"Ken'an Rifâî - Sohbetler" "Ken'an Rifâî -Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık" adlı eserleri soru tekniğiyle büyüteçe aldığımızda konu başlığımıza ilişkin hangi bilgilere ulaşabildiğimiz aşağıda dikkatlerinize sunulmatadır.
Tasavvuf’un güzel ahlâk, İslâmiyet ve diğer dinlerle arasındaki bağ nasıl açıklanmıştır? Ken’an Rifâî’ye göre tasavvuf ne demektir?
“… Ona göre tasavvuf herhangi bir din kaydından müstakil (bağımsız) olarak mevcut olup insanla beraber başlayan ve insanla beraber tekâmül eden (gelişen) bir tefekkür silsilesi (düşünce zinciri), bir hayat tecrübesidir. Daima dinle yan yana görülmesi, dinin onun yardımına, şerh (açıklama) ve tefsirine (yorumuna) muhtaç olmasından dolayıdır. Bir yazısında bu fikri şöyle anlatıyor (Ken’an Rifâî) : “İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihalelerini (değişimlerini) İslâm dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi (toplayıcı) ve onların zemini üstünde âbideleşmişse (anıtlaşmışsa) İslâm tasavvufu da böyledir. İndifa eden (püsküren) bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur...” YM.1983/s.180
… Bir defa kendisine “tasavvuf nedir?” diye sorulan bir suali “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor (Ken’an Rifâî). Sonra fikrini şöyle izah ediyor : “En büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir şey yoktur ki Allah’ın irâdesi ile olmasın. Seni tedvir eden (çeviren) rûhun ve aklındır. Rûhun rûhu da Allah’dır. Her şeyi hareket ve sükûna getiren kendi mânasıdır. Mânanın mânası da yine Allah’dır. Şu halde rûhu rûha terketmek ve kendi gözü ile kendini görmesini temin etmek icabeder. Her madde bir mânayı işaret için vücut bulmuştur. İnsan ise kâinatın (evrenin) mânasıdır. Onun için koca Mevlânâ “Beytullah (Kâbe) Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı, benim gönlüm hanesinde ise ondan gayrı birşey yok” diyor ki işte tasavvuf bu bilgiyi edinebilmektir. Fakat Eflâtun’un da söylediği gibi , bu bilgi kitaplardan öğrenilmiyor. İnsan onu kendi kalbi hazinesinden pek ince bir teemmülle (derin düşünce ile) çıkarabilir ve mukkaddes ateşi kendi zatî menbaından (kişisel kaynağından) uyandırabilir... YM.1983/s.181
…Tasavvuf incitmemek ve incinmemektir, yalnız incitmemeye değil asıl incinmemeye alışmak gerek... SOH.2000/s.319
…Allah’ın lûtfu, keremi (bağışı), kahrı, gazabı insanlara, yine insanlardan zuhur eder (ortaya çıkar). O halde her muamelenin Hakla olduğunu bilirsen kimden incinecek ve kimi inciteceksin? Bizim vücudumuz Allah’ın kavline (sözüne), fiiline, tasarrufı zâhiriye ve bâtıniyesine (görünüre ve öze hakimiyetine) bir âlettir, çoğu zaman insan, Hakkın bu tasarrufunu (hâkimiyetini) kendinden zanneder. Halbuki bu tasarruf âriyet (eğreti) ve emanettir. İşte Resûlûllah’ın, nefsini bilen Rabbini bilir, diye ifade ettiği düsturun mânası budur... YM.1983/s.181182
…Tasavvuf güzel ahlâktır. İç ve dış edebiyle edeplenmektir. Dış edebi, yâni zâhir (görünür) edep, Allâh’ın emrine uymak, nehyinden (yasaklarından) kaçmaktır. İç yâni bâtın edebi ise, hayvan sıfatlarından kurtulup iyi huylar ile alışkanlık peydâ etmek, elinden, dilinden bir kimseyi kırmamak, rahatını bozmamak ve lüzumsuz düşüncelerden vesveselerden gönlünü pâk (temiz) edip, Hakk’ın cemâli (güzelliği, lutfu) içinde gark olmaktır...” SOH.2000/s.579
… O, “mükevvenat, yani kesret (çokluk), Allah’ın birliğine mâni değildir. Nasıl ki denizin dalgaları, denizin birliğine mâni değilse..” diyor. Ve ilâve ediyor: “Meselâ adetleri alalım: 1,2,3 diyoruz. Fakat aslında iki var mıdır? İki, birin tekerrürüdür (tekrarıdır). Anlaşılıyor ki kesretin ifadesi olan bütün adetlerin vücudu birin tekerrüründen husûle (meydana) geliyor, yani birden başka adet yoktur. Hep vahdeti vücud (vücud birliği)... unité absolue. Bu vahdet ilmi (birlik; Allah’ın birliğinden başka hiç bir şey olmadığının ilmi) hâsıl olunca faili, mevcudu yalnız Allah bilirsin. Hazreti Ebûbekir bunun için hiçbir şey görmedim ki onda Allah’ı görmeyeyim dedi. İşte bunu bildin mi ne kediyi, ne köpeği, ne soğanı, ne sarmısağı fena görmez, tahkir edemezin (aşağlayamazsın)...YM.1983/s.182
…Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hal ve vakitte edeptir”...” SOH.2000/s.468
Tasavvuf bir çeşit akıl yürütme yolu mudur?
