
"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.
Tasavvuf’un güzel ahlâk,  İslâmiyet ve diğer dinlerle arasındaki bağ nasıl açıklanmıştır? Ken’an Rifâî’ye  göre tasavvuf ne demektir? 
  “…  Ona göre tasavvuf herhangi bir din kaydından müstakil (bağımsız) olarak mevcut  olup insanla beraber başlayan ve insanla beraber tekâmül eden (gelişen) bir  tefekkür silsilesi (düşünce zinciri), bir hayat tecrübesidir. Daima dinle yan  yana görülmesi, dinin onun  yardımına,  şerh (açıklama) ve tefsirine (yorumuna) muhtaç olmasından dolayıdır.  Bir yazısında bu fikri şöyle anlatıyor (Ken’an  Rifâî) : “İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma  keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihalelerini (değişimlerini) İslâm  dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki  İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi (toplayıcı) ve onların zemini üstünde  âbideleşmişse (anıtlaşmışsa) İslâm tasavvufu da böyledir. İndifa eden  (püsküren) bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi  tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur...”  YM.1983/s.180
    
…  Bir defa kendisine “tasavvuf nedir?”   diye sorulan bir suali “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor (Ken’an  Rifâî). Sonra fikrini şöyle izah ediyor : “En büyüğünden en küçüğüne kadar  hiçbir şey yoktur ki Allah’ın irâdesi ile olmasın. Seni tedvir eden (çeviren)  rûhun ve aklındır. Rûhun rûhu da Allah’dır. Her şeyi hareket ve sükûna getiren  kendi mânasıdır. Mânanın mânası da yine Allah’dır. Şu halde rûhu rûha terketmek  ve kendi gözü ile kendini görmesini temin etmek icabeder. Her madde bir mânayı  işaret için vücut bulmuştur. İnsan ise kâinatın (evrenin)  mânasıdır. Onun için koca Mevlânâ  “Beytullah  (Kâbe)  Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı,  benim gönlüm hanesinde ise ondan gayrı birşey yok” diyor ki işte tasavvuf bu  bilgiyi edinebilmektir. Fakat Eflâtun’un da söylediği gibi , bu bilgi  kitaplardan öğrenilmiyor. İnsan onu kendi kalbi hazinesinden pek ince bir  teemmülle (derin düşünce ile) çıkarabilir ve mukkaddes ateşi kendi zatî  menbaından (kişisel kaynağından) uyandırabilir...  YM.1983/s.181
  
…Tasavvuf incitmemek ve incinmemektir, yalnız incitmemeye değil asıl incinmemeye alışmak gerek... SOH.2000/s.319
      …Allah’ın  lûtfu, keremi (bağışı), kahrı, gazabı insanlara, yine insanlardan zuhur  eder (ortaya çıkar). O halde her  muamelenin  Hakla olduğunu bilirsen  kimden incinecek ve kimi inciteceksin? Bizim vücudumuz Allah’ın kavline  (sözüne), fiiline, tasarrufı zâhiriye ve bâtıniyesine (görünüre ve öze hakimiyetine)  bir âlettir, çoğu zaman insan, Hakkın bu tasarrufunu (hâkimiyetini) kendinden  zanneder. Halbuki bu tasarruf âriyet (eğreti) ve emanettir.  İşte Resûlûllah’ın, nefsini bilen Rabbini  bilir, diye ifade ettiği düsturun mânası budur... YM.1983/s.181182
    
