” SOH.2000/s.74

Allâh’ın rahman sıfatının, âyânı sâbitede verilmiş rolleri  beslemesine nasıl bir örnek verilebilir?
“…güneş her tarafa birden akseder. Mezbeleye, lağıma aksetmesi, onların fenâ kokularını ziyâdeleştirir. Güle, sümbüle ise güzel kokular verir. Yâni herkesin istîdâdında olan şeye kuvvet ve imkân hazırlar. Nîsan yağmuru sedefin ağzına düşerse inci, yılanın ağzına düşerse zehir olur. Kezâ, Kur’ân, mü’minin îmânını, kâfirin de küfrünü ziyâdeleştirir…”  SOH.2000/s.248

 

“Ruhlar kırk fırkadır”sözünden ne anlamak gerekir?
“…Ruhlar kırk fırkadır (gruptur).  Bunlardan dördü, hiç dünyâya gelmemiş olan mücerret (soyut) ruhlardır.
Diğer dördü ise dünyâya gelmiş olan nebîlerin, velîlerin, sâlih, ârif ve mü’minlerin rûhlarıdır.

Bu dört fırka içinde, beşeriyet îcâbı dünyâya uyup geldiği yeri bir müddet için unutmuş olanlar olsa bile, küçük bir vesîle, bir kıvılcım, uyanmalarına ve içlerindeki ateşin yeniden şûlelenmesine sebep olur.
Geri kalan otuz iki fırka da, münkirlerin, kâfirlerin, münâfık vesâirenin ruhlarıdır.
Demek oluyor ki dörde karşı otuz iki ne kadar büyük rakamdır. Bunlar, ıslâhı kãbil olmayan ruhlardır. Esas böyle kurulmuştur. Böyle gider. Lâkin şu da var ki her ruh, kendi sırâtı müstakîminde (Allah’ın rızası yönünde) terakkîdedir (ilerlemektedir).
Farzedelim ki bu otuz iki fırkadan birine mensup olan kimse zamânın sâhibini bulsa, onunla tanışsa, hattâ ona intisap edip (bağlanıp) sohbetine girse ve gönlünde bir muhabbet de uyansa, bakarsınız ya son nefesinde kâfir olarak ölür veyâhut da, o hakîkat deryâsı onu beşeriyet sâhiline atarak uzaklaştırır.
Fakat karşısına gelmiş ve halkasına girmiş bu kimseyi ezel damgasından tanıdığı halde iâde etmek, geri çevirmek kâmil insanın şânından değildir. Çünkü Hak yolunda cimrilik yoktur. Hattâ alâkasızlığını dahi kimseye sezdirmez. Ancak bu kimsenin, kendi kendisini tasfiye etmesi ile alâka sona erer.
Bize, münkir ve kâfirlerin halleri ve tutumları hakkında söz söylemek de düşmez. Bütün yaratılmışlar gibi, bunlar da vazîfelerini yapmak ile mükelleftirler (sorumludurlar). Bu âlemde, herkes kendi memur olduğu işin îcâbını işler. Cenâbı Hakk’ın koyduğu bu kãnun değişmez. Eğer biz merdi sûfî isek, bunların hepsini hakîkat gözüyle görüp kendi hissemizi almamız lâzım gelir.
Merdi sûfî o kimsedir ki dünyâda bulunuşu nefsiyle değil, Hak’ladır...” SOH.2000/s.314

Yaradılış sürecinde ruhun önemi nedir?
“…Ruh vücutta Allâh’ın elçisidir, vekîlidir. Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, meselâ karşıki odaya geçmek arzûsunu duyduğumuz zaman, yerimizden kalkıp yürüyor ve oraya gidiyoruz. Emreden ruh, icrâ eden de melekelerdir.
Allah bir şey diliyor: Yakın, yıkın! Yâhut: Yapın, kurun! diyor. El, ayak vesâir uzuvlarımız, bu emrolunan şeyleri yerine getiriyorlar.
Allah’ta olan sıfatlardan, insanda birer cüz’ vardır. Gazap, af, sabır, söylemek, işitmek, kudret ve ilh..
Sonra mükevvenatta (yaratılmışla, kâinatta) ne varsa yine insanda mevcuttur: Dağlar, dereler, kanallar, vâdîler, sahrâlar…
Ve sonra ceberut (varlıkların ilmî sûretler hâlinde bulunduğu alan), lâhut (ilâhî zat âlemi), melekût da (ruhlar, ve melekler alemi de) yine insanda mevcuttur …”SOH.2000/s.470