“... Tasavvuf, yânî mistisizm kelimesini islâmiyette ilk söyleyen Kneber’dir.
Mistisizm, Yunanca “müo” kelimesinden alınmıştır. Ağzını yüzünü kaplamak mânâsına gelir. Bu îtibarla tasavvuf demek, aklın istidlâller (akıl yürütme, delile dayandırma) nazariyesine (teorisine) mürâcaat edilmeksizin kesbolunan (kazanılan) kalp mârifeti demektir…
… aklî istidlâlle değil, ancak aşkla elde edilen bir vuslat (kavuşma) sâyesinde hâsıl olan bu mârifeti hiçbir hoca öğretemez. Çünkü Cenâbı Hakk’ı örten perde, yalnız ona bütün kalbi ile âşık ve onu aslı üzre müşâhedeye (gözlemeye) lâyık ve müstait (kâbiliyetli) olanlar için kalkar. İşte sen de kendinden ve her şeyden samîmî bir ferâgat ile geçtiğin ve her türlü hâilden âzat olduğun (engelden kurtulduğun) vakit gizlilikler âleminin nurlarına gark olabilirsin…” SOH.2000/ S.367
Tasavvufta edep anlayışından yola çıkarak tasavvuf ehli nasıl tanımlanabilir?
“… Zâhiri (görünürde, yüzeyde) edep: Namaz, oruç, hac, zekat vesâire gibi şeylerdir. Bâtınî (özde) edep de: İnsanın hayvan sıfatlarından kurtulması, elinden, dilinden kimsenin rencîde (incinmiş, kırılmış) olmaması ve kalbinin hîle ve fesat gibi kötülüklerden arınmış olarak Allâh’ın cemâlini (güzelliğini, lutfunu) seyretmesidir. İşte tasavvuf ehli diye bunlara derler…SOH.2000/s.324
…Tasavvuf ehli olanlar da Hakk’ın sıfatiyle sıfatlanmış, ahlâkıyle ahlâklanmış, esmâsını (Hakk’ın isimlerini) hakkiyle bilmişlerdir…” SOH.2000/s.205
Tasavvuf bilinci ne zaman ortaya çıkmış ve İslâmiyet’e kadar nasıl bir gelişim göstermiştir?
“…tasavvuf, dünya kurulalı beri mevcuttur. Çünkü bu, insan tabîatının vazgeçilmez, yok edilmez bir hâdisesidir… SOH.2000/s.355
…Tasavvuf, dünyânın her devrinde ve her yerde, türlü türlü şekillerde görünmüştür. Hindistan’da, Mısır’da, Yunanistan’da, İskenderiye’de Mûseviyet’te, Îseviyet’te ve nihâyet İslâmiyet’te tekemmül etmiş (olgunlaşmış) olduğu halde kendini göstermiştir.