…Tasavvuf güzel ahlâktır. İç ve dış edebiyle edeplenmektir. Dış edebi, yâni zâhir (görünür) edep, Allâh’ın emrine uymak, nehyinden (yasaklarından) kaçmaktır. İç yâni bâtın edebi ise, hayvan sıfatlarından kurtulup iyi huylar ile alışkanlık peydâ etmek, elinden, dilinden bir kimseyi kırmamak, rahatını bozmamak ve lüzumsuz düşüncelerden vesveselerden gönlünü pâk (temiz) edip, Hakk’ın cemâli (güzelliği, lutfu) içinde gark olmaktır...” SOH.2000/s.579
      …  O, “mükevvenat, yani kesret (çokluk), Allah’ın birliğine mâni değildir. Nasıl  ki denizin dalgaları, denizin birliğine mâni değilse..” diyor. Ve ilâve ediyor:  “Meselâ adetleri alalım: 1,2,3 diyoruz. Fakat aslında iki var mıdır? İki, birin  tekerrürüdür (tekrarıdır). Anlaşılıyor ki kesretin  ifadesi olan bütün adetlerin vücudu birin  tekerrüründen husûle (meydana) geliyor, yani birden başka adet yoktur. Hep  vahdeti vücud (vücud birliği)... unité absolue. Bu vahdet ilmi (birlik;  Allah’ın birliğinden başka hiç bir şey olmadığının ilmi) hâsıl olunca faili,  mevcudu yalnız Allah bilirsin. Hazreti Ebûbekir bunun için hiçbir şey görmedim  ki onda Allah’ı görmeyeyim dedi. İşte bunu bildin mi ne kediyi, ne köpeği, ne  soğanı, ne sarmısağı fena görmez, tahkir edemezin (aşağlayamazsın)...YM.1983/s.182
    
…Tasavvuf,  ölümsüz hayat ve her hal ve vakitte edeptir”...” SOH.2000/s.468
      
      Tasavvuf bir çeşit akıl yürütme  yolu mudur? 
  “... Tasavvuf, yânî mistisizm kelimesini  islâmiyette ilk söyleyen Kneber’dir.
      Mistisizm,  Yunanca “müo” kelimesinden alınmıştır. Ağzını yüzünü kaplamak mânâsına gelir.  Bu îtibarla tasavvuf demek, aklın istidlâller (akıl yürütme, delile  dayandırma)  nazariyesine (teorisine)  mürâcaat edilmeksizin kesbolunan (kazanılan) kalp mârifeti demektir…
      …  aklî istidlâlle değil, ancak aşkla elde edilen bir vuslat (kavuşma) sâyesinde  hâsıl olan bu mârifeti hiçbir hoca öğretemez. Çünkü Cenâbı Hakk’ı örten perde,  yalnız ona bütün kalbi ile âşık ve onu aslı üzre müşâhedeye (gözlemeye) lâyık  ve müstait (kâbiliyetli) olanlar için kalkar. İşte sen de kendinden ve her  şeyden samîmî bir ferâgat ile geçtiğin ve her türlü hâilden âzat olduğun  (engelden kurtulduğun) vakit gizlilikler âleminin nurlarına gark  olabilirsin…”   SOH.2000/ S.367
  
  
  Tasavvufta edep anlayışından yola  çıkarak tasavvuf ehli nasıl tanımlanabilir? 
  “…  Zâhiri (görünürde, yüzeyde) edep:  Namaz,  oruç, hac,  zekat vesâire gibi şeylerdir.  Bâtınî (özde) edep de: İnsanın hayvan sıfatlarından kurtulması, elinden,  dilinden kimsenin rencîde (incinmiş, kırılmış) olmaması ve kalbinin hîle ve  fesat gibi kötülüklerden arınmış olarak Allâh’ın cemâlini (güzelliğini,  lutfunu) seyretmesidir. İşte tasavvuf ehli diye bunlara derler…SOH.2000/s.324
      …Tasavvuf  ehli olanlar da Hakk’ın sıfatiyle sıfatlanmış, ahlâkıyle ahlâklanmış, esmâsını  (Hakk’ın isimlerini) hakkiyle bilmişlerdir…” SOH.2000/s.205
  