…Ruhlar, cisimleri terbiye için değil, kendini mükemmelleştirmek için gönderilmiştir. Noksan olan ruh, kemâli ancak dünyâda bulacaktır...
… Bir ruh ki maksadı kemâle ermek iken, zarf olarak kendisine verilmiş cismin hırs ve arzûlarına kapılarak dünyâya gelmekten maksut olan hakîkati unutup süflîyete (aşağı, bayağı şeylere) dalarsa, sefil olması tabiîdir. Amma aslî vazîfesini bilip o yolda gayret sarfeden ruh, cismi de kendi gibi ulvîleştirdiğinden (yücelttiğinden), bu takdirde cisim ruh, ruh da cisim olur…”SOH.2000/s.612

Vücutta gizlenmiş ruh seviyeleri hatırlayalım...
“… Semîha Hanım:
Ruh hakkında cilâsının şiddetinden gizli ve parlaklığının şiddetinden dolayı örtülüdür, saklıdır, buyrulmuş.
Nazlı Hanımefendi:
Bu, her ruh hakkında böyle midir?
Semîha Hanım:
Her halde, ve nefahtü fihi min rûhî (Hicr sûresi, 29. âyet; Sad sûresi, 72. âyet) yâni biz ona rûhumuzdan nefh ettik (üfledik), sırrına mazhar olan ruh değil mi?
(Ken’an Rifâî:)
“Evet, bundan maksat izâfî ruhtur. Üç kısım ruh vardır. Biri hayvânî ruh ki, bu hem insanda hem hayvanda bulunur. İkincisi ise rûhı revandır ki, (yürüyen akan, geçen) insanda bulunur ve uyku hâlinde de bedenden ayrılıp bir çok şeyler görür. Meselâ rüyâda gezip konuşuyor, oturuyor kalkıyorsun. Fakat  vücûdun hareket etmiyor. Bütün bunları yapan rûhı revan, uyku hâlinde vücut ile büsbütün alâkasını da kesmiyor. Onun için rüyâda korktuğun veya muztarip olduğun (ıztırap duyduğun) vakit, bağırıyor, hattâ ağlıyorsun. Böylece de görülen şeyler az çok bedende tesir icrâ ediyor...
…Bir de izâfî ruh vardır ki, o  ancak bir kâmil insana vusul (ulaşmak) ile kazanılır. İşte cezbeyi kabul eden bu ruh, cânı cânı candır. Yâni bir can vardır sonra bunun içinde bir can daha vardır ki o da Hakîkati Muhammediye’dir. Bir can daha vardır ki Sırrullah’tır, Allah’tır. Yâni cânı cânı can budur...” SOH.2000/s.146

 …İnsan nev’inin (türünün) cümlesi üç sınıftır. Birincisi, bu âleme niçin geldiğini ve ondan maksadın kemal kazanmak olduğunu bilmeyip, yeme, içme, uyuma ve sevişmeyi kendine put düzmüştür. Bu sınıf, yüce âlemlerde olan asıl makãmına dönemez. Çünkü onlar hayvan sıfatlarıyle sıfatlanmışlardır.
İkinci kısım, bu süflî âleme gelmekten maksadın, ancak kemal kazanmak olduğunu bilmiş, lâkin nefsini sevmek, evlât, mal, mevki gibi dört puta meyletmiştir. Bu sınıftan aslî makãmına dönenler varsa da bunlar yine esirdir ve o dört puta tapmaktadır. Zîra nefsini bilip yüce makãma vasıl olamamıştır. Ve bu dünyâya gelmekteki maksadı yerine getirememiştir.
Üçüncü sınıf, bu süflî âleme kemâle ermek için geldiğini bilmiş ve burada kendisini misâfir sayarak nefis putunu kırmakla kemal kazanıp kâmil insan olmuştur…”SOH.2000/s.436