Mâdemki Resûlullah Efendimiz’den evvel peygamberler gelmiştir, tabiî ki tasavvuf anlayışı o zamanlarda da mevcut idi… SOH.2000/s.354
…bir kağnı arabasında gidenin istirâhati ile bir otomobil veya şimendiferde gidenin istirâhati bir midir? İslâmiyet’in tasavvuf anlayışı, kağnı arabasına nazaran otomobil gibidir. Her mütekâmil (olgunlaşmış) şeyde geçmiş şeyler mevcut olduğu gibi, İslâmiyet’te de bu eski devir tasavvuf anlayışlarından çizgiler ve esaslar vardır. Binâenaleyh onlarda da hakîkat payı mevcut olduğundan bir kenara itemeyiz. İşte onun içindir ki biz de geçmiş devirlerin tasavvuflarından bahsetmekte bulunuyoruz…” SOH.2000/s.365
Tarih içindeki hangi felsefecilerin, hangi görüşleri, din ve tasavvuf düşüncesiyle benzerlik gösterir niteliktedir?
“…Sokrat, Mîlât’tan dört yüz yetmiş sene evvel Atina’da dünyâya gelmiştir. Bu zatla Eflâtun’un tasavvuf târihinde ehemmiyetli mevkii vardır ve ahlâkî felsefenin müessisidirler (temelini alanlarıdır).
Sokrat, talebelerine dâimâ çarşı ve pazarda ve gezdiği yerlerde ahlâkın fazîletlerinden bahsederek tavsiyelerde bulunur, onlara devamlı olarak “kendini bil!” sözünü tekrarlardı... Bâzan bakışları bir şeye dikilir, orada sabahladığı olurdu. Her an, her vakit, her zaman ve her mevkide, hattâ ölüm tehlikesine mâruz kaldığı vakit bile adâletten ayrılmamıştır.
Sokrat, Cenâbı Hakk’ın mevcûdiyetini, âlemin nizâmından (düzeninden) anlamıştı... Bu yaratılış âleminde hiçbir şeyin abes olmayıp, bedenimizin uzuvlarının olsun, sâir (diğer) eşyânın olsun hep birer vazîfesi bulunduğunu, bir parçası oldukları bütünün selâmetini temîne çalıştıklarını bildiriyordu. Her şeyin intizâmının, yerin, göğün, gök kubbenin bir âhenk ve düzen içinde bulunmasının ve bütün mevcûdâtın çalışıp didinmesinin ve cümle mahlûkãtın (yaratılmışın) çoğalış ve doğuruş hâlinde bulunmasının, hep insanın menfaat ve hizmeti adına olduğunu, yâni bu mümtaz (seçkin) ve seçilmiş olan insana hizmet yolunda kullanıldığını anlatıyor ve bakınız diyordu, giydiklerimiz, onların postlarından, yediklerimiz onların etinden ve sütünden değil mi? Bütün bu faydalanışlar, hepsinin insan için hazırlanmış olduğunun bir delîli değil mi?…
… Cihanda hiçbir şey tesâdüfe dayanmaz. Her şey bir gãyeye, o gãye de daha yüksek daha üstün bir gãyeye ve netîcede herşey tek gãye olan tevhîde müteveccihtir (birliğe yönelmiştir)...
İşte, yekpâre (tek parça) bir kasîde gibi olan tabiat da, bu gãyenin hakîkaten tek olduğunu isbâta kâfîdir. Sokrat, düşününüz bir kere diyor, nasıl olur da bu kadar mevcûdat, şekilsiz olan bir maddî kütleden kendi kendine meydana gelir? Nasıl olur da bunlar o muazzam varlık içinde kendi kendilerine bir şekil ve mevki verirler?
Binâenaleyh hiçbir şey tesâdüfe bırakılmamıştır. Her şeyde ilâhî bir cevher olmakla berâber, onları bu şekilsiz küllî (bütünü) maddeden, bu karışıklıklardan çıkaran ve bu intizâma sokan (düzenleyen) bir hakîkî yaratıcı vardır. Bu hakîkî yaratıcı, her yerde hazır ve gãlip ve her yerde mevcuttur. Ama biz onu göremiyoruz. Güneş, hepimizin gözlerimize ışığını aksettiriyor. Fakat ona gözümüzü dikecek olursak göz kör oluyor...
…İşte Sokrat’ın bu nasîhatlerini ve bu tâlîmâtını hıristiyan hakîmleri kendilerine mâl etmişler ve (sebepler ve vâsıtalar maksat ve gãyeye göre düzenlenmiştir) tarzındaki nazariyesi (teorisi) de talebesi Eflâtun’un ve kezâ onun talebesi Aristo’nun felsefesine girmiştir...