  Tasavvuf bilinci ne zaman ortaya  çıkmış ve İslâmiyet’e kadar nasıl bir gelişim göstermiştir? 
  “…tasavvuf,  dünya kurulalı beri mevcuttur. Çünkü bu, insan tabîatının vazgeçilmez, yok edilmez  bir hâdisesidir… SOH.2000/s.355
      …Tasavvuf,  dünyânın her devrinde ve her yerde, türlü türlü şekillerde görünmüştür.  Hindistan’da, Mısır’da, Yunanistan’da, İskenderiye’de Mûseviyet’te, Îseviyet’te  ve nihâyet İslâmiyet’te tekemmül etmiş (olgunlaşmış) olduğu halde kendini  göstermiştir.
      Mâdemki  Resûlullah Efendimiz’den evvel peygamberler gelmiştir, tabiî ki tasavvuf  anlayışı o zamanlarda da mevcut idi… SOH.2000/s.354
      …bir  kağnı arabasında gidenin istirâhati ile bir otomobil veya şimendiferde gidenin  istirâhati bir midir? İslâmiyet’in tasavvuf anlayışı, kağnı arabasına nazaran  otomobil gibidir. Her mütekâmil (olgunlaşmış) şeyde geçmiş şeyler mevcut olduğu  gibi, İslâmiyet’te de bu eski devir tasavvuf anlayışlarından çizgiler ve  esaslar vardır.  Binâenaleyh onlarda da  hakîkat payı mevcut olduğundan bir kenara itemeyiz. İşte onun içindir ki biz de  geçmiş devirlerin tasavvuflarından bahsetmekte bulunuyoruz…”  SOH.2000/s.365
  