“Nereden geldik ve nereye gidiyoruz?” sorusuna cevap ararken yaratılış sürecini nasıl bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekir?
“… Hayat ölümdedir. Asıl hayat oradadır. Lâkin kazanç bu vücutta olur. Senin ana karnında iken de bir hayâtın vardı. Ama orada iken, içinde bulunduğun rahimden büyük bir yer tasavvur edebilir miydin (düşünebilir miydin)? Ve o murdar kandan daha leziz bir yemek düşünebilir miydin?  Halbuki dünyâya çıktığın vakit ve yemekler yedin ve ne zevkler tattın. Sonra büyüdün. Okuyup yazdın ve Cenâbı Hak sana bir yol gösterici ihsan etti. Tâ iptidandan (başlangıcından) bu güne kadar geçirdiğin  zamânı düşün... Biribirinden ne kadar farklı... O halde daha ileriki hayatta bunlardan daha fazlası neden olmasın? Bu âlemler, denizin dalgaları gibi gittikçe genişler. Denize taş attığın zaman hâsıl olan (oluşan) halkalar nasıl gittikçe büyürse, bilgi de kezâ, gittikçe tekâmül etmektedir (gelişmektedir)…” SOH.2000/s.273

İnsan olarak yaradılmış olmanın anlamı ne olabilir? Dünyâya gelişten maksat nedir?
“…Dün Kâinat(1) dedi ki:  Neden güneşin batışı doğuşundan daha câzip, daha zevkli?  Ben de dedim ki: Çünkü kızım, batış aslına kavuşuş demektir. Elbet asıldan ayrılırken çekilen ıztırapla ona giderkenki sevinç bir olamaz da ondan.
Fakat şu da var ki her gurup (güneşin batışı) da o senin söylediğin gibi câzip (çekici) ve hoş olamaz. Kâh bulutlu, kâh soluk, kâh sisli ve yağmurlu anlarda olan guruplar dikkatimizi çekmeden geçip gider.
İşte dünyâdan yüzünün akıyle gidemeyen ruhların göçüşü de kezâ böylece, câzip olamaz. Arkasından hasretle baktığımız guruplar ise, şüphesiz burada kazanmış, kemâle ermiş ruhların asıllarına şevkle zevkle gidişleri gibi olduğundan onlar hazin bir zevk taşır…”SOH.2000/s.429-430

1 (Ken’an Rifâi’nin küçük kızı)
… Vah yazık bu çocukcağıza, bu hâle düşmeli miydi? demek  Allâh’a îtiraz eylemektir. Bir kula düşen ise, her şeyi hikmet tahtında bilmek ve sükût eylemektir (susmaktır). Çünkü Allah sebepsiz bir şey yapmaz…
... Bugün mahkemelerde bile hükmü verirken kılı kırk yararak öyle karar veriyorlar da, ya Allah, verdiği hükümde nasıl yanılır? Allah hâkimlerin hâkimidir. Hiç onda haksızlık, hiç onda zulüm tasavvur olunabilir mi (düşünülebilir mi)?…”SOH.2000/s.230

…Bu dünyâya gelişimizden maksat, Elest gününde verdiğimiz ahdi yerine getirmek ve levhimizdeki îlâmı  ki kalbi selîmdir (Şuarâ sûresi, 88-89. âyet: “… O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allâh’a kalbi selîm getiren”)  bu dünya mahkemesinde bir kâmil mürşit kadısından alıp korku ve hüzünden kurtulmaktır.
Öyle değil mi ya? Elest bezminde Cenâbı Hak bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitap buyurdu. Biz de “Belî”, evet... dedik. Fakat bu evetin doğru olup olmadığını tasdik ettirmek lâzımdır. Onun için dünya mahkemesine gönderildik. Fakat mahkemede de şâhitsiz dâvâ dinlenmiyor. Bunun için de mürşit kadısı huzûruna ilimden ve amelden iki şâhit getirdik ve dâvâmızı kazandık. Demek oluyor ki kim bu îlâmı (mahkeme kararını) dünyâda bir kâmil mürşitten alırsa, o kimse hür ve âzat olur.
Her alıp verdiğiniz nefesinizi son nefes telâkkî ederek (kabul ederek) ona göre her hususta uyanık ve tetikte olmalı, ayıp bir şey görmemeli, kimsenin kalbini incitmemeli, mâlâyânî (boş, lüzumsuz olan) ile meşgul olmamalı, gıybette bulunmamalıyız…”SOH.2000/s.438-439