… Sokrat, birinci olarak rûhu, ruhta aklı ve akılda da mefkûreyi (ideali, ülküyü) görmüştür. Onun için aklî rûhiyâtın kurucusudur. Ama bu yüksek düşünce ve büyüklüklerini zaman çekemedi. İftirâlar ve anlayışsızlıklar ile îdâma mahkûm ettiler. Çok kimseler vardır ki saâdetleri yıldızı öldükten sonra parlar. Onun da kıymeti, öldükten sonra meydana çıktı…
… Onun sözü sohbeti, dâimâ ahlâk, fazîlet ve Sübhân’ın (Allah’ın) azameti bâbında idi...
…Bu sözlerin içinde İslâmî anlayışa aykırı bir nokta bulmak güç... SOH.2000/s.359-360-361
… Târihin kaydettiği ve en eski dediği Sokrat, Eflâtun, Fisagor gibi büyük kimselerin anlayışlarıyle, Mûsâ, Îsâ ve bütün dinleri ihâta eden Muhammed dîninde gösterildiği gibi, asıl bu sözleri söylememize sebep olan: Allah, insanı iyi gördüğünden ayırmasın temennîsine (dileğine) karşı... diyorlar ki: Hayat, kederleri, elemleri, sürur (sevinç) ve neşâtı (şenlikleri) ile, hep geçmişte kazanılan şeylerin semeresidir.
Meselâ Sokrat der ki: “İnsan, kendi felâketini kendi hazırladığı gibi, saâdetini de yine kendi hazırlar.”
Resûllullah Efendimiz de buyuruyor ki: “Öldükten sonra başınıza neler geleceğini bilseniz, iştihâ (iştah) ile yemek yemez, istirâhatle uyuyamaz, başınızı alıp dağdan dağa kaçardınız. ”
Cenâbı Hak da Kur’ânı Kerîm’de: “Zerre kadar hayır işleyen hayır bulur, zerre kadar şer işleyen şer bulur.” Ve yine: “İyilik yaptığınız vakit kendiniz için yapıyorsunuz, kötülük yaptığınız vakit yine kendiniz için yapıyorsunuz.”, buyurur... SOH.2000/s.357
…Eflâtun: “Bilmek demek, eski şeyleri hatırlamak demektir”, diyor. İşte buradaki bilişme, kaynaşma ve buluşma da ezelin îcâbıdır. Sokrat’ın yine güzel bir sözü vardır: Felsefe demek, ölüme hazırlanmak demektir...” SOH.2000/s.569
Sokrat’ın Hakk’la alışverişini anlatan bir anekdot...
“… Sokrat dâimâ: Ben size Allâh’ın emrini teblîğe memûrum, derdi ve: Her zaman bir melek gelir, şunu şöyle yap, bunu böyle yap… diye emirler verir. Ama beni îdâma mahkûm ettikleri vakit o melek gelmedi. Anladım ki Allâh’ın rızâsı bu yoldadır, dedi…”SOH.2000/s.361
Buda’nın insanlık bilincine varılabilmesi için izlenmesi gereken yol hakkındaki hangi temel prensibi, tasavvuf anlayışına yakın bulunmuştur?
“…Buda der ki: “Kötülüklerin, kederlerin, ölümün sebebi şehvettir. Her bir insanın başına birer belâ kesilen ihtiyaçları kalplerde uyandıran yine şehvet ve hırstır.” Bunun için Buda, şehvet ve hırstan kurtulmak çâresi olmak üzere riyâzat yâni perhiz ve ayni zamanda derin derin tefekkürü (düşünmeyi), insanın yavaş yavaş dünya arzularından çekilmesi ve benliğinden kurtulması yolunu göstermiştir…” SOH.2000/s.354
Felsefe ile tasavvuf arasında ne fark vardır?
“… Semîha Hanım’a hitâben:
“Felsefe ile tasavvuf arasında ne fark vardır?”
Semîha Hanım:
Biri hakîkat, diğeri vehim, şüphe ve hayal yolu değil mi Efendim?
“Evet, biri aklî hikmet (kâinattaki bütün hâdiselerin Allah tarafından bilinen sebebinin akılla çözümü), diğeri hakîkî hikmettir. Yâni biri zan ve vehim (şüphe) yolu, diğeri hakîkat yoludur.