  Tarih içindeki hangi  felsefecilerin, hangi görüşleri, din ve  tasavvuf düşüncesiyle benzerlik gösterir  niteliktedir? 
  “…Sokrat, Mîlât’tan dört yüz yetmiş sene evvel  Atina’da dünyâya gelmiştir. Bu zatla Eflâtun’un tasavvuf târihinde ehemmiyetli  mevkii vardır ve ahlâkî felsefenin müessisidirler (temelini alanlarıdır). 
      Sokrat,  talebelerine dâimâ çarşı ve pazarda ve gezdiği yerlerde ahlâkın fazîletlerinden  bahsederek tavsiyelerde bulunur, onlara devamlı olarak “kendini bil!” sözünü  tekrarlardı... Bâzan bakışları bir şeye dikilir, orada sabahladığı olurdu. Her  an, her vakit, her zaman ve her mevkide, hattâ ölüm tehlikesine mâruz kaldığı  vakit bile adâletten ayrılmamıştır.
      Sokrat,  Cenâbı Hakk’ın mevcûdiyetini, âlemin nizâmından (düzeninden) anlamıştı... Bu  yaratılış âleminde  hiçbir şeyin abes  olmayıp, bedenimizin uzuvlarının olsun, sâir (diğer) eşyânın  olsun hep birer vazîfesi bulunduğunu, bir  parçası oldukları bütünün  selâmetini  temîne çalıştıklarını bildiriyordu. Her şeyin intizâmının, yerin, göğün, gök  kubbenin bir âhenk ve düzen içinde bulunmasının ve bütün mevcûdâtın çalışıp  didinmesinin ve cümle mahlûkãtın (yaratılmışın) çoğalış ve doğuruş hâlinde  bulunmasının, hep insanın menfaat ve hizmeti adına olduğunu, yâni bu mümtaz  (seçkin) ve seçilmiş olan insana hizmet yolunda kullanıldığını anlatıyor ve  bakınız diyordu, giydiklerimiz, onların postlarından, yediklerimiz onların  etinden ve sütünden değil mi? Bütün bu faydalanışlar, hepsinin insan için  hazırlanmış olduğunun bir delîli değil mi?…
      …  Cihanda hiçbir şey tesâdüfe dayanmaz. Her şey bir gãyeye, o gãye de daha yüksek  daha üstün bir gãyeye ve netîcede herşey tek gãye olan tevhîde müteveccihtir  (birliğe yönelmiştir)...
      İşte,  yekpâre (tek parça) bir kasîde gibi olan tabiat da, bu gãyenin hakîkaten tek  olduğunu isbâta kâfîdir. Sokrat, düşününüz bir kere diyor, nasıl olur da bu  kadar mevcûdat, şekilsiz olan bir maddî kütleden kendi kendine meydana gelir?  Nasıl olur da bunlar o muazzam varlık içinde kendi kendilerine bir şekil ve  mevki verirler?
      Binâenaleyh  hiçbir şey tesâdüfe bırakılmamıştır. Her şeyde ilâhî bir cevher olmakla  berâber, onları bu şekilsiz küllî (bütünü) maddeden, bu karışıklıklardan  çıkaran ve bu intizâma sokan (düzenleyen) bir hakîkî yaratıcı vardır. Bu hakîkî  yaratıcı, her yerde hazır ve gãlip ve her yerde mevcuttur. Ama biz onu  göremiyoruz. Güneş, hepimizin gözlerimize ışığını aksettiriyor. Fakat ona  gözümüzü dikecek olursak göz kör oluyor...
      …İşte  Sokrat’ın bu nasîhatlerini ve bu tâlîmâtını hıristiyan hakîmleri kendilerine  mâl etmişler ve (sebepler ve vâsıtalar maksat ve gãyeye göre düzenlenmiştir)  tarzındaki nazariyesi (teorisi) de talebesi Eflâtun’un ve kezâ onun talebesi  Aristo’nun felsefesine girmiştir...
      …  Sokrat, birinci olarak rûhu, ruhta aklı ve akılda da mefkûreyi (ideali, ülküyü)  görmüştür. Onun için aklî rûhiyâtın kurucusudur. Ama bu yüksek düşünce ve  büyüklüklerini zaman çekemedi. İftirâlar ve anlayışsızlıklar ile îdâma mahkûm  ettiler. Çok kimseler vardır ki saâdetleri yıldızı öldükten sonra parlar. Onun  da kıymeti, öldükten sonra meydana çıktı… 
      …  Onun sözü sohbeti, dâimâ ahlâk, fazîlet ve Sübhân’ın (Allah’ın) azameti bâbında  idi... 
      …Bu  sözlerin içinde İslâmî anlayışa aykırı bir nokta bulmak güç... SOH.2000/s.359-360-361
      …  Târihin kaydettiği ve en eski dediği Sokrat, Eflâtun, Fisagor gibi büyük  kimselerin anlayışlarıyle,  Mûsâ, Îsâ ve  bütün dinleri ihâta eden Muhammed dîninde gösterildiği gibi, asıl bu sözleri  söylememize sebep olan: Allah, insanı iyi gördüğünden ayırmasın temennîsine  (dileğine) karşı... diyorlar ki: Hayat, kederleri, elemleri, sürur (sevinç) ve  neşâtı (şenlikleri) ile, hep geçmişte kazanılan şeylerin semeresidir.
      Meselâ  Sokrat der ki: “İnsan, kendi felâketini kendi hazırladığı gibi, saâdetini de  yine kendi hazırlar.”
      Resûllullah Efendimiz de buyuruyor ki:  “Öldükten sonra başınıza neler geleceğini bilseniz, iştihâ (iştah) ile yemek  yemez, istirâhatle uyuyamaz, başınızı alıp dağdan dağa kaçardınız. ”
      Cenâbı  Hak da Kur’ânı Kerîm’de: “Zerre kadar hayır işleyen hayır bulur, zerre kadar  şer işleyen şer bulur.” Ve yine: “İyilik yaptığınız vakit kendiniz için yapıyorsunuz,  kötülük yaptığınız vakit yine kendiniz için yapıyorsunuz.”, buyurur... SOH.2000/s.357
      …Eflâtun:  “Bilmek demek, eski şeyleri hatırlamak demektir”, diyor. İşte buradaki bilişme,  kaynaşma ve buluşma da ezelin îcâbıdır. Sokrat’ın yine güzel bir sözü vardır:  Felsefe demek, ölüme hazırlanmak demektir...” SOH.2000/s.569
  