Hayat nedir?
“… Hakk’ın hayâtiyle hayat bulmaktır. Allâh’ın Kayyûm (ezelî ve ebedî) sıfatını her şeyde görüp, bütün eşyâyı onunla diri ve onunla kãim görmektir...                                                                                
...Hayat, kalbin cehil (bilgisizliğin) ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, ikilik ve keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan kurtulmasıdır...
...düşünce ve duyguları bir araya toplamakla kalbin dirilmesidir. Zîra bu toplanış, kalbi mâsivânın kötülüklerinden kesip, Hakk’ın birliğine bağlar. İşte ebedî hayat denen budur. Tefrika, kargaşalık ise, kalbi ölü hükmünde olan çeşitli eşyâya bağlayıp dağıtmak ve nefsin îcap ve arzûlarına tâlip olmak demektir ki, cem’ ehli indinde (bkz. m4/1516) bu ölümdür…” SOH.2000/s.581

Yaşam mâcerası içine atılmış insan oğlundan ne beklendiğini Osman Efendinin kuşlar hakkındaki rüyâsı nasıl açıklar? Hayatı tayyı’be (temiz, güzel bir hayat) neyi anlatır?
“…Şeyh Osman Hazretleri henüz derviş olmadan evvel kendisine bir cezbe gelir. Bu hal esnâsında gökte beş tâne kuş görür. Kuşun bir tânesi kendisine der ki: Her şeyin hazîneleri Allâh’ın indindedir ve îcap ettiği, lüzum gördüğü kadarını gönderir. (Hicr sûresi, 21. âyet)

İkinci kuş: Yâ Rabbî, sen her şeyi îcap ettiği yaratılış üzre halkettin ve o halkettiğin kimselere de o îcâba göre hidâyet ettin. Yâni o vazîfeyi yapmaya yol gösterdin. (Tâhâ sûresi 50. âyet)
Üçüncü kuş:  Ey ulu Allâh’ım, sen peygamberleri  insanlara, bütün yaratılmışlara delil olarak gönderdin. Resûlullâh’ı hepsine üstün kıldın.
Dördüncü kuş: Ey Allâh’tan gãfil olanlar, uyanın, koşun Allâh’a  (Zâriyât sûresi, 50. âyet)… Cenâbı Hak size bol ihsanlarda bulunur ve günahlarınızı affeder (Zümer sûresi, 53. âyet).
Beşinci kuş da… Dünyâda Allah ve Resûlullah için olandan mâada (başka), iş olsun, söz olsun, amel olsun, her ne varsa bâtıldır (boştur), der...   SOH.2000/s.335-336

…İnsanların dünyâya gelmelerinden maksat kendilerini öğrenmek, bu sûretle de Cenâbı Hakk’ı bilmektir. Kim ki Allâh’a kavuşmak isterse, ef’âlini Hakk’ın ef’alinde, sıfâtını Hakk’ın sıfâtında, zâtını da gene Hakk’ın zâtında fânî etsin. İşte o zaman hayâtı tayyibeyle dirilip ölmezlerden olurlar ve bu kimseler için korku ve endîşe yoktur. Eğer bir kimsenin gözü bu dünyâda iken ilâhî hakîkatlere açılmazsa, öteki dünyâda da kör kalacağına şüphe edilemez…”SOH.2000/s.625

 

Cennetteki ırmakların anlamları konu edilerek; aşk, muhabbet, ilim, mârifet, emir ile ibâdet ve kalp uyanıklığı hakkında ne söylenebilir?
İnsânı kâmili cennete, ırmakları da onda mevcut olan cevhere muhteviyatına benzetirsek ortaya nasıl bir tablo çıkar?
“…cennette mevcut olan dört ırmaktan bal ırmağı ile burada ilişiği olan kimsede aşk ve muhabbet olduğunu  ve oradaki süt ırmağı ile ilişiği bulunanın burada ilim, mârifet ve irfâna sâhip olduğunu ve orada şarap ırmağı ile münâsebeti olanların burada Allâh’ın emir ve tâatiyle meşgul olduğunu ve bu emir ve ibâdetleri zevk ve mestlikle yaptıklarını; orada su ırmağı ile münâsebeti bulunanların da kalp zindeliği, sâlih ameller ve iyi şeylerle  zinde olduklarını, kalplerinde bunların filizlendiğini anlatıyorduk…”SOH.2000/s.420

 

 

Sayfa Başı İçin Lütfen Tıklayınız...