Felsefenin bir şüphecilik ve zan yolu olduğu şununla da sâbittir ki Schopenhauer, Kant, Nietzche gibi filozoflar dâimâ birbirlerini çürütmüş. Meselâ eski felsefenin bugünkü felsefeyi baştan başa nakzedişi (bozması) gibi.
Halbuki hakîkat yolunda, hangi ehlullah, bir diğerinin dediğini çürütmüş, nakzeylemiştir? Bin bu kadar sene evvel gelen bir Hak velîsi de, beş yüz bu kadar sene sonra gelecek olan da hep aynı hakîkati söylerler. Çünkü hakîkat ehlinin beyanları görgüye dayanır. Hak’tan alır ve Hak’tan bahsederler.” …” SOH.2000/s.292
Felsefeden nasıl istifâde edilmesi gerektiğini, Ken’an Rifâî’nin öğrencileri ne şekilde izah etmişlerdir?
“…Felsefe ancak zihin seviyesini muayyen (belirli) bir irtifaa (yüksekliğe) yükselmiş olan kimsenin kulağına bir şeyler fısıldar, fakat her adımda kendi kendini nakzetmesi (çürütmesi) ve her felsefî sistemin kendinden bir evvelkinin enkazı üzerinde yükselmesi onun her zaman bir nazariye (teori) olarak kalmasını icabettirmektedir. Böyle bir sistem insan hayatını yalnız başına tanzim edecek (düzenleyecek) bir âmil (yapan,eden) olamaz, ancak insan tecessüs (merak) ve muhayyilesini (hayal gücünü) teşvik ve tahrik ederek (harekete geçirerek) tefekkür (düşünce) ufuklarının genişlemesine hizmet eder...” YM.1983/s.136
Hakîkati bulmuş filozoflarla Allah âşıkları arasında fark var mıdır?
“… Filozoflar içinde bihakkın (hakkıyle) hakîkate ermiş bir kimse tasavvur edemiyorum (düşünemiyorum). Çünkü bunların bilgilerine ve bildiklerine akıl delil olmuştur. Akıl ise mahlûk olmak hasebiyle (yaratılmış olması nedeniyle) kendi üstünde olan hakîkatleri idrak edecek kudret ve kuvvette değildir. Onun için bunlar, deryâ içinde dümensiz seyir ve sefer eden bir gemi gibidirler ki nihâyet günün birinde taşlara çarparak parçalanırlar.
Evet, bunların içinde, Hazreti Peygamber’in mâneviyâtından nur ve feyiz (ışık ve ilham) almış olan, Sokrat, Eflâtun, Epiktetos gibi kimseler de vardır. Fakat hakîkati bulmuş olan bu gibilere pek ender olarak rastlanır. Yine bunlar da bir nebî derecesinde olamazlar…SOH.2000/s.469
…Papaz, nutkunun sonunda, Sokrat’tan aldığı şu sözleri söyledi: “Şimdi siz hayâta ben de ölüme gidiyoruz. Hangimizin tâlihli olduğunu Allah bilir.” İşte biz müslümanlar böyle demeyiz, dedim. Biz, bir nefes fazla Allah deyip ve Hakk’a kulluk edebilirsek yaşamak isteriz. Hakk’a kulluk ederek yaşayana ne mutlu…” SOH.2000/s.301
Ken’an Rifâî’nin alışılagelmiş felsefecilerden farklı yönü hakkında ne söylenebilir?
“… Ken’an Rifâî bir ahlâk felsefecisi değildi. Bunun için insanlara asıl faydalı olan tarafı, bir takım hikmetlerden ve hakikatlerden bahsedişi değil, hikmet ve hakikatlerin icabı üzere hareket edişi olmuştur...” YM.1983/s.169
Tasavvuf Anlayışını Oluşturan Değerlere
Genel Bakış
Tasavvuf ve edep arasında nasıl bir bağdan söz edilebilir? Elem ve kederin bu konudaki önemi nedir?
“…Tasavvuf demek, edep demektir. Edep ise, göz ile Hak’tan başka bir şey görmemek, lisanla bir şeye îtiraz etmemek, Allâh’ın buyruğunu tutmak, menettiğinden kaçmaktır. Bunların kendisinde yer ettiği kimse, şüphesiz adâletten ayrılamaz, kimsenin kalbini kıramaz. Hâsılı, Allâh’ın hoşnutsuzluğuna sebep olacak işlerde bulunamaz.