  Sokrat’ın Hakk’la alışverişini  anlatan bir anekdot...
  “…  Sokrat dâimâ: Ben size Allâh’ın emrini teblîğe memûrum, derdi ve: Her zaman bir  melek gelir, şunu şöyle yap, bunu böyle yap… diye emirler verir. Ama beni îdâma  mahkûm ettikleri vakit o melek gelmedi. Anladım ki Allâh’ın rızâsı bu yoldadır,  dedi…”SOH.2000/s.361
  
  Buda’nın insanlık bilincine  varılabilmesi için izlenmesi gereken yol hakkındaki  hangi temel prensibi, tasavvuf anlayışına  yakın bulunmuştur? 
  “…Buda  der ki: “Kötülüklerin, kederlerin, ölümün sebebi şehvettir. Her bir insanın  başına birer belâ kesilen ihtiyaçları kalplerde uyandıran yine şehvet ve  hırstır.” Bunun için Buda, şehvet ve hırstan kurtulmak çâresi olmak üzere  riyâzat yâni perhiz ve ayni zamanda   derin derin tefekkürü (düşünmeyi), insanın yavaş yavaş dünya  arzularından çekilmesi ve benliğinden kurtulması yolunu göstermiştir…” SOH.2000/s.354
    
Felsefe  ile tasavvuf arasında ne fark vardır?
  “… Semîha Hanım’a hitâben:
  “Felsefe ile tasavvuf arasında ne fark  vardır?”
      Semîha  Hanım:
      Biri hakîkat, diğeri vehim, şüphe ve hayal  yolu değil mi Efendim?
  “Evet, biri aklî hikmet (kâinattaki bütün  hâdiselerin Allah tarafından bilinen sebebinin akılla çözümü), diğeri hakîkî  hikmettir. Yâni biri zan ve vehim (şüphe) yolu, diğeri hakîkat yoludur. 
      Felsefenin  bir şüphecilik ve zan yolu olduğu şununla da sâbittir ki Schopenhauer, Kant,  Nietzche gibi filozoflar dâimâ birbirlerini çürütmüş. Meselâ eski felsefenin  bugünkü felsefeyi baştan başa nakzedişi (bozması) gibi. 
      Halbuki  hakîkat yolunda, hangi ehlullah, bir diğerinin dediğini çürütmüş,  nakzeylemiştir? Bin bu kadar sene evvel gelen bir Hak velîsi de, beş yüz bu  kadar sene sonra gelecek olan da hep aynı hakîkati söylerler. Çünkü hakîkat  ehlinin  beyanları görgüye dayanır.  Hak’tan alır ve Hak’tan bahsederler.” …”  SOH.2000/s.292
Felsefeden nasıl istifâde  edilmesi gerektiğini, Ken’an Rifâî’nin öğrencileri ne şekilde izah etmişlerdir?
  “…Felsefe ancak zihin seviyesini muayyen  (belirli)  bir irtifaa (yüksekliğe)  yükselmiş olan kimsenin kulağına bir şeyler fısıldar, fakat her adımda kendi  kendini nakzetmesi (çürütmesi) ve her felsefî sistemin kendinden bir evvelkinin  enkazı üzerinde yükselmesi onun her zaman bir nazariye (teori) olarak  kalmasını icabettirmektedir. Böyle bir sistem  insan hayatını  yalnız başına tanzim  edecek (düzenleyecek) bir âmil (yapan,eden) olamaz, ancak insan tecessüs  (merak) ve muhayyilesini (hayal gücünü) teşvik   ve  tahrik ederek (harekete  geçirerek) tefekkür (düşünce) ufuklarının genişlemesine hizmet eder...”  YM.1983/s.136
  
  Hakîkati bulmuş filozoflarla  Allah âşıkları arasında fark var mıdır?
  “… Filozoflar içinde bihakkın (hakkıyle)  hakîkate ermiş bir kimse tasavvur edemiyorum (düşünemiyorum). Çünkü bunların  bilgilerine ve bildiklerine akıl delil olmuştur. Akıl ise mahlûk olmak  hasebiyle (yaratılmış olması nedeniyle) kendi üstünde olan hakîkatleri  idrak edecek kudret ve kuvvette değildir.  Onun için bunlar, deryâ içinde dümensiz seyir ve sefer eden bir gemi gibidirler  ki nihâyet günün birinde taşlara çarparak parçalanırlar.
      Evet,  bunların içinde, Hazreti Peygamber’in mâneviyâtından nur ve feyiz (ışık ve  ilham) almış olan, Sokrat, Eflâtun, Epiktetos gibi kimseler de vardır. Fakat  hakîkati bulmuş olan bu gibilere pek ender olarak rastlanır. Yine bunlar da bir  nebî derecesinde olamazlar…SOH.2000/s.469
 …Papaz,  nutkunun sonunda, Sokrat’tan aldığı şu sözleri söyledi: “Şimdi siz hayâta ben de  ölüme gidiyoruz. Hangimizin tâlihli olduğunu Allah bilir.” İşte biz müslümanlar  böyle demeyiz, dedim. Biz, bir nefes fazla Allah deyip ve Hakk’a kulluk  edebilirsek yaşamak isteriz. Hakk’a kulluk ederek yaşayana ne mutlu…”   SOH.2000/s.301
      
      Ken’an Rifâî’nin alışılagelmiş  felsefecilerden farklı yönü hakkında ne söylenebilir?  
  “… Ken’an Rifâî bir ahlâk felsefecisi değildi.  Bunun için insanlara asıl faydalı olan tarafı, bir takım hikmetlerden ve  hakikatlerden bahsedişi değil, hikmet  ve  hakikatlerin icabı üzere hareket edişi olmuştur...” YM.1983/s.169
Tasavvuf  Anlayışını Oluşturan Değerlere 
                  Genel  Bakış
Tasavvuf  ve edep  arasında nasıl bir bağdan söz  edilebilir? Elem ve kederin bu konudaki önemi nedir?
  “…Tasavvuf  demek, edep demektir. Edep ise, göz ile Hak’tan başka bir şey görmemek, lisanla  bir şeye îtiraz etmemek, Allâh’ın buyruğunu tutmak, menettiğinden kaçmaktır.  Bunların kendisinde yer ettiği kimse, şüphesiz adâletten ayrılamaz, kimsenin  kalbini kıramaz. Hâsılı, Allâh’ın hoşnutsuzluğuna sebep olacak işlerde  bulunamaz. 
      Şunu  bilmeli ki bunların dışında hareket etmek, insanın kendi nefsine zararlıdır.  Zarara sebebiyet veren en büyük zarar ise, bir insana, yaptığı fenâlık  söylendiği vakit, o fenâlığı kendisine kondurmayıp saplanıp kaldığı fikir ile  hareket etmesidir ki, bu kimsenin selâmeti, mutlak başına bir felâket  gelmesiyle mümkün olur. Bu ise acı bir hakîkattir…”   SOH.2000/s.379
Tasavvuf düşüncesine göre,  yaratılmış üç tip insan grubu vardır demekle ne kastedilmiştir?
  “…İnsan nev’inin (çeşidinin) cümlesi (tamamı)  üç sınıftır. Birincisi, bu âleme niçin geldiğini ve ondan maksadın kemal  kazanmak (olgunlaşmak) olduğunu bilmeyip, yeme içme, uyuma ve sevişmeği kendine  put düzmüştür. Bu sınıf, yüce âlemlerde olan asıl makãmına dönemez. Çünkü onlar  hayvan sıfatlarıyle sıfatlanmışlardır. 
      İkinci  kısım, bu süflî (değersiz, bayağı) âleme gelmekten maksadın, ancak kemal  kazanmak olduğunu bilmiş, lâkin nefsini  (egosunu) sevmek,  evlât, mal, mevki gibi  dört puta meyletmiştir. Bu sınıftan aslî makãmına dönenler varsa da bunlar yine  esirdir ve o dört puta tapmaktadır. Zîra nefsini bilip yüce makãma vâsıl  olamamıştır. Ve bu dünyâya gelmekteki maksadı yerine getirememiştir. 
      Üçüncü  sınıf, bu süflî âleme kemâle ermek için geldiğini bilmiş ve burada kendisini  misâfir sayarak nefis putunu kırmakla kemal   kazanıp  kâmil insan olmuştur…”  SOH.2000/s.436
  