Şunu bilmeli ki bunların dışında hareket etmek, insanın kendi nefsine zararlıdır. Zarara sebebiyet veren en büyük zarar ise, bir insana, yaptığı fenâlık söylendiği vakit, o fenâlığı kendisine kondurmayıp saplanıp kaldığı fikir ile hareket etmesidir ki, bu kimsenin selâmeti, mutlak başına bir felâket gelmesiyle mümkün olur. Bu ise acı bir hakîkattir…” SOH.2000/s.379
Tasavvuf düşüncesine göre, yaratılmış üç tip insan grubu vardır demekle ne kastedilmiştir?
“…İnsan nev’inin (çeşidinin) cümlesi (tamamı) üç sınıftır. Birincisi, bu âleme niçin geldiğini ve ondan maksadın kemal kazanmak (olgunlaşmak) olduğunu bilmeyip, yeme içme, uyuma ve sevişmeği kendine put düzmüştür. Bu sınıf, yüce âlemlerde olan asıl makãmına dönemez. Çünkü onlar hayvan sıfatlarıyle sıfatlanmışlardır.
İkinci kısım, bu süflî (değersiz, bayağı) âleme gelmekten maksadın, ancak kemal kazanmak olduğunu bilmiş, lâkin nefsini (egosunu) sevmek, evlât, mal, mevki gibi dört puta meyletmiştir. Bu sınıftan aslî makãmına dönenler varsa da bunlar yine esirdir ve o dört puta tapmaktadır. Zîra nefsini bilip yüce makãma vâsıl olamamıştır. Ve bu dünyâya gelmekteki maksadı yerine getirememiştir.
Üçüncü sınıf, bu süflî âleme kemâle ermek için geldiğini bilmiş ve burada kendisini misâfir sayarak nefis putunu kırmakla kemal kazanıp kâmil insan olmuştur…” SOH.2000/s.436
Tasavvufta derin düşünebilirlik (tefekkür) neden kıymetlidir?
“…İnsan demek, fikir demektir. İnsan olan, düşünecek ve dünyâya niçin geldiğini düşünerek Allâh’ını bilmiş olacaktır…” SOH.2000/s.460
Tevhid, tevekkül, tefviz, sabır, rızâ, mârifet, muhabbet ve hikmet kavramları ile tasavvuf, bahçe benzetmesinden de yola çıkarak nasıl izah edilmiştir?
“…Akıl sâhibi bir adamın kalbinde, tarhlar ile ayrılmış sekiz bahçesi vardır. Bir bahçıvan, bakımını üstüne almış olduğu bahçelerinde nasıl her gün gezerek, lüzumsuz ot ve dikenleri ayıklayıp atarsa, bizim bahçıvan Edhem Ağa’nın vecîzelerinden biri olarak: Beyim bahçeye her gün bakılırsa güzel olur, dediği gibi, âkil (akıllı) kimselerin de her gün bahçelerine bakıp, bunlarda biten diken ve yabânî otları atması ve sulaması lâzım gelir.
Bu bahçelerden biri, tevhîd (birlemek; her şeyde kaynağın Cenâbı Hak olduğunu bilme, yapanın, yaptıranın Allah olduğu bilinciyle yaşamak) bahçesidir. Şâyet burada, şirke (Allah’a ortak koşmaya) âit ve şüpheye dâir otlar bitmişse, bunları koparıp atmak îcap eder…
… İkinci, tevekkül bahçesidir. Tevekkül demek, Allah’tan gayrı fâil olmadığını bilmek demektir. Bu bilinmedikçe de, ben Allâh’a mütevekkilim (güvendim, ondan râzı oldum), demek doğru olmaz. Bu bahçede de korku ve endîşe dikenlerini koparıp atmak lâzımdır.
Üçüncüsü tefviz, yâni kendini Hakk’ın irâdesine terkeylemektir ki bu bahçede tedbir ve ihtiyardan (serbest irâdeden), şahsî isteğini kullanmaktan ileri gelen dikenler görülürse söküp atmak gerekir. İşini Allâh’a bırakanın yâni tefviz edenin ne elemi olur ne kederi. Her işini Allâh’a bırakmak, tedbir alsan, kendi irâdeni kullansan da bunu sırf bir âdettir diye yapmak, tedbîrinden birşey beklemeden, bir fayda ummadan, Allah’tan gayri ve onun irâdesinden başka hiçbir şeyin tesîri olmayacağını bilmek ve tedbîrine bağlanmamak lâzımdır.