  Tasavvufta  derin düşünebilirlik (tefekkür) neden kıymetlidir?
  “…İnsan demek, fikir demektir. İnsan olan,  düşünecek ve dünyâya niçin geldiğini düşünerek Allâh’ını bilmiş  olacaktır…” SOH.2000/s.460
Tevhid, tevekkül, tefviz, sabır, rızâ, mârifet, muhabbet ve hikmet kavramları ile tasavvuf, bahçe benzetmesinden de yola çıkarak nasıl izah edilmiştir?
“…Akıl  sâhibi bir adamın kalbinde, tarhlar ile ayrılmış sekiz bahçesi vardır. Bir  bahçıvan, bakımını üstüne almış olduğu bahçelerinde nasıl her gün gezerek,  lüzumsuz ot ve dikenleri ayıklayıp atarsa, bizim bahçıvan Edhem Ağa’nın  vecîzelerinden biri olarak: Beyim bahçeye her gün bakılırsa güzel olur, dediği  gibi, âkil (akıllı) kimselerin de her gün bahçelerine bakıp, bunlarda biten  diken ve yabânî otları atması ve sulaması lâzım gelir. 
      Bu  bahçelerden biri, tevhîd (birlemek; her şeyde kaynağın Cenâbı Hak olduğunu  bilme, yapanın, yaptıranın Allah olduğu bilinciyle yaşamak) bahçesidir. Şâyet  burada, şirke (Allah’a ortak koşmaya) âit ve şüpheye dâir otlar bitmişse,  bunları koparıp atmak îcap eder… 
      …  İkinci, tevekkül bahçesidir. Tevekkül demek, Allah’tan gayrı fâil olmadığını  bilmek demektir. Bu bilinmedikçe de, ben Allâh’a mütevekkilim (güvendim, ondan  râzı oldum), demek doğru olmaz. Bu bahçede de korku ve endîşe dikenlerini  koparıp atmak lâzımdır. 
      Üçüncüsü  tefviz, yâni kendini Hakk’ın irâdesine terkeylemektir ki  bu bahçede tedbir ve ihtiyardan (serbest  irâdeden), şahsî isteğini kullanmaktan ileri gelen dikenler görülürse söküp  atmak gerekir. İşini Allâh’a bırakanın yâni tefviz edenin ne elemi olur ne  kederi. Her işini Allâh’a bırakmak, tedbir alsan, kendi irâdeni kullansan da  bunu sırf bir âdettir diye yapmak, tedbîrinden birşey beklemeden, bir fayda  ummadan, Allah’tan gayri ve onun irâdesinden başka hiçbir şeyin tesîri  olmayacağını bilmek ve tedbîrine bağlanmamak lâzımdır.  
      Dördüncü  sabır bahçesidir ki, başlıca dört kısma ayrılır: Biri, Hakk’a lâzım gelen  kulluk  husûsunda karşına çıkacak  güçlüklere sabır. İkinci, dünyânın zevklerine, sürurlarına (sevinçlerine),  ferahlarına kendini kaptırmamak husûsunda sabır. Üçüncü, dünya fazlalıklarını  elde etmeye çalışmamak husûsundaki sabır. Dördüncü de, musîbetlere, felâketlere  sabır. 
      Asıl  tesbih de sabırdır. İşte bu dediklerimizin hilâfında (dışında), bahçesinde bir  şey görürse onları çıkarıp atmak lâzımdır. Hazreti Yûsuf kuyudan selâmet  sâhiline çıkmak için nasıl uzatılan ipe tutunup çıkmış ise, insanı da bu dünya  zulmetinden nûrâniyete (karanlıktan aydınlığa) çıkaracak ip sabırdır. “Allah,  sabırlı olan kimseler ile berâberdir.” (Enfãl sûresi 46. âyet).
      Beşinci  bahçe rızâ bahçesidir ki, Allah’tan ne nîmet için bir şey istemek, ne nikmetinden  yâni cezâ ve çile yollu verdiklerinden kurtulmak için yalvarmaktır. Bilâkis  (aksine)  hâdiseleri olduğu gibi kabul  etmeye çalışıp, bu hâdiselere karşı dargınlık, küskünlük ve îtirazda  bulunmamaktır. 
      Altıncı,  mârifet bahçesidir ki, Allah’tan gayrı ne varsa ondan soyunmak ve Hak’tan  gayriye meyil eylememek, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanıp, sabırlı ve râzı,  mütevekkil (kadere râzı) ve teslîmiyet sâhibi olmaktır. 
      Yedinci  bahçe muhabbettir ki, Allâh’ın aşk ve muhabbetine hiçbir şeyi tercih  etmemektir. Nefis (ego), evlât, mevki, servet putlarını kırıp atmaktır. 
      Sekizinci  bahçeye gelince,  bu da hikmettir ki  kavilde (sözde), fiilde, talepte dürüst olmaktır. Yâni, Allah’ı söylemek, Allah  için işlemek, murâdı Allah’tan gayrı olmamaktır. 
      İşte  bu bahçelere giren bahçıvan, her şeye hayat veren su ile o güzel çiçekleri ve  ağaçları sular ve bu sûretle de canına can katar…”  SOH.2000/s.449451
  
  Erbaîn  ne demektir?
  “…İstîdat (kâbiliyet) büyük şeydir. Göz  değiştirmekten maksat, sâlikin (mânevî terbiyenin yoluna girenin) derviş  olmazdan evvelki gözüdür ki, mürşide (Hak yolunun kılavuzu, öğreticisi ve  eğiticisine) intisap ettikten (bağlandıktan) sonra erbaîn denilen kırk gün  zarfında sâlikin riyâzâta (nefsini terbiye etmek üzere maddi mânevi  ferahlanmalardan perhize) girmesi ve bundan sonra kalbine ihsan olunan hikmet  nûriyle gözünün görmesidir…” SOH.2000/s.545
  
  Tasavvufta hayat, ölü ve diri ne  mânâya gelir?  
  “…Hayat,  kalbin cehil (bilgisizlik) ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, ikilik ve  keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan  kurtulmasıdır... 
      ...Zîra  bu toplanış, kalbi mâsivânın (Allah’tan gayrıdan) kötülüklerinden kesip,  Hakk’ın birliğine bağlar. İşte ebedî hayat denen budur. Tefrika (ayrılık,  nifak), kargaşalık ise, kalbi ölü hükmünde olan çeşitli eşyâya bağlayıp  dağıtmak ve nefsin (egonun) îcap ve arzûlarına tâlip olmak demektir ki bu  ölümdür…SOH.2000/s.581
    
...  Her dirinin diriliğinin alâmeti hareket etmesidir. İlimle hayat bulan bir  kalbin alâmeti de, Hakk’ı istemekte hareket eylemesidir.  
      Cehil  ile ölü olan kalp, ölü gibi sâkin olur. Yalnız nefsinin hazları için canlanır…”  SOH.2000/s.581
Sonuç  îtibâriyle en basit şekliyle tasavvufun telkini ne olabilir? 
  “… dâimâ güzeli ve iyiyi görmeye çalışmalı...  birbirinizi yemeye değil…” SOH.2000/s.74