Dördüncü sabır bahçesidir ki, başlıca dört kısma ayrılır: Biri, Hakk’a lâzım gelen kulluk husûsunda karşına çıkacak güçlüklere sabır. İkinci, dünyânın zevklerine, sürurlarına (sevinçlerine), ferahlarına kendini kaptırmamak husûsunda sabır. Üçüncü, dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak husûsundaki sabır. Dördüncü de, musîbetlere, felâketlere sabır.
Asıl tesbih de sabırdır. İşte bu dediklerimizin hilâfında (dışında), bahçesinde bir şey görürse onları çıkarıp atmak lâzımdır. Hazreti Yûsuf kuyudan selâmet sâhiline çıkmak için nasıl uzatılan ipe tutunup çıkmış ise, insanı da bu dünya zulmetinden nûrâniyete (karanlıktan aydınlığa) çıkaracak ip sabırdır. “Allah, sabırlı olan kimseler ile berâberdir.” (Enfãl sûresi 46. âyet).
Beşinci bahçe rızâ bahçesidir ki, Allah’tan ne nîmet için bir şey istemek, ne nikmetinden yâni cezâ ve çile yollu verdiklerinden kurtulmak için yalvarmaktır. Bilâkis (aksine) hâdiseleri olduğu gibi kabul etmeye çalışıp, bu hâdiselere karşı dargınlık, küskünlük ve îtirazda bulunmamaktır.
Altıncı, mârifet bahçesidir ki, Allah’tan gayrı ne varsa ondan soyunmak ve Hak’tan gayriye meyil eylememek, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanıp, sabırlı ve râzı, mütevekkil (kadere râzı) ve teslîmiyet sâhibi olmaktır.
Yedinci bahçe muhabbettir ki, Allâh’ın aşk ve muhabbetine hiçbir şeyi tercih etmemektir. Nefis (ego), evlât, mevki, servet putlarını kırıp atmaktır.
Sekizinci bahçeye gelince, bu da hikmettir ki kavilde (sözde), fiilde, talepte dürüst olmaktır. Yâni, Allah’ı söylemek, Allah için işlemek, murâdı Allah’tan gayrı olmamaktır.
İşte bu bahçelere giren bahçıvan, her şeye hayat veren su ile o güzel çiçekleri ve ağaçları sular ve bu sûretle de canına can katar…” SOH.2000/s.449451
Erbaîn ne demektir?
“…İstîdat (kâbiliyet) büyük şeydir. Göz değiştirmekten maksat, sâlikin (mânevî terbiyenin yoluna girenin) derviş olmazdan evvelki gözüdür ki, mürşide (Hak yolunun kılavuzu, öğreticisi ve eğiticisine) intisap ettikten (bağlandıktan) sonra erbaîn denilen kırk gün zarfında sâlikin riyâzâta (nefsini terbiye etmek üzere maddi mânevi ferahlanmalardan perhize) girmesi ve bundan sonra kalbine ihsan olunan hikmet nûriyle gözünün görmesidir…” SOH.2000/s.545
Tasavvufta hayat, ölü ve diri ne mânâya gelir?
“…Hayat, kalbin cehil (bilgisizlik) ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, ikilik ve keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan kurtulmasıdır...
...Zîra bu toplanış, kalbi mâsivânın (Allah’tan gayrıdan) kötülüklerinden kesip, Hakk’ın birliğine bağlar. İşte ebedî hayat denen budur. Tefrika (ayrılık, nifak), kargaşalık ise, kalbi ölü hükmünde olan çeşitli eşyâya bağlayıp dağıtmak ve nefsin (egonun) îcap ve arzûlarına tâlip olmak demektir ki bu ölümdür…SOH.2000/s.581
... Her dirinin diriliğinin alâmeti hareket etmesidir. İlimle hayat bulan bir kalbin alâmeti de, Hakk’ı istemekte hareket eylemesidir.
Cehil ile ölü olan kalp, ölü gibi sâkin olur. Yalnız nefsinin hazları için canlanır…” SOH.2000/s.581
Sonuç îtibâriyle en basit şekliyle tasavvufun telkini ne olabilir?
“… dâimâ güzeli ve iyiyi görmeye çalışmalı... birbirinizi yemeye değil…” SOH.2000/s